27 Nisan 2008 Pazar

Serbest Radikaller Gururla Sunar


"Dünya nereye gidiyor?" ve biz, yani dünyanın daha güzel bir yer olmasını isteyenler, "bu gidişe bir "dur" demek için neler yapıyoruz?" diye düşünür ve kendi aramızda konuşurken doğdu bu dergi fikri. Kelimelerle meydan okuyalım hayatın gidişine demek istedik. Kelimeleri küçümseyene buradan selam olsun...
Yaza yaza çoğalalım, egolarımızla değil kelimelerimizle var olalım istedik. Çok büyük işler başaracağımızı iddia etmiyoruz elbette. Ya da dünyayı sabah uyandığımız vakit pırıl pırıl bir yer haline getireceğimiz iddiasında da değiliz. Sadece kötülüğün, kavganın, cilalı egoların, rekabetin ve umutsuzluğun kazandığı sanılan bir dünyada barışa, iyiliğe ve güzel olan herşeye özlem duyanların kapalı kapılar ardında suskun oturmadıklarını anlatmak istedik. Yola çıkmış bir grup insanız biz. Karşımızda parlak bir güneş, cebimizde kelimeler. Zaman zaman ateş başında oturup birbirimize öyküler anlattık. Ve bu yazılar o öykülerden oluşuyor.
Fotoğraf: http://www.deviantart.com/print/2927224/
Continue Reading...

Bit pazarı

Abdülkerim Eser
Dördüncü sınıfa gidiyordum, öğlenciydim. Daha matematikten yeni yeni nefret etmeye başladığım zamanlar... Hoca bize dehşet bir matematik ödevi vermişti, kitaptaki geldiğimiz konulara kadar olan bütün soruların açıklamalı çözümünü istemişti. Ödevi yapabilmek için bir haftamız vardı. Tabi bende ödev yapmak ne gezeer! Ödeve bakacağı günün bir gün öncesinin akşamında babam lahmacun yaptırmamı istedi. Aldım parayı gittim lahmacun salonuna. Lahmacunların yapılmasını beklerken içeri kim girse beğenirsiniz? Hocamız girmişti! E dünya küçük bir yer tabi. Selamlaştık, konuşmaya başladık. Ben yüzünden tebessüm hiç eksik olmayan şirin ve efendi çocuk modundayım. Konuşuyoruz sağdan soldan. Böyle keyifli bir şekilde konuşurken birden hiç beklemediğim bir soru sordu;

- Eee Abdulkerim, yaptın mı verdiğim ödevi?

- Hayır hocam, yapmadım! Yarın ödevime bakarken karşınızda pişmiş kelle gibi sırıtmayı düşünüyorum..

Diyemedim elbette! ''Tabiki yaptım öğretmenim!'' dedim en şirin yüz ifademle. ''Hatta isterseniz bi koşu getireyimde bakın!'' diyerek çocuk aklımla espiride yaptım. Daha ilk espiri yaptığım zamanlar... Tabi eve gidince herkes lahmacunun tadını çıkarırken ben ödevi düşünmekten hiç bir şey yiyemedim o iştahsızlıkla. Gece gözüme uyku girmedi. Sabah erkenden kalktım, ödevi bitirmeye çalışıyorum. Ödevde aksi gibi bitmiyor bir türlü! Ben ölüm marşını ıslık halinde çala çala okula gidiyorum! İlk ders matematik! Hoca herkesin ödevine sırayla bakıyor. Sanki birazdan idam edilicem! Hoca yanıma geldi, defterime baktı. ''Bitiremedim öğretmenim!'' dedim kısık bir sesle, ve oda 'seni gidi seniii' dercesine kafasını sağa sola salladı! Aradan 11 yıl geçti ve ben o kafa sallayışı hala unutamadım. Sanırım unutamıyacağımda...

***


Otobüsün arkasındayım, o ise önde (evet tam tahmin ettiğiniz gibi). Arada bir yana çevirdiği yüzünü görebilmek için koltuğumu dikleştiriyorum. Bir de dik pozisyonda oturuyorum ki daha rahat görebileyim. Camdaki yansımasına bakıyorum. Bu danışıklı dövüş oluyor biraz, kaçamak yani. Cama bakınca sanki ona bakmıyormuşumda dışarı bakıyormuşum gibi...

Ben bu şekilde bakmaya devam ederken birden bana baktı, yani camdan, oda benim yansımama baktı.
Kızgın gözlerini görür görmez önüme eğildim. Ayıp bir şey yaptığımın farkına vardım ve kendimden utandım. Heykele dönmüştüm. Ne yapacağımı şaşırdım. Şu an benim büyük ihtimalle röntgenci bir sapık olduğumu düşünüyor olmalı. E bunda da haklı sayılır. Ne iğrenç bir herifim ben yaa. Aferin bana, iyi halt yedim! Bir madalyonu hakettim!

***

Bir kız kardeşim var. Benden 10 yaş küçük. 11-12 yaşlarında ve şu an orta 1'e gidiyor. Elimde büyüdü desem yeridir. Emziği inatla bırakmayışını hatırlarım. Her gece zır zır ağlayışını hatırlarım. Onu 1. - 2. sınıftayken istemeye istemeye okuldan alışımı, çantasını taşıyışımı, harfleri, sayıları öğrettiğim günlerini hatırlarım. Annem, babam çalışırdı. Bakıcılığını resmen ben yapardım. Onu dövdüğümü bile hatırlarım.

Masmavi kocaman gözleri var. Sarıya çalan upuzun saçları var. Daha ufacıkken derdim, bu büyüyünce çok güzel olacak, erkekler buna aşık olacak derdim. Bunun peşini erkekler bırakmıyacaklar, bende katil olucam derdim.

Korktuğum başıma geldi. Çok güzelleşti. Serildi, serpildi, daha da serpilecek. Boyu boyuma geldi. Nasıl derler, kazık kadar oldu. Geçenlerde günlüğünü gördüm. Açık unutmuş olmalı. Okuyuverdim (gerçi hiç doğru değil amma). Bir sayfada arkadaşlarından söz ediyor. Bazılarıyla iyi geçinemiyormuş, sınıfından nefret ediyormuş falan filan. Serdar diye bir çocuk varmış!!! Çok tatlıymış! Ona aşıkmışmış! ''Aşığım ona.'' diyor defterinde. Daha dün kucağımda uyuttuğum, tuvalete kendim götürdüğüm, burnunu sildiğim bebecik büyümüşte, bir erkeğe aşık olmuş!

Ya tamam, ben aşka meşke karşı olan, katı bir abi değilim. Anlayışla karşılıyorum. Gerçi o da bi kaç çapulcu çocuğun lafına kanacak kız değil. Aklı başında, edepli bir kız, hanım mı hanım. Ama insan korkuyor işte. Bazı şeylerin erken olduğunu düşünüyorum. O daha 11 yaşında yaa.

Elimde değil. Onun büyüdüğünü farkedemiyorum. O benim gözümde hala bir bebek.

Fotoğraf: http://flayzeraynx.deviantart.com/art/little-blonde-girl-4-53973521

Continue Reading...

hola


selam, rehavet ben.
necdet rehavet. istanbul'luyum ama aslen irlanda'lıyım. büyük büyük büyük babam eski irlanda türklerinden. lise yıllarında bununla çok övündüğüm için arkadaşlar arasındaki lakabım irlandalı idi. yani mustafa denizli'nin milenyum yılında bursa'da sözünü ettiği içinizdeki irlandalı benim efenim. taklitlerinden sakınınız.

böyle çok konuşup boş yazdığıma bakmayın. kendi günlüğümde de yazdığım gibi özel biri değilim. sıradan bir hayat yaşayan sıradan bir adamım ben. sabah hep aynı saatte kalkan ve hep aynı yollardan hep aynı saatlerde trene seyirten, yedibuçuk dakika yol teptikten sonra treni ya son saniyede yakalayan ya da gelmesine çok az bir süre kala istasyonda olabilen, 40 dakikalık sabah yolculuğunu empeüçü elinde çantası belinde yarı uyuklayarak yarı camdan dışarıyı seyrederek geçiren, onikisaat çalışan sonra akşam olunca bu sefer kulağında müzik elinde kitabı trenin dışındaki dünya izlenimleri eşliğinde yine yeniden kırk dakikalık banliyö yolculuğu, ardından sabahkinin aksine daha rehavet bir yürüyüşle istasyondan eve onbir dakikada geliş. yemek, kısa günün kârı-zararı, haberler ve hava durumundan sonra uyku faslı ve sabah yeniden trene koşmaca. ayır edici sayılabilecek tek özelliğim irlandalı olmama rağmen ispanyol dil ve dilberlerine hasta la vista olmamdır. başka da bi numeromuz yoktur.

neyse efendim işte ben böyle kendi halimde kadıköy-pendik herkesi yendik yaparken aydan atlayan bir kedi..

-duuuur yolcu dedi bana.
-buyur bacım n'oldu ki
-duyduğumuza göre bir günlüğün varmış
-hee var nolcak ki
-yine duyumlarımıza göre pencap'da , dubai'de ve ay üssü alfa'da hayran kitleniz varmış
-olabilir bana kimse bişii demedi
-biz diyoruz işte
- tam olarak ne diyonuz? hem lafı uzatmasak yetişmem gereken bir tren var da
-biz bir kaç özgürlük savaşçısı gayet edebi bir webdergisi kuruyoruz ve seni de aramızda görmek istiyoruz
-nasıl bişi olacak bu
-güzel bişi
-bırrr birden bi serinlik hissettim sen de hissettin mi
-yani biz bir grup arkadaş içimizden geçenleri, yüreğimizden taşanları kırmadan dökmeden yazıya geçirebileceğimizi düşündük ve senin de aramızda olmanı istiyoruz
-derginin adı-adresi ne demiştin?
-adres gayetedebi.blogspot ama grubun adı serbest radikaller
- bu ne ya parti mi kuruyoruz böyle radikaller, yeşiller falan hem
ben edebi yazamam ki
-şart değil
-ağzıma geleni söylerim amaan yazarım işte
-peki yaz
-hep küçük harflerle yazarım
-yazabilirsin
-tren yazarım hep. karşımda oturup burnunu karıştıran adamı da yazarım
-olur onu da yaz
-mainnyakk bir patronum var o'nu yazarım
-heey dostum... biz de sınırlama kısıtlama yok...insanlara, onların değerlerine, inançlarına, diline, dinine, ırkına
hakaret etmediğin sürece her şeyi ama her şeyi yazabilirsin
-peki tüm bu konuşmalarımızı da yazabilir miyim
-elbette.

dedi
ve yazdım ben de.
son tahlilde serbest radikaller'e (bu ne lan böyle tamil gerillaları der gibi töbe yarebbim) dahlimiz böyle olmuştur işte. aksini iddia eden hemzemindir, devedikenidir, big lebowski'dir.
evet böyle.

buenas noches.
r.
Continue Reading...

İntihara lüzum yok


(Kent kalabalığı caddedeki bir gölgeyi konuşuyor.
Boy sırasına göre söz alırlar, en uzunundan başlar)

Burdan bir adam geçmiş az önce.
Hayli sıkıntılıymış; başının önüne eğilmesinden belli.
Yalnızmış; cebindeymiş elleri, sanki birini arar gibi…
Gideceği yeri bilmiyor; bundandır yürürken ayaklarını sürümesi.
Ama buradan ilk defa geçmiyor; ezbere götürmüş ayakları.
Karnı açmış; bozuk çünkü adımlarının ritmi…
Kafası kel değil; bakın, şurda saçlarının izleri.
Bu adam deli değilmiş; aksine, sevecek kadar akıllıymış delileri.
Yalnızlar üşür, soğukmuş elleri, asfaltın yüzü gibi.
Yorgun olduğunu söylemeye bile lüzum yok; omuzlarına bakın.
Aklında beyninin kıvrımları kadar çok soru; bundandır önünü iyi görememesi.
Sendelemiş; az daha düşecekmiş şurda.
Mesleğini tahmin edebiliyorum; bu adam bir marangoz.
Ahşap bir kent kurmayı düşlüyor, bitirir bitirmez ateşe vermek niyeti…
Ama piroman değil, tanrıya özendiği belli.
Kimseyi tam sevememiş, çok sevdiğinden herkesi.
Kederliymiş; güneşten utanan viran bir şehir sanki.
Burdan denize gitmiş olmalı; kalbinde tuz hasreti...

(Koro halinde)
Biz gitmeyelim.
Biz gitmeyelim.
İntihara lüzum yok. Tüketeceğimiz çok şey var hâlâ.
Seyredeceğimiz çok cinayet.
Katillerimiz alkış bekler, alışveriş cennetlerimiz müşteri.
Barkodlar, ceset reyonları, bonus puanlar, indirim günleri...
En tabii hakkımızdır “tüketim” hakkı…
Evlerimize gidelim, reklamlar bekler bizi
“Hiçbir şeyin yoksa sen de bir hiç olursun” demiş vaktinde, bu işten anlayan biri
Alçıdan tenlerimiz, simgelerin mankeni.
Kör kalem, silikon yürek. Suya çizilen kelimeler tamamlar sessizliğimizi…
Savaşlar oyun, kıyımlar pek monoton, öyküler bayat
Ama hiçbir şey çürümez, dipfrizdedir duygularımız bile
Kahramanlar animasyon, her şey efektten ibaret;
Aşklarımız, vitrindeki ölü, kül olan hayat, fışkıran kanın sesi…

Fotoğraf: http://www.deviantart.com/print/318481/

Continue Reading...

Bir şiirin gölgesinde


Bu kentin sokaklarında içimde seni taşımadan yürümeyi denedim. Gökyüzüne dikili gözlerle dünyaya aldırmadan ve dahası sana aldırmadan. Kuşlara baktım sonra ve insan yüzlerine... Başka bir kentte hala nefes alıyor olduğunu düşündüm ve aşkın hala ceplerinden birinde durduğuna inandım. Sokaklar boyu yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm... Gidecek bir yeri olmayanlara özgü o hüzünlü kayıtsızlıkla öylesine... Yürüdükçe kaçacağımı sandım ve her adımda senden ve içimdeki karanlıktan bir adım daha uzaklaşacağımı da... Tüm sabah, güneşin o parlak ışıklarına rağmen küçük bir karanlık yarattım kendime ardımda bıraktığım adımlarla...

Bir çay bahçesinde oturup çay içtim. Arkası dönük şu adamı sana benzettim. Uzun uzun baktım, onun bahar güneşi vurmuş sırtına. Aklımın içinde bir şarkı ile oturup durdum orada. Eski günlerden yadigar küçük bir kalp çarpıntısına dönüştü aklımın melodisi. Ağladım... Masanın üzerinde duran boş çay bardaklarına, dolu kültablasına bakıp kendime kızdım sonra. Akıp giden insan selinde yitip gitmek için hiç bir istek duymadığımı farkettim neşeli bir insan kalabalığına bakarken. Bu, aşktan yoksun kalple hayatın içinde ama aslında ondan çok uzakta olduğumu farkettim kederle...

"Kalk ve yürü...Yürü ve uzaklaş...Uzaklaş ve kaç..."dedim kendime. Kalk, yürü ve karış hayatın içine. Aşka inanmaya devam et. Uzakta nefes alan ve nefes aldıkça aşka ortak olan hiç tanımadığın bir adam olduğuna inanmaya devam et. Hayatın ortasında bir ağaç gibi yalnız durduğunu ve o ağacın gün gelip kederli sarı yapraklar yerine neşeli yeşil yapraklarla dolacağına inanmaya devam et...

Kalkıp yürüdüm aklımda bir şiirle:

"Günler öylece kendi kendine geçsin diye
Bir camın arkasında durdum
Bana dokunmasın hiçbir şey
Hiçbir şey yarama merhem olmasın
İyileşecekse hiçbir şeysiz iyileşsin diye
Bir camın arkasında durup
Akan hayata ve zamana baktım." *

Senin sıcağından, bir şiirin serin gölgesine sığınıp yürüdüm...

Şiir: Birhan Keskin

Resim: http://www.deviantart.com/print/3024813/

Continue Reading...

Taşıyabildiğin kadar sarıl hayata


Yüzünde hafif bir gülümseme… Diyor ki;
- Taşıyabildiğin kadarını yükle omuzlarına…
Düşünüyorum. Neden o an bunu söyledi? Çünkü konuşulan konu bu değildi. Ve devamın da gelmesi gereken kelimeler bunlar olmamalıydı. Şaşkın şaşkın bakıyorum yüzüne… "Sana söylüyorum" diyor. Neden bana böyle bir şey söylediğini anlamıyorum.
- “Neden bana böyle bir şey söylüyorsun” diyorum;
- Taşıyabildiğin kadarını yükle omuzlarına,
- Taşıyabildiğin kadar sevsin yüreğin,
- Taşıyabildiğin kadar düşünsün zihnin. Fazladan birkaç kelime koyma. Ne kadar alıyorsa o kadar. Kolların ne kadar güçlüyse o kadarını al ellerinin arasına. Gözlerin ne kadar bakabiliyorsa, o kadar bak. Sonunda kapat gözlerini
- Anlayacağın Sedacım; taşıyabildiğin kadar kucakla hayatı. Taşıyabildiğin kadar yaşa.
- Öfkelisin, sinirlisin, çabucak alevleniyorsun. Her şey yerli yerinde ama sen zihnen yorgun düşüyorsun. Çünkü taşıyamıyorsun. Bırak kim yaparsa yapsın. Sen sırtlanma tüm işi. Sen taşıyabildiğin kadarını al kendi içine. Çünkü aldığın fazla yükler, seni sen olmaktan uzaklaştıracaktır. Çemberinin dışına çıkacaksın. Ya da kıracaksın çemberini… Sonuç… İsyan…
- Biliyorum hatalıyım, biliyorum hatalılar ve kabul etmelisin hatalısın.
- Sen, “kendin” olmalısın. “Onlar” olmamalısın.
- Daha genceciksin, yaşayacağın çok şey varken omuzlarına yüklerin tamamını alıp gözünü kapatmanın anlamı yok. Sen, işini bilen olmalısın. Hayatın yükünü sen değil, senin yükünü hayat çekmeli…
-Şimdi hayatını gözden geçir. Taşıyacağından fazla yük aldığın ne olursa olsun at onları. Bu seni üzecek, kıracak ya da bir süre hayattan bağlarını koparmana sebep olacak… Her insanın kendi için oluşturduğu çemberi vardı. Taşan kısımlarını toparla ve yeniden düşün… Düşündükten sonra hayatı kavrayışın farklılaşacaktır.
Düşünüyorum ve haklı olduğunu anlıyorum. İyi niyet mi yoksa aptallık mı bilmiyorum. Omuzlarımda, beni dizlerime kadar toprağa gömecek yükler almışım. Zihnimin duvarlarından taşan kelimeler bini aşmış. Yüreğim kaldıramayacağı bir aşka yenik düşmüş. Örselenmiş, zarar görmüş… Çemberimi kırmışım ama hayatıma yüklediklerimi taşıma çabası fark ettirmemiş bana kırılanları… Şimdi yenilenme vakti… Yükleri azaltma, durulma vakti… Şimdi hayatı taşıyabileceğim şekilde kucaklama vakti… Gülümsüyorum…
Kapıdan çıkarken sesleniyor tekrardan. “ Her insan bu hayat için bir nimettir. Ve her insan taşıyabildiği kadar sarılırsa hayata, mutlu olur. Taşıyabildiğin kadarını al içine ve yüreğinin gücüyle sarıl hayata”…
Continue Reading...

Dilenci Vapuru


"Kan Kanseri olmuş tedavi için paraya ihtiyaç var" dediler. Böylece bu hastalığın ismini ilk defa duymuş oldum. Fakat o cümle içindeki özneden daha çok "nesne" dikkatimi çekti. Paraya ihtiyaç varmış. PARA. Ne kadar da sevdiğim bir ŞEY di. Parayı satın alabilecekleri için sevmezdim, ben onun bizzat kendisini severdim. Eskimiş, pis, binlerce elin bakterisini üzerinde taşıyan o kokusunu severdim. O benim için bir değiş tokuş nesnesi, satın alma gücü değil, ilahın kendisiydi. Dokunabilmek paraya ve sayabilmek onu. O kadar ki tüm bayram harçalığımı en küçük banknotlara çevirip onları tekrar tekrar saymak. Desteyi masanın üstüne koymak ve hayran hayran bakmak. Harcamamak onu, harcamaya kıyamamak.

10 yaşındaydım. İlkokul 3. sınıftaydım. Öğlenciydim. Yine 3. sınıflarda hatta bizimle aynı dershanede sabahçı olarak eğitim gören bir kızın hasta olduğunu öğremiştik. İsmi Türkü'ydü Tedavisi için (ilik nakli) yardım toplanıyordu.

Ben de para topladım yardım için. Sadece okulda değil, mahallede, akraba evlerinde, babamın iş yerinde. Kampamyanın sonunda topladığım paranın tamamını öğretmenime verdim. O parayı hiç kendime ait hisetmemiştim. Benim için esas hastalıklı durum, para topluyor olmanın hazzıydı. Kan emen bir sivrisinek, çiğ eti dişleyen bir kurt gibiydim. Elimi uzatıyordum, verilen parayı alıyordum. Tırışkadan listeye yardım yapanın ismini yazıyordum. Bir de kolpanın Allah'ı bir imza çaktırıyordum. Ben bu işi çok seviyordum.

Kısa sürede kampanya bitti. Türkü ilik ameliyatı oldu diye hatırlıyorum. Ama tedavi sonuçta başarısız oldu ve Türkü hayatını kaybetti.

Pek bir şey hissetmedim. Para toplamak için başka bahanelere ihtiyacım vardı.

***

Hiç sevmiyorum gerçekten de yıllardır görüşmediğim bir arkdaşımla aniden kalabalık içinde bir yerde karşılaşmayı. Eğer o arkadaşımı önce ben fark edersem bir şekilde saklanmayı, yüz yüze gelmemeyi başarabiliyorum ama fark edildeysem gerçekten de felaket bir his. İşte geçen pazar da böyle oldu. 17 yaşındaki arabamı satmak için amcamla araba pazarına gitmiştim. Birden bir el tuttu omuzumdan, Kerem! deyiverdi.

Döndüm baktım, felaket.

Ortaokul arkaşım Okan'dı. Çok sevinmiş gibiydi. Neden bu kadar sevindiğini gerçekten de anlayamadım. Görüşmediğimiz yıllar boyunca bana ulaşması çok kolaydı. Böyle bir ihtiyaç hiç duymamış olduğuna göre şu anki sevincin manası neydi? En kötüsü de benim de kendimi o heyecana ortak hissetmek zorunda kalmış olmam. Tiyatrocuyuz anasını satayım. Geberip gitmiş uyuzu olduğun moruğun ardından ağla cenaze evinde. Definde ciddi dur, kıpraşma! Aileye yeni gelen damatı sevmesen de sırıt karşısında, inşallah çok uzun sürmez bu evlilik diye içinden geçirirken "Allah mesut etsin" diye de yapıştır. Her yerde sırıtan ağızlar, at dişi gibi. Bir kişnemediğimiz kalıyor. Gülmek istemiyorum kardeşim, zorla mı?

***

Otobüste veya minibüste yer vermek de ne kadar zor bir iş. Bazen davranıyorsun, yer vermek istediğin kadın bir bozuluyor "ben o kadar yaşlamıyım" tribine giriyor. Pişman oluyorsun. Bazen de amcalara yer verirken bir terslik oluyor. "Otur oğlum" diyorlar, "şurada ineceğim ben..." Popon böyle yerinden kalktığına pişman oluyor. Popon yer tutmuyor, iflah olmuyor. Otursan olmuyor ayakta kalsan hiç olmuyor, amcaya daha fazla ısrar etsem mi yoksa otursam mı diyorsun. O sırada bir teyzeyle gözgöze geliyorsun. O yeri istiyor teyze, bunu sana gözleri ile söylüyor. Ama sen ona vermek istememiştin yerini, ama madem niyetlendin kalksan olmaz mı? Ama kadının yaptığı da düpedüz fırsatçılık canım!

Oturmaz olsaydım bu koltuğa derim tüüüüh Allah kahretsin!

Bir keresinde de bir amcaya yer verdim. O da hiç oturmadan o yeri kendisinden daha genç bir bayana verdi. Olabilir, ben bir kere bağışlamışım yerimi. Ama o yere oturan kadın dönüp adama teşekkür etti. Adam da teşekkürü kabul etti. İşte buna çok bozuldum. Rahatından feragat eden benim. Üstelikte spor yaptığım yıllardı, idmandan çıkmış ve çok yorgundum. Bir de üstüne kemiklerim de büyüme ağrısı vardı. Ben bu şartlarda bir kuru teşekkürü haketmiştim. Çok bozuldum. Hayata küstüm. Betim benzim attı. Çığlık çığlığa bağırmak istedim ve salya ve sümük bir şekilde "ama orası benim yerimdi, neden bana teşekkür etmiyorsunuz, Allah hepinizin belasını versin pis domuzlar..." diye.

Kadın bozulduğumu anladı. "Sana da teşekkür ederim oğlum" dedi. Kendimi çok iyi hisettim. Bir kahramandım. Süperdim.

***

Elli bin YTL tazminat ayda bin ytl nafaka dedi kadın telefonda. Hızla yürüyüp geçti yanımdan, Taksim meydanındaydık. O kadar rahattı ki sanki ellinci kere boşanıyor gibiydi. Ya da boşanan kişi değil de bir boşanma avukatı gibiydi. Biraz ileride, büfelerin oradaki srımsaklı ıslak köfte kokusunu ciğerlerime derin derin teneffüs ederken polise heyecanla biraz evvel çantasını nasıl kaptırdığını anlatan bir kadın gördüm. Evet, çok heyecanlıydı bu seferki, hergün başına gelen bir şeyden bahsetmiyordu. Artık polisin yapacak bir şeyi yoktu. Yapacak bir şeyi olsa da polis kılını kıpırdatacakmış gibi değildi.

Zaten çok değil beş dakika önce, Elmadağ tarafından gelirken Taksim Gezi Parkı'ndaki kahvede okey oyunu yarım kalmış üç tane polis görmüştüm. Tahmin ediyorum ki şikayeti rapora geçirirMİŞŞ gibi yapan polis bey de bu ekibin dördüncüsüydü. Ben de ne çok severim okey oynamayı. Ne çok istemiştim az evvel onlara katılmak. Sizin arkadaş gelen dek devam edelim isterseniz, boşuna beklemeyin demek istemiştim. Neyseki dememiştim.

***

Bir çok şeyi yapamayabilirim

Ama tostu ben yaparım sevgilim.

Önce ekmekleri kızartırım. İçlerinde peynir olmayacak. Az zeytinyağı sürerim ekmeklere. Kimse demedi mi sana, katı yağ ile güzel olmaz tost diye... İlle de zeytinyağı olacak. Ama az olacak. Zeytin genzini yakmayacak. Aman ha.

Tam o sırada hellimleri dilimleyip tavaya atarız. Yine az zeytinyağı. Ve hatta hellimlerin yanına kavrulmaları için ceviz de koyabiliriz. Sen hiç az yağda kavrulmuş sıcak ceviziçi yedin mi? Çok güzel olur bebişkom.

En son domatesler. Onlar ısınmayacak ama. Tostun içine koyacağım domates dilimlerini. Diri olacaklar. Pembe, eciç büçüş Çanakkele dometesi olsa ne ala. Yoksa da bebek domates en iyisi. Çünkü bebek domatesler kış boyu tadlarını korurlar. Dometes kurusu olsa da çok yakışırdı ama, onun için aktara gitmek gerek. O zaman çok acıkırdık. Daha fazla acıkmayalım sevgilim.

Tostu ben yaparım, sen çayı demle sevgilim.

Ama önce gel seni bir öpeyim, öpeyim sevgilim...

K.

Fotoğraf: http://evrem.deviantart.com/art/ship-37388292

Continue Reading...

Mutluluğa 12 kala


Yaşamınızın senaristi ve yönetmeni kendinizseniz, mutluluk daha sıkçadır.

Bazı kavramlar tanımsızdır, bazı göreceli kavramlarsa binlerce tanıma sahiptir. Aşk, mutluluk ve başarı bu tür göreli kavramlardandır. On binlerce kitap mutluluktan söz eder veya onu tanımlamaya çalışır. Herkesin benimsediği veya kendine has bir mutluluk tanımı vardır. Mutluluk ve zıddı mutsuzluk üzerine yazılan kitapların ve şiirlerin, bestelenen müziklerin, tuvallere çizilen resimlerin, taşa oyulan heykellerin ve çevrilen filmlerin sayısını bilebilmek mümkün mü? Neden mutluluk bu denli merkezi bir duygu rolü oynuyor duygusal örgümüzde?

Sanıyorum yanıt çok basit; çünkü her insan mutluluğu farklı biçimde duyumsuyor, herkesin mutlu olma algısı ve pratiği farklı farklı... Peki, nedir bunun ölçüsü? Mutluluğun karatını veya ayarını gösteren bir mihenk taşı var mı? Bu sorunun yanıtı “evet” olsaydı, mutluluk tüm büyüsünü kaybetmiş ve üzerinde hiç konuşulmayan bir kavram olmuş olurdu, değil mi? Mutluluğu bir fincan kahvede bulanların da, trilyonlara sahip olduğu hâlde bulamayanların da yaşadığı bir dünyada ortak bir mutluluk ölçütü bulmak kolay değil elbette.

Öyleyse bu konuda biraz daha derinleşmek gerekiyor. Bizleri en fazla mutlu eden şeylerin başında ne geliyor dersiniz (veya en çok ne zaman hâlimize şükrederiz)? Ölümcül bir hastayı ziyaret ettiğimizde, cezaevlerindeki kötü koşullarda yaşayanları gördüğümüzde, akıl hastaları ile karşılaştığımızda, sefalet ve pislik içinde yaşamaya mecbur olanlara tanık olduğumuzda mı?..
Böyle anlarda hem hüzünlenir, hem de gizli bir mutluluk yaşarız, değil mi? O hâlde, beynimizin mutlu olduğu ve bizi mutlu hissettirdiği bazı ‘olmazsa olmaz’ları var, diyebiliriz. Benim burada sizlere yardımcı olmak için yapacağım şey bu listeyi oluşturmak, yorumu size bırakmaktır.

Birinci mutluluk kaynağı, ruh ve beden sağlığı yerinde, doktorlara ve ilaçlara ihtiyacı bulunmayan bir insan olmaktır.

İkinci mutluluk kaynağı, beğenilme duygusunu yaşamaktır. Hatta beğenilme duygusu, modern insanda temel bir içgüdüye dönüşmüştür de denebilir. Zira beğenilme, insanları hem hayata bağlayan, hem de başarıya ve yaratıcılığa zorlayan itici bir güce dönüşmüştür. Eğer, dünyadaki tek insan siz olsaydınız, ütülü elbiseler giyer, tıraş olur, makyaj yapar veya tırnak keser miydiniz? Ya da şiirler ezberler, resimler yapar, eşsiz saraylar inşa eder miydiniz? Giysilerinizin markası, ayakkabılarınızın kalitesi veya saçınızın rengi fark eder miydi? Etmezdi; çünkü çevrenizde onları beğenecek ve size övgüler yağdıracak kimseler bulunmazdı da ondan.

Üçüncü mutluluk kaynağı, özgürlüktür. Bir eve, biraz toprağa veya bir vatana sahip olup orada özgürce hareket edebilmek doğal bir ihtiyaçtır. Suç işleyenleri cezaevine kapatmak, en değerli varlığı olan özgürlüğünü yitireceği anlamına geldiği için ağır bir ceza addedilir. Ve kişiler o özgür dolaşımlarını kaybetmemek için cezaevine girmekten şiddetle kaçınırlar. Tabii saygınlık ve sosyal statüdeki kayıp da bu sakınışın nedenlerindendir. Beynimiz kendisinin de, kendisini yaşatacak olan bedenin de özgür olmasını ister. Kaldı ki kaybedilmiş bir özgürlüğü geri almak beynin belki de yaşamak kadar önem verdiği bir uğraş olur. Özgürlük tüm canlılar için bir mutluluk pınarıdır.

Dördüncü mutluluk kaynağı, sevilmektir. Sevilen insan kendini mutlu hissetmekten alıkoyamaz. Sevginin gürül gürül mutluluk veren bir kaynak olduğunu anlamak için sevgiden yoksun ve sevgi alışverişi yapamayan insanların mutsuzluğunu gözlemek yetecektir.

Beşinci mutluluk kaynağı, güç, saygınlık veya ün sahibi olmaktır. İnsanlar bir diplomaya, bir etikete, bir koltuğa veya bir şöhrete sahip olmayı hep istemişlerdir. Bunları elde edemediklerinde ise, onlara saygınlık kazandıracak ve üstünlük komplekslerini giderecek araç olan paraya doğru dümen çevirmişlerdir. Onu da edinemediklerinde, toplumun takdir duygusunu kazanabilmek ve kendilerini yararlı hissetmek için evrensel değerlere sarılmış ve onların şampiyonluğu için çalışmışlardır. Hayırsever olmak, yardım kuruluşlarına katılmak, gönüllü toplumsal görevler üstlenmek vbg.

Altıncı mutluluk kaynağı, başkalarına muhtaç olmadan, en azından temel ihtiyaçları karşılayabilecek kadar bir işe ve gelire sahip olmak veya kendi olanakları ile maddî gereksinimlerini giderebilmeyi başarmaktır. Bu durum, kişide özgüven, gurur ve yeterlilik duygusu uyandırdığı için, çalışmak büyük bir mutluluk kaynağıdır.

Yedinci mutluluk kaynağı, yaratıcılıktır. İnsan beyni monotonluğu sevmez ve tekdüze yaşamdan çabuk sıkılır. Tüm evren aralıksız değişirken, doğadaki her şey her an yenilenirken, beynimiz statik konumda kalmak istemez. Ya evden çıkıp biraz dolaşmak ihtiyacı hisseder, ya ülkelerarası seyahate çıkar, ya sosyal çevresini değiştirir, ya eşyalarını yeniler ya da yeteneklerini kullanarak daha önce yapılmamış yepyeni şeyler yaratmak ister. İnsanın sanat ve bilimle uğraşması, yeni keşifler yapması ve bu sayede kültür ve teknolojinin sürekli evrimleşmesi öncelikle bu nedenden dolayı, yani beynimizin yeni şeyler üretme arzusunun şiddetindendir. Yaratıcılık, insana sürekli çok büyük hazlar yaşatan bir mutluluk kaynağı olagelmiş ve olagidecektir.

Sekizinci mutluluk kaynağı, barış ve esenlik içinde yaşayabilmektir. Genetik kodlarımızda “yaşamak için öldürmek” gerektiğini dikte ettiren kalıntılar olsa dahi, binlerce yıldır sürdürdüğümüz toplumsal yaşam sayesinde barışçıl ve problemsiz gündelik hayatları yeğleyen bir yapı da geliştirdiğimiz ortadadır. İyilik yapıp dost kazanmak, düşmansız, kendi hâlinde veya paylaşımcı bir sosyal yaşantı çoğumuzu mutlu kılmaktadır.
Dokuzuncu mutluluk kaynağı, bilgi ve kültür sahibi olmaktır. Bilen, bildiğini kullanarak iyi sonuçlar alan, bildikleri yüzünden toplumsal beğeni gören ve bildiği için akıl satan veya kendisine akıl danışılan kişiler, yüksek hazlarla dolu mutluluklar yaşamaktadırlar. Nüansları ve çoğu kimsenin farkında olmadığı detayları görmek; en yeni veya en antik bilgileri elde etmiş olmak; bunları kullanmak veya aktarmak, kişiye bir üstünlük hissi tattırdığı için onu mutlu kılmaktadır.

Onuncu mutluluk kaynağı, mutlu bir aileye (başarılı çocuklara ve torunlara) ve övünülecek dostlara sahip olmaktır. Bunlar, kendimizi başarısız görmemizi engeller ve övünç kaynağımız olurlar. “Bir marifetin varsa göster, babanınki ile övünme!” özdeyişi çoğu insanı bu övünçten mahrum kıldığı için rahatsız eder.

On birinci mutluluk kaynağı, mutlu olma sanatını öğrenmiş olmaktır. Kötü bir deneyimden iyi bir enstantane çıkarıp onunla alt ve üst bilincimizi memnun edebilme, iyimser olma, pozitif düşünme, Poliannacılık oynama ve bardağın yarısını dolu görme bizi/beynimizi mutlu kılmaktadır. Dingin bir ruh hâline sahip olan ve kolay kolay ruhsal frekans bozuklukları yaşamayan insanlar, sosyal ilişkilerinde ve özel yaşamlarında diğerlerine göre daha mutlu bir yaşam sürmektedirler.

On ikinci mutluluk kaynağı, beynin kendi amaçlarını gerçekleştirebilmesi ve kendi değerlerini yaşatabilmesidir. İnsanın anlam arayışı ile bulduğu değerler arasında tükenmez bir ilişki vardır. Etik ve ahlâkî değerlerle ilişkisi bulunan kişinin yaşamı, sahip olduğu değerleri kullandıkça anlam kazanır. Zaten beynimiz, yaşamın anlamını bazı değerler edinildikçe ve bunların uygulamada değer bulduğunu gördükçe kavrar ve mutlu olur. Modern felsefeciler ve psikologların birçoğu daha anlamlı ve şükür içinde doyumlu bir yaşam için olumlu alışkanlıklar ve üstün değerler yüklenmek gerektiğinde mutabık kalmışlardır.

Mutluluk sanatının ustası olun, mutlu kalın...


Continue Reading...

Geri kalmadı


İlkin Ayşe kadar güzel ip atlamak istedi.Hiç yanmadan ne güzel atlıyordu öyle. "O yapabiliyorsa ben de yaparım” diye düşündü.

Sonra mini mini bir oldu, kurdelesini Fatma'dan önce takmak istedi,taktı da.

Zeynep üniversite sınavında en yüksek puanı tutturdu mahallede. Ertesi sene onu geçmek istedi sadece.

Üniversitede Yeliz sınıfta iki kez konuştuysa o üç kez konuşmak istedi.

Berrin dans kursuna gitti diye kursa yazıldı, Ali’den önce gösterime giren o ünlü filmi görmek istedi, hem de en ön koltuklara kurulup. Savaş’tan önce o en çok satan kitabı okumalı, Derya’dan daha fazla arkadaşı olmalıydı.

Nilüfer’den önce evlenebilmek için kendisini tanımak isteyen genç adamın elini çabuk tutmasını yoksa bu ilişkinin bir yere varmayacağını söyledi.

Deniz’den daha önce bir çocuğu olmalıydı, oldu da.

Kariyeri Filiz kadar parlaktı.

Bir gün yine bir şeylerden, birilerinden geri kalmadan hayatı sürüp giderken küçük bir şey oldu. Sanki kulakları açıldı, gözleri görmeye başladı, birkaç cümleyle hem de, üstelik kendinden kaç yaş küçük kızından geldi bu yumuşak darbe…O Cumartesi sabahı her şey “normal” başlamıştı oysa. Kendi annesi gibi bir süslü tasın içine su koyup, süslü tarağı içine daldırmıştı. Üç yaşındaki kızı Canan’ı dizlerinin arasına aldı, yumuşacık yanağından bir tane öptü, saçlarını iki örgü yapmak istiyordu. Kız “öyle yapma!” diye tutturdu. “Ama olur mu, bak Sevgi’nin de örgüleri çok güzel, onun gibi yapıcam ben kızıma…”diyecek oldu. Kız iri gözlerini annesine dikti, yalnızca şunları söyledi: “Sevgi yapabilir… Ben sevmiyorum, bana keçi kuyruğu yap!…” “Deli kız”diye geçirdi içinden, elindeki tarağı sinirle kanepeye fırlattı. “Yapmayacağım saçını işte, öyle papaz gibi gez!” İktidar onda gibiydi.Geri kalmamıştı kızından, işte hemen bir cevap yapıştırmıştı. Ama içi rahat değildi. Bu kız ona hiç benzemiyordu hiç. İçini kemiren soru ise şuydu: “Ya kendisi, kendisi kime benziyordu?”

Resim: http://www.deviantart.com/print/2664986/

Continue Reading...

Söz etme Öyle

Diyorlar ki; ''olmuyor bak böyle. Yine yok yazılacaksın hep birlikte yaşayacağımız güzelliklere, tarifsiz coşkuya..Milyonların tek yürek olduğu zamanları, yokluğunla bir eksik paylaşırken..Böyle değildi sözümüz..Aş engelleri de gel işte. Bekliyoruz İzmir’de....'' Demesi kolay nasılsa, sitem etmeyin öyle...Ben istemez miyim canım İzmir'imi görmeyi, Karşıyaka'da kağıt helva yiyerek imbat kokusu almayı, Kordonboyu'nda faytonla gezmeyi, Bornova'nın her mevsim değişen renk cümbüşü çiçeklerinin güzelliğini izleyerek sahilde yürümeyi...Ben istemez miyim, ''Teleferik''te, yeşillikler ve çam gölgeleri altında ciğerlerime temiz havayı doldurup, yükseklerden kuşbakışı İzmir güzelliklerine bakmayı..

Artık bizlerle olmasa da saygıya anılan ismi ve hizmetleri ile İzmir, İzmir'liler başta olmak üzere Türkiye'nin sevdiği ve unutmadığı Ahmet Piriştina'yı denize karşı türkülerle özellikle de Yavuz Bingöl ve Edip Akbayram'la anmayı...
Ben istemez miyim, Çeşme'de, Bodrum'da, Ege'nin mavi sularının güzelliğinde yakamoz ve dalga sesleri vokalinde, ''Bodrum'' ve ''Güllerin İçinden'' başta olmak üzere sevdiğim şarkıları söylemeyi, ya da dinlemeyi.

Balık eşliğinde Narlıdere'ye, Urla'ya selam göndermeyi, Tanju Okan'ı saygıyla, denizci selamıyla anmayı...

Ben istemez miyim, dürüst siyasetçi olduğu kadar, renkli ve çok yönlü kişiliğiyle gönüllerimizde farklı yeri olan politikanın ''İsmet ağbi''si İsmet Sezgin'in ''Söz etme öyle İzmir'den'' diye başlayan şiirini okumayı. Ben istemez miyim, Attila İlhan, Karşıyaka'dan, ait olduğu yerden, imbat'ı soluyarak, başında kasketi ile selam verirken , ''Sisler Bulvarı''na karşı ''Gazi Paşa''aydınlığında 19 Mayıs coşkusunu yaşamayı...

Ben istemez miyim, ''Çökertme'' eşliğinde ''Ege Zeybeği'' oynayan, efelerin seyrinde, ''Sarı Zeybek''in en çok yakıştığı, Mustafa Kemal Atatürk'ü görmeyi...İsterim arkadaşlar hem de çok isterim...Kelimelerin yeterli gelmediği İzmir sevgimi yaşamayı, sayamadığım güzelliklerini yerinde anmayı, birbirinden değerli sanatçılarının eserlerini dost sohbetlerinde fasıllarla geçmeyi, Ege’nin karşı kıyısından gelen ''Sirtaki'' selamına, ''Zeybek''le karşılık vermeyi, Ali Kocatepe, Sezen Aksu nağmeleriyle uzak diyarlara gidip gelmeyi, imbat'ı doyasıya solumayı çok isterim. O halde sitem etmeyin bana ''gelmiyorsun, yok yazılıyorsun, bir eksiğiz'' diyerek. Küçük bir olasılık varken karamsarlık denizinde boğmayın sözlerinizle. İsmet Sezgin'inde dediği gibi, ''Söz etmeyin öyle İzmir'den''. Daha çok üzülürüm sonra. ''


SÖZ ETME ÖYLE İZMİR'den
Söz etme öyle İzmir'den !
Deme öyle:
Mavi mavi duygulanıyor insan.
Bozkırdayım, biliyor musun?
Sense,
Toprağında yağmur kokusu,
Başın göklere ermiş,
İmbat'ı soluyorsun,
İzmir'i özümsüyorsun.
Söz etme öyle İzmir'den !
Kordonboyu sicim sicim bir yağmur,
Titreyen ışıklar havada,
Deniz sütliman karanlığında....
Deme öyle:
Bozkırdayım,
Toprağına ısınmayan bir bitkiden farksızım.
Sense,
Bir İzmir diyorsun!
Söz etme öyle İzmir'den!
Deprem kopuyor içimde,
Sökün ediyor bir bir anılarım.
Düşüp yollara sonra sonra,
Bölük pörçük unufak,
İzmir'i arıyorum,
Seni arıyorum."

İsmet Sezgin''


resim kaynağı: www. izmir.gen.tr sitesidir.
Continue Reading...

Kelimelere kurulan hükümranlık

Yazmak bir cehennemdir bazen. Ateşten kelimelerin üstünde dans eden bir ateş dansçısı kesilirsiniz. Yazının derin uçurumlarına düşmek, acıyla harlanan sevinçle yanan kor ateşlerin üstünde gezinmek ve bu yakıcı hazzı paylaşabilmek sadece kelimelerin esareti altına gönüllü giren bir yazı işçisinin alacağı tattır.

Kimi zaman, bir kelime, işaret fişeği gibi çakar aklınızda. Bir cümle, tempolu bir günün ortasında zınk diye duraklatır ritminizi. Bir anlam, yeni ve başka diyarlara açılan yollara sürüklemek, bütünleşmek, daha açık hale gelmek için kıvranır durur zihninizde. Bir küçük sözcük konar da, öter durur dağarcığınızda.

Kekremsidir kimi; acıdır. Ama en okunası satırlar onların tadına bulandığınızda çıkar.
Kırık döküktür, yüklüdür.Dökmek istersiniz beyaz sayfalara meramınızı. Çift kamburla dolaşmak gibi huzursuz edicidir.
Kelimelere gebeyken bir cümlenin doğumuna tanıklık etmek yetmez, aklınızdan parmaklarınıza akan cümleleriniz evlatlarınızdır ve büyümesine, serpilip boy vermesine tanıklık etmek istersiniz. Cümleleriniz kadar büyük, o kadar küçüksünüzdür.

Dökülürken ortaya kelimeler kendi aciziyetinizin, gücünüzün, korkaklığınızın ,cesaretinizin, hazzınızın, öfkenizin, düşüncenizin, aptallığınızın, aşkınızın… parıltılarını görmeye başlarsınız.
Kimi zaman cellat olur katledersiniz satır satır yazdıklarınızı.Yazmak hep yeniden başlamaktır.

Sadece yazmaktır bazen aslolan.Yazmak akıtır zehrinizi.Mutluluk yaşanır mutsuzluk yazılır.
O sonu gelmeyen mecrada en zoru ilk cümlenin çatılmasıdır. Harfler bir siluetken canlanıp heceye döküldüğünde, kan kokusunu almış kurtlar gibi iflah olmazsınız artık, gelir gerisi. Kelimeler cümlelere, cümleler paragraflara döker içini. Siz bu akışa dur diyemez bırakırsınız kendinizi.

Yazmak sonunu bilmediğiniz bir masal yaratıp kâh onun kahramanı, kâh kötüsü olmaktır.
Kendi dramınızı, komediye çevirebilme gücünü bahşeder size. Cümlelere kurduğunuz hükümranlıktır.
Gizlerle dolu bir ormanda sizi neşeli renklerle kendine çağıran ürkek bir kelebektir çağrışım.Düşürür peşine. Tıknefes, düşe kalka yakalamaya uğraşırsınız. Bazen küser o kadar uzaklara gider ki, hiç uğramaz eliniz kalem tutmaz. Yazmak tek başınalıktır. Kağıt en sır , ağulu satırlarınızı taşıyan bir dost, kaleminiz sırdaş olur çıkar.…İkisiyle hep dertleşmektir yazmak.
Bir kez düştü mü içinize derdiniz, ‘çağrışımlarla ödeşemez’ kağıdı atlastan patiska bilir koşturdukça koşturur kaleminiz.


Continue Reading...

Blogger templates

Blogroll

About