18 Ağustos 2008 Pazartesi

Yeşil Rize- NİHAL YETKİN

Share it Please
Dağ eteği anlamına gelen Rize Doğu Karadeniz'in bütün yeşillerinin buluştuğu büyülü bir şehir. Normalde yolculuklarda ilk yarım saatte uykuya dalan ben bu güzel şehir ve çevresini gezerken gözlerimi bile kırpmak istemedim, öylesine güzel, öylesine yeşil bir diyar ki…Orada topu topu iki gün geçirdim, 2500m. ve ötesini gördüm, ve gördüğüm bu güzelliklerin hepsi gerçek mi diye hala düşünüyorum.
Örneğin ilk gittiğimiz gün zorlu mu zorlu ama bir o kadar da keyifli yürünen ve tırmanılan patika yollardan ve Tar Deresi boyunca yürüyerek D. Haşimoğlunun verdiği isimle Bulut şelalesi'ne gittik. 1,5-2 saat kadar süren bu yürüyüşün ödülü gerçekten muhteşemdi. Bulut şelalesi sanki gökyüzünden sislerin arasından çağlaya çağlaya akıyordu ve biz bakmaya doyamıyorduk. Fotoğraftan şelalelere bakmakla gerçek arasındaki fark birebir yaşayınca anlaşılabilir ancak. O gelin teline yakından bakmak, bakakalmak lazım…
Sabahları erkenden kalktım. Dağ havası insana ne kadar iyi geliyormuş meğer. Bungalow'umuzun kapısını açtım, Ohhhhh, misler gibi bir hava, ama o da ne, sisten göz gözü görmüyor. Arkadaşlara söyledim, "bu havada nasıl yürüyüş yapılır ki" diyecek oldum, "eşofmanı giy o zamana kadar bile değişir" dedi tecrübeli arkadaşım. Ne kadar haklıymış, 10 dk geçmedi, verandaya tekrar çıktığımda sisten eser yoktu. Kahvaltı öncesi bir saat kadar yürüdük, yürüdükçe açılıyoruz, yorgunluk da neymiş, öğrendiğimiz Karadeniz türkülerinden de tutturuyoruz ara ara: Ben seni sevdiğumi dünyalara bildirdum. Endurdun kaşlaruni, babani, babani mi öldirdum (algıladığım haliyle yazılışı) Kazım Koyuncu'yu anıyor, Şevval Sam'ın kulaklarını çınlatıyoruz. Sonra Volkan Konak'la devam ediyoruz. Bizim melodilerimize bazen derelerinin şırıltıları, bazen de çeşit çeşit ağaçların hışırtıları eşlik ediyor. Binbir çeşit çiçek kokusu da cabası.
Günün ilerleyen dakikalarında doğma büyüme Rizeli kaptanımız İdris Bey bizi Avusor yaylasına çıkarırken çocukluğundan anılar aktarıyor, "işte ben şu köyde doğdum, şuralarda dolaştım, şu bize doğru yürüyen amcamla yengem" diyor. Sanki televizyondaki bir gezi belgeselinin içine girmiş gibi oluyoruz, yöre halkıyla kısacık da olsa sohbet ederken. Kırmızı yanaklı çocukları okşuyoruz, eski topraklarla ise nasıl bu kadar zinde kalabildikleri üzerine fikir alışverişinde bulunuyoruz. Buz gibi yayla suyu bir plasebo etkisi yaratarak bütün yorgunluğumuzu unutturuyor, bizi adeta daha da gençleştiriyor. Sonra isteklilerle Avusor yaylasındaki krater gölü Dobacelazena gölüne tırmandık, tam 2,5 saat sürdü. Bana mısın diyen yoktu, birer keçi gibi inatçı ve zigzag çizen adımlarımızla ve gurup psikolojisinin verdiği güçle kendimizi güneşin alnında gölde buluverdik. Kumanyalarımızı oracıkta göl manzarasıyla yiyecek kadar orada kaldıktan sonra bir inişimiz vardı ki , sanki aylardır oraya inip çıkıyormuşuz gibi büyük bir güvenle yolu çok daha kısa bir zamanda katettik. Sıcak diye şikayetlenen kalmadı, herkes birbirine "aaa, şu çiçeğe bak, aaa şu ağaca bak" derken bir de baktık tur otobüsünün önüne kadar gelmişiz.
Şehir merkezine gelince; burada bir çay fabrikası gezdik ve çayın fabrikaya ilk geldiği andan işlendiği ana kadarki tüm aşamaların özetini ilgili makinaların ve birimlerin bulunduğu yerde dinledik. Canım çay kokusu üstümüze iyice sindi. Bu arada bildiğimizin tersine çay yaparken çayın hemen demleme öncesinde çaydanlığa atılması gerektiğini ve üzerine su konurken yani demleme aşamasında tek bir noktadan dökülmesi gerektiğini öğrenmiş olduk. O gün kaç bardak çay içtik, hatırlamıyorum…Ayrıca gelmişken Rize bezinden giysi/havlu alışverişini de ihmal etmedik. Bezin özelliği teri emmesi ve insanı o nemli havada nisbeten daha rahat ettirmesi, tiril tiril bir bez anlayacağınız. Rize'de atlanmaması gereken bir diğer şey ünlü İspir fasülyesinin tadına bakmak. Kuru fasulyeyi oldum olası severim ama fırına verilmiş bu hem göze hem de damağa hitap eden fasülye bir harika.
Rize'nin akşamları da bir başka. Yayla tatil köylerindeki eğlence kültürü şöyle: Yemek yenirken kıpır kıpır ya da yanık yanık Karadeniz türküleri okunuyor. Sonra bir horon başlıyor ki görülecek manzara. Horondaki kişi sayıları türe göre değişiyor ama değişmeyen insanların oynarken içlerinden taşan coşkusu. Tulumun sesi yaylaların verdiği özlemi içli içli yansıtıyor. Keçi ya da oğlak derisinden yapılan ve bir üflenip bir parmaklarla deliklerin açlıp kapanmasıyla çalınan bu ilginç çalgı dakikalar geçtikçe insanları transa geçiriyor ve senkronize bir şekilde öyle bir dansediyorlar ki izlemeye doyum olmuyor. Yöre insanının neden dal gibi olduğu ortada, bu kadar harekete ne kilo dayanır ne bir şey…
Sonra matrak mı matrak bir Karadenizli çıkıyor, değme şovmenlere taş çıkartırcasına üstüste Karadeniz fıkraları anlatarak izleyicileri gülmekten kırıyor. Şive halis muhlis oranın, anlatan da bir dil cambazı olunca aynı fıkrayı defalarca da dinleseniz her seferinde tekrar gülmeye başlıyorsunuz. Kahkaha bildiğiniz gibi paha biçilemez bir trankilizan. Üstelik bulaşıcı ve gülme gülmeyi doğuruyor, ve yarattığı iyimser etkiyle olaylarda bir komik taraf bulma eğilimini de arttırıyor.
Gün Rize'de biterken insan derin bir uykuya bırakıyor kendini, ve yastıkla buluşur buluşmaz yeşil rüyalara dalıyor…

Ağustos 2006'

Fotoğraf: http://www.1resimler.com/data/media/785/rize-limani.jpg

Hiç yorum yok:

Blogger templates

Blogroll

About