19 Ekim 2008 Pazar
SERBEST RADİKALLER SAYI 25
Loto oynayan adamlar- FULYA
Yan tarafta bir kaç adam durağa doğru uzayan bir kuyruk oluşturmuş durumdalar. Gözüm onlara takılıyor. Güneşle didişmeyi bırakıp dikkatimi onlara yöneltiyorum. Kuyruğun önüne çeviriyorum başımı. Yukardaki tabeladan kuyruğun sayısal loto kuyruğunu anlıyorum. Ard arda dizilmiş sessizce bekleyen genç, yaşlı bu adamlar, ellerinde birer kupon, kalplerinde küçük bir ümit, akıllarında şu an sahip olamadıklarına sahip olmanın hayali öylece duruyorlar.
En sondaki adam hemen yanı başımda duruyor. Ağırlığını tek bacağına vermiş elindeki kuponu inceliyor. Rakamları bir bir gözden geçiriyor. Onlara güveniyor belli ki. 50-55 yaşlarında olmalı. Saçları kırlaşmış. Kalbinde neyin umudu, aklında neyin hayali kim bilir? Bir ev mi, bir araba mı ya da çocukları için iyi bir gelecek mi? Belki de hiç gidemediği yerlere gitmenin hayalini kuruyordur.
Kır saçlının hemen önünde genç bir adam duruyor. Elinde bir tomar kupon var. Bütün parasını yatırmış olmalı. O daha ışıltılı bir yüze sahip. Daha genç olduğu için muhtemelen. Onun umudu çılgınca yaşayacağı bir hayat üzerine kurulu olmalı. Spor bir araba, etrafında bir birinden güzel kızlar. Belki ilerde patronu olacağı bir iş. Tabii yeterince eğlendikten sonra. Sol bacağını sallayıp duruyor genç adam. Heyecanlı mı? Yoksa acelesi mi var? Kim bilir?
Kuyruk yavaşça ilerliyor. Kimse şikayet etmiyor. Güneşin altında bekleyen bu insanların bedenleri orada belki ama akılları çoktan başka yere kaçıp gitmiş durumda. Sessizce bekliyorlar. Sıranın onlara gelmesini ve hayallerinin gerçek olmasına bir adım daha yaklaşmayı.
Aklım bu kentte kaç loto bayii olduğuna takılıyor. Her birinin önünde böyle kuyruklar oluyor mu? Eğer oluyorsa 6 küçük rakama bağlanan pek çok insan var demektir. Bu içimi burkuyor. 6 rakamdan bekleneni hayat onlara vermiyorsa bu insanlar elbette böyle incecik dallara tutunurlar. Kazandıkları para sadece karınlarını doyuruyorsa bu insanlar elbette 6 tane rakamı yüreklerinde sevgiyle taşır ona bağlanırlar.
Bu bir heyecan yaşama durumu mu yoksa umut bağlama durumu mu çok da emin değilim aslında. Loto oynayanlar hakkında duyduklarımı ve loto oynayan arkadaşlarımı düşünüyorum. Lotoya büyük paralar yatırıp kazanamayınca çöken insanları gördüğümü anımsıyorum. Rüyasında rakamlar görenleri, oynadıkları kupon üzerine dualar okuyanları duyduğumu anımsıyorum.
Loto oynayan adamlara bakıyorum. Onların yorgun sessiz yüzlerine, bazılarının ışıldayan "bu sefer olacak" diyen gözlerine bakıyorum. İçim burkuluyor.
Kuyruk uzuyor. Ben onlara bakmaya devam ediyorum. Kasadaki adam umursamazlıkla insanların umutlarını makineden geçiriyor ve onlara bir kağıt parçası uzatıyor. Para alıp üstünü veriyor.
Dolmuş geliyor. Ben binerken bir kaç kişi iniyor. İnenlerden biri kuyruğun sonuna geçiyor. Göğüs cebinden kuponları çıkarıp eliyle şöyle bir düzeltiyor ve içinden kimbilir neler geçiyor.
Şans kuponların üzerinde dolaşıyor ve kimse bilmiyor hangi rakamların üzerinde duracak. İnsanlar sessizce şansın kendi kuponları üzerinde durması için bekliyorlar. Belki bu sefer olur diye, şans onlara güler diye...
Sadece 6 küçük rakam... Umudu sırtlarında taşıyor...Ve insanlar bekliyorlar... Şans onlara gülsün diye...
Salıdan tükenmek, hipnoz vs vs vs- KEREM OĞUZ
Fotoğraf: http://www.turkiyeninsitesi.com/n/sayfa_resimleri/200862304835GCGLNDZRLOIDXFR.jpg
18 Ekim 2008 Cumartesi
Dünyaya gelmek hüner değildir- MEHMET SAĞLAM
Yüksel ki yerin bu yer değildir, demiş Namık Kemal.
Ne de güzel demiş... Sadece anababası çocuk istediği için dünyaya gelen bir bebeğin ne denli hünersiz, ne denli anneye muhtaç olduğu daha ilk dakikadaki çaresizliği ile kendini göstermiyor mu zaten.
Bireyin hüner edinmesinde pek çok etken rol oynar: genetik mirası, çevresi, deneyimleri, eğitimi vbg. Kişiye düşen görev iç ve dış koşulların ona sağladığı olanakları maksimize etmek, yani mevcut potansiyelinden limonu sıkarcasına yararlanmaktır.
İdealist bireylere düşen ise, sanatın ve bilimin sağladığı olanaklarla donandıkça yaratıcılığını besleyip büyütmek ve hem milletine, hem insanlığa daha önce yapılmamış şeyler sunarak, insanlığın refahını ve kültürel evrimini daha da ileriye taşımaktır.
Şöyle de diyebiliriz: İnsan hayal gücünü genişlettikçe; özel yeteneklerini ortaya çıkarıp kullandıkça; el ve beden hünerlerine yenilerini kattıkça; sezgilerini geliştirdikçe; ruh ve beden sağlığını korudukça; duygularını yaşatıp denetleyebildikçe; kültür, sanat ve bilim ürettikçe; ahlâkî ve etik değerler yüklendikçe ve sınırlarını zorlayıp kapasitesini genişlettikçe yücelir.
İdeal olan bu iken: bütün bu güzelim değerleri elinin tersiyle iten, yan gelip yatan, ne kendine ne de çevresine bir yararı olmayan insanların sayısı hâlâ o kadar yüksek ki... Dünyaya gelmiş olmanın amacını ve hazzını bilmeyenler, kendine hiçbir katma değer yüklemeyenler, bir tek kitap okumamış veya hiçbir müzeye uğramamış olanlar o kadar çok ki...
Onlara, dünyaya gelmiş olmanın bir hüner olmadığını, esas hünerin “bir günün diğerine benzememeli” tavsiyesinde gizli olduğunu nasıl anlatmalıyız, bilemiyorum. Sizin bu konuda bir fikriniz varsa, lütfen yorumlara ekleyin.
Vapurda- NECDET REHAVET
Ekim böyle mi gelecektin? NİLGÜN
Kuşlu Bahçe’nin çaylı , tostlu, küçük aile muhabbetinin içindeyim de ruhum karışık!Güneş kaçıyor bulutların ardına kuzeyin acı rüzgarına dayanamayıp, biz de kalkıyoruz. Eve dönüş, adımlarım sakin, içimde fırtınalar !
Ne yapmalı? Şu birden bastıran ekim soğuğuna! acil önlem almalı! Evet dolabım, giysi dolabım başka bir düzene girmeli artık! Kış geliyor, sıcak yaz günleri bitti, üşüyorum!
Boşalt, düzelt, yıkanacaklar tarafına ayır bazılarını, toparla! Hadi durma , aklını toparlayamasan bile dolabını toparlarsın , onu becerebilirsin! İndir , kaldır, düzelt çekmecelerini! Zihninin içindekileri düzenleyemesen de dolabının çekmecelerini düzeltebilirsin! Hoş kokulu bir sabun çıkar mesela çekmecenin birinden , bildik bir şey ama sen ona ne koca anlamlar yükledin, bir el emeği bileklik mesela, tut koluna şöyle bir , dal git derinlere! Midye mi toplarsın, gemi mi batırırsın bilmem, koy usulca bir yere , her şeye rağmen gülümseyeceğin bir gün yine bakarsın hatta bileğine takarsın!...
Dön bak şu dünyaya, insan insanı öldürüyor, sömürüyor, bombalıyor, kandırıyor, seviyor , ağlatıyor…..yapıyor işte bunların hepsini yapıyor! Kadim zamanlardan gelen bilgelik neresinde bu hayatın, verebilmek alacağını düşünmeden , şefkat gösterebilmek, kucaklayabilmek insanı , her canlıyı hatta evreni , neresinde bu dünyanın? …
Dönüyorum içime, sen bu soruların yanıtlarını bulamazsın diyorum , kimse bulamaz hatta. Bulmak istemez!...
Sonra birden Mevlana geliyor zihnimin içine , öyle yüce , öyle sakin, öyle derin oturuyor! Çekmeceler, dolaplar, acı tatlı anılar, yalanlar, gerçekler, sevgiler, çaresizlikler…..içimdeki yaman fırtına usulca uzaklaşıyor. Hızla aramaya başlıyorum ; bilgiler sıralanıyor peş peşe. Okuyorum , sakinleşiyorum, düşünüyorum , dinginleşiyorum. En çok da aklıma o eşiz değerdeki 7 öğüdünü yazıyorum.
‘Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol
Hoşgörülülükte deniz gibi ol
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol’
Mevlana Celaleddin-i Rumi
Ekim ayı soğuk, sağanak yağmurlar, fırtınalar, acılar, haksızlıklar ….hayatın sahnesindeki gösterilerine ara veriyorlar , gözyaşı ve hüzün perdesi kapanıyor bir süreliğine! Dudaklarım söylemese de içimdeki ses usulca dile geliyor: Ben Mevlana’ ya gideceğim, diyorum!…
Brooklyn Çılgınlıkları- ÖZLEM AKAYDIN
Can Yayınları tarafından basılan Brooklyn Çılgınlıkları’nı dilimize Seçkin Selvi kazandırmış.
Nathan Glass eski bir hayat sigortacısıdır ve kanser hastasıdır.
Hayata tutunamayanların da arasındadır.
Başarısız ve mutsuz geçen bir evlilik yapmış, sevmediği bir işte yıllarca çalışmıştır. Kendinde olumlu gördüğü tek yanı ise, bitmek tükenmek bilmeyen edebiyat tutkusudur.
Ölmek için kendine seçtiği yer ise Brooklyn’dır.
Brooklyn’i seçmesinin en önemli sebebi, burada kimse tarafından tanınmıyor olmasıdır ancak kısa bir süre sonra, yıllardır görmediği kayıp yeğeni Tom Wood ile karşılaşır. Tom da dayısı gibi bir edebiyat tutkunudur ve bir kitap evinde çalışmaktadır, Tom’un, yaşam koşullarının Brooklyn’e sürüklediği Harry Brightman adlı bir patronu vardır.
Kısa süre içinde üçlü arasında inanılmaz bir sohbet imkanı doğar. Sohbet edebiyat kökenlidir.
Kanser hastası, günleri sayılı Nathan Glass bu sohbetlerin sonrasında, ömrünün son anlarını yaşamaktayken kendini ufku daha da genişlemiş, farklı düşünceler içinde bulacaktır.
Paul Auster, Brooklyn Çılgınlıkları’nı, kendine özgü üslubuyla, bütün dünyayı ayağa kaldıran 11 Eylül saldırısıyla da ilişkilendiriyor. Finalini de bu ilişki doğrultusunda bitiriyor. Bu bağlantı nasıl mı sağlanıyor? Onu söylemeyelim. Okurlara bırakalım.
Bu Dünyadan Nail Çakırhan Geçti-TUĞBA
Simli Çoraplarım- YEŞİM ÖZDEMİR
Meyhaneleriyle ünlü bir sokakta , bir lokantanın kadınlar tuvaletinde gördüm bir diğerini… Aynanın karşısında dikkatle kendisini inceliyordu. Kayıtsız gözlerle bana da göz atmaktan geri kalmadı bu kısacık zaman dilimi içerisinde. Kot pantolonum, makyajsız yüzüm ve dağınık saçlarımla pek sıradan görünmüş olsam gerek, bakışlarını kendisine çeviriverdi tekrar. Parlak mavi türbanını düzelti önce. Saçının tek bir telinin bile görünmediğinden emin olduğunda, sıcaktan dağılmış göz makyajını düzeltmeye başladı. Özenle koyu ve kalın birer çizgi çekti kirpiklerinin dibine; rimelle kirpiklerini kıvırdı ve boyadı simsiyah. Nar çiçeği rengi rujunu tazeledi sonra. Mavi, sarı ve turuncu renklerle bezeli tuniğinin düğmelerini kontrol etti. Artık masaya dönmeye hazırdı. Kendisine gülümsedi ve aynı anda tuvaletten çıktık. Dimdik tuttuğu başıyla bütün dikkatleri üzerinde toplayarak masaların arasında yürümeye başladı. Ben mi? Sessiz sedasız yerime geçtim; hiç kimse fark etmedi bile varlığımı…
Topkapı Sarayı’nın bahçesinde gördüm bir çoğunu; belki aynı kadınlardı, belki de değil… Nereden bileceğim ki? Hepsinin de yüzleri simsiyah peçelerin arkasında gizliydi. Yıllar öncesine ait saray bölümlerini gezerken Harem’de, geçmişle günümüz birbirine karışıp ironik bir hal aldı dört karısıyla gezen adamı gördüğümde. Bir tanesi, su içmek için peçesinin ucunu hafifçe kaldırıp, dudaklarını göstermeden su içmenin çabasındaydı Ağustos sıcağında… Yaramaz rüzgar oyun oynadı bir diğerine. Siyah çarşafın dizden aşağısı açılıverdi bir anda. Sanki bir röntgenciymişçesine bakmadan duramadım o açılan bölüme. Kısa paçalı bir pantolon ve altında simle işli beyaz çoraplardı gördüğüm. Bir an için simli beyaz çorapların gün ışığına kavuşmak için isyan ettiğini hayal ettim kendimce. Öyle ya ; ışık olmayan yerde simin ne anlamı vardı ki?
Erkek hastayı muayene etmeyi kabul etmeyen kadın hekimler gördüm. Ettikleri yemini hiçe saymış, insan olmanın anlamını yitirmiş, yobazlığın denizinde boğulup gitmişlerdi. Kadın olduğumdan, tokalaşmak için onlara uzattığım elimi havada bırakan öğretmenler gördüm. Çocuklarımızı yaşama hazırlasın, onları bilgili ve çağdaş yetişkinler haline getirsinler diye gönderdiğimiz okulların öğretmenleri. Usulsüz yapılıp, yerle bir olan dini eğitim veren kursların yıkıntılarının altından çıkarttıkları gencecik evlatlarının cansız bedenlerini toprağa verip, suskun ve şaşkın öylece kalakalan insanlar gördüm. Ramazan ayında oruç tutmadığı için dövülen üniversite öğrencilerini, etekleri kısa diye bacaklarına jilet atılan ya da asit dökülen kadınları gördüm sonra. İbadet de kabahat de gizli olmalıydı hani? Cuma namazlarını gövde gösterisi haline getirenler, kameralar karşısında dua edip iftar sofrasında poz verenler ne yapıyor o zaman? Maaşa bağlayıp örtünmeyi ya da oyu garantileyenler, cennet vaatleriyle insanları kandıranlar, üfürükçüler, muskacılar… Sevgiyle değil de korkuyla dini zorlamak neden?
Anneannemin ve kırsal yaşam süren bir çok kadının baş örtülerini gördüm ben; yemeninin kenarından omuzlara inen kınalı örgüleri… Kadın erkek omuz omuza oynanan halk danslarında, bir ağızdan söylenen türkülerde hep bir öykü yok mudur hayata dair? Annemin gençlik fotoğraflarını anımsadım sonra; mini etek ve yüksek mantar topuklu ayakkabılarla gülümseyen yüzünü . O fotoğrafların çekildiği kentte, artık bırakın mini eteği, kısa kollu gezenlere bile ayıplar gözlerle bakılıyor aradan 30 yıl geçmişken. Sosyal yaşamın vazgeçilmezleri olan sinemalar ve tiyatrolar kapanıyor birer birer. “Alkolsüz Aile Lokantası” gibi bir tanımlamayı hayretle okuyorum bir başka ilçedeki lokantanın tabelasında.
Herkesin bir zamanlar birbirine gösterdiği hoşgörünün yerinde artık yeller estiği bir gerçek. Bir çok insan, kendi doğrusunu dayatarak olması gerekeni gerekirse zorbalıkla hayata geçirmenin derdinde. “Gelecek “ kavramının önünde giderek yoğunlaşan kocaman kapkara bir bulut var adeta. Yaşadığım ülkeyi tanıyamaz olmaya başladım ne yazık ki. Din gibi hassas ve tartışmaya çok da açık olmayan bir konu üzerinden çevrilmeye çalışılan dolaplara “dur” demek gerekmiyor mu artık? Gerçek dindarlarla, sadece öyleymiş gibi davranıp kendilerine bir şekilde kazanç sağlamaya çalışanların ayırdedilmesi gerekirken, öylece olanı biteni izleyerek büyük bir yanılgının tam eşiğinde miyiz acaba? Yoksa bizler büyük bir gaflet uykusunda, gelecek yerine geçmişe mi yürüyoruz hızlı adımlarla ?
12 Ekim 2008 Pazar
SERBEST RADİKALLER SAYI 24
Yanımda Gazete Taşırım- KEREM OĞUZ
Genlerin Esiri miyiz? MEHMET SAĞLAM
Yabancı Dil ve Sözcük Algılamaları- NİHAL YETKİN
Ankara'da Oktoberfest- PİRMETE
Karışık Yabancı- SERDAR ÖZDEMİR
Sisler Bulvarında Atila İlhan- TUĞBA
Hüznün Soluğu; Hümeyra- YEŞİM ÖZDEMİR
Yol- FULYA
Her insan o tam olma noktasına değişik yollardan geçip geliyor. Elbette herkes yolu tamamlayamıyor kimi pes ediyor, kimi yolda kalıyor. Ruhunun öğrenme noktaları nerdeyse hayat o noktaları buluyor ve ona göre sınavlar hazırlıyor. O sınavları geçen geçiyor, geçemeyen "normal" bir şekilde hayatına devam ediyor.
Mesela seni acıyla imtihan ediyor. Acılar da bin çeşit oluyor. Sabrını deniyor, gücünü deniyor, kalbini deniyor ve kötülüğe meylini deniyor. Acının sana, senden ne kaybettirdiğini ölçüyor ya da sana ne kattığını.
Ve seni sürüyle deniyor. Ne kadar kara koyun olabilirsin onu ölçüyor. Ak koyunlar bir tarafa doğru yol alırken sen karşı tarafta yükselen güneşe doğru ne kadar yürüyebilirsin ona bakıyor. O ışıkları içine nasıl doldurduğuna bakıyor. Pisliğe bulaşmadan, göğsünü gere gere nasıl karşı bir duruş sergilediğine bakıyor. Yalnızlığa dayanamadığın için geri dönüp, karanlığın içinde o ak koyunlarla birlikte ve bir olup olamayacağına bakıyor.
Seni gözyaşlarınla deniyor. Ne kadar gözyaşı döktüğüne değil nelere göz yaşı döktüğüne bakıyor. O çok değerli yüzüğünün çalınmış olmasına döktüğün kilolarca gözyaşındansa, o masum çocuk yüzünün sonsuza dek kapalı kalacak gözlerine döktüğün bir damla gözyaşını değerli tutuyor.
Seni içindeki sevgiyle ölüçüyor bir de. Tek bir adama ya da tek bir kadına duyduğun gelir geçer aşkla değil tanıdığın ve tanıyacak olduğun tüm insanlara olan sevginle ölçüyor. Sokaktaki bir çocuğun başını okşamanla ölçüyor, sadece kendi çocuğununkini değil.
Seni öfkenle ölçüyor ya da. Ne kadar dilini tutabildiğinle. Öfken içinde bir volkan gibi kaynarken ne kadar duru bir su gibi olabildiğinle ölçüyor. Dişlerini gıcırdatmadan karşındakine gerekli ve yerinde bir kaç söz söyleyip söylemediğinle ölçüyor.
Ve seni hayat denen o uzun yolu nasıl yürüdüğünle ölçüyor. Ayağının altındaki her taşın her kumun değerini bilip bilmediğinle. Umursamazca çiğneyip o yolu, ardında bıraktığın o küçük yaşamı nasıl anımsadığınla ölçüyor. Yanına aldığın ve tüm o yol boyunca sana eşlik eden değerli ve parıltılı erdemlerle ölçüyor. Yeşil kağıt parçaları ya da altın, yakut, elmas gibi değerli taşlarla değil.
Yol uzun ömür kısa. O kısa ömürde kendi gerçekliğini ve değerini ne kadar sağlamışsın onunla ölçüyor hayat seni.Ve hayat seni, senle ölçüyor. O uzun yolda ve o kısacık zamanda ne kadar sen olmuşsun ve hayatına neler sığdırmışsın onunla ölçüyor.
Velhasılıkelam; Yol uzun ömür kısa... Tek önemli olan ise nasıl yürüdüğün...
Yanımda Gazete Taşırım- KEREM OĞUZ
Genlerin Esiri miyiz? MEHMET SAĞLAM
Determinist birer mekanizma olan genler, belirsiz birer eylem olan davranışlarımızı ve düşüncelerimizi etkiliyorlar. Buna karşın özgür düşünce ve davranışlarımız da genlerimizin mekanik yapısını değiştirebiliyor. İçinde böylesine belirsiz ve hercümerç bir etkileşimin olduğu bir sistemde, mekanik ve determinist bir mekanizmanın yaşamasına olanak yoktur.
Newton mekaniğine göre, tüm evren kurulu bir saat gibi hareket eder ve içindeki her şey bilardo topları gibi önceden belirlenmiş yönlere doğru gidip gelirler. Bu etki-tepki mekanizması determinist bir oluşumdan başka bir şey değildir.
Neyse ki Newton bu konuda yanılmıştır; evrende aslında bir kaos yaşanmaktadır. Bu kaosu Heisenberg, Belirsizlik İlkesi dediği bir kavramla açıklamaya çalışmıştır. Heisenberg, Mikro-Makroevren’de hiçbir şeyin belirli, yani determinist olmadığını savunur. Fakat Kaos Teorisi’ne kulak verirseniz, Newton’un da, Heisenberg’in de haklı olduğunu görebilirsiniz. Yani: Kaos gibi görünen bir sistemi oluşturan elemanlar veya olaylar arasındaki ilişki o kadar çok ve karmaşıktır ki, sistemin parçalarını teker teker belirleyip isimlendirseniz dahi, olayların sonucunu kestirmeniz yine mümkün olmayabilir. Ve en basit kurguya sahip sistemlerden bile çok karmaşık sonuçlar çıkabilir. Örneğin yağmurun nasıl yağdığı ve kar tanelerinin nasıl oluştuğu artık iyice belirlenmiştir; fakat bunların ne zaman, nerede ve ne miktarda yağacağını hiç kimse kesinkes bilemez; ancak bazı tahminlerde bulunabilir. Serbest ekonomi piyasaları da böyle bir sistemdir. Öğeler gerekirci, ama sonuç belirsizdir.
İnsan davranışları ve kişilik arasındaki ilişki de böylesi bir karakteristiğe sahiptir. Hiçbir insanın bir dakika sonra nasıl davranacağını bilemezsiniz. Buna rağmen, insanın davranış kalıpları uzun vadede ortaya çıktığı için, onun kişisel özelliklerini kestirmek kolaylaşır. Meselâ benim bu akşam ne zaman yemek yiyeceğimi veya yiyip yemeyeceğimi bilemezsiniz; ama gelecek 3 gün içinde mutlaka bir şeyler yiyeceğimi tahmin edebilirsiniz. Aslında yemek yiyebilmem birçok determinist etkene bağlıdır: Açlığımı genler belirler; yemeğimi hava koşulları, çiftçiler ve bitkiler; yemek zamanımı ise sosyal ve biyolojik koşullarım.
Bu genetik ve dışsal koşullar benim yemek alışkanlığımı belirler; fakat yine de zamanı hakkında tam bir tahmin yürütmenize olanak vermez. Ama eninde sonunda mutlaka bir şeyler yiyeceğimi bilirsiniz. İşte bu da bir determinizmdir. Benim özgürlüğüm, determinizm ve belirsizlik limitleri arasında kalan bu alanda ortaya çıkar. Yani özgürlük, uçlardaki siyah ve beyazda değil, aradaki gri tonlardadır.
Acaba bu siyah ve beyaz renklere de esaret mi diyoruz:
Hayır. Bence şöyle düşünmek lazım: Dış koşulların veya diğer insanların bana empoze ettiği determinizm özgür irademe her zaman ters gelir. Buna kötü determinizm diyebiliriz. Bunun yanında, kendi genlerimin ve kendi düşüncelerimin bana empoze ettiği determinizm bana iyi gelir. Buna da iyi determinizm diyebiliriz.
İşte, özgürlük, aslında iyi determinizmin ta kendisidir: Kendi limitlerimizi anlayıp kabullenme ve bu sınırlar içinde kendi seçeneklerimizi yaşamaktır. Bizi bu seçeneklere sahip çıkmaya iten nedenler de hem genetik, hem de kültüreldir; bir başka deyişle, Biyolojik ve Sosyal Bilinç’tir. Çünkü genler kendi şifrelerini kullanmak istedikleri için, bizi başka genlere ve geleneklere sahip insanların emirlerine karşı çıkmak için güdümlerler. Örneğin, yardım istemeyen insanlara yardım eğmeyi istekle yaparız; fakat bize emreden insanların işlerini ya savsaklar ya da zorla veya stres altında yaparız. İşte bu nedenledir ki, emir altında olan insanlar daha fazla strese girerler ve o yüzden daha yüksek kalp hastalığı riski taşırlar.
İnsan olarak hepimiz, davranışlarımızı da etkileyen bir genetik determinizm sahibiyiz. Bunun adını “Ben” koymuşuz. Ama Yunus’un dediği gibi, “Bende bir ben var, benden içeru...” İşte o ben, bence, “Kolektif Ben”dir.
Bütüncül düşünceyle kalın...
Yabancı Dil ve sözcük algılamaları- NİHAL YETKİN
Çat pat yabancı dil bilen biri için yabancı dil bilmek çocuk oyuncağıdır. Turistle konuşuyordur, derdini anlatıyordur ya, daha büyütecek ne vardır bunda? Bir-iki sözcükle karşıdaki onun derdini anlıyordur ya ondan mutlusu, başarılısı yoktur. Kendi dilindeki sözcüğü yabancı dildekilerle birebir karşılaştırma peşindedir ve sözlükle her şeyi halledebileceğini düşünür.
Karışık Yabancı- SERDAR ÖZDEMİR
Yazıya geçmeden önce kasetin üzerine tıklayın...
1980'li yılların başları ve ortaları okuldan arta kalan zamanımın çoğunu ağabeyimin kasetçi dükkânında geçirirdim... 80'ler müzikle ilgili bir döneme atfedilen son 10 yıllık süreçti sanırım; 50'ler, 60'lar, 70'ler ve 80'ler... 90'lar müzik açısından bu etkiyle vurgulanmamıştır hiçbir zaman… Sadece müzik değil, aslında toplumsal hayatın herhangi bir alanında da 90’lara belirgin bir atıf yapılmaz örneğin… 60’lar, 70’ler, 80’ler sosyokültürel hareketliliği ile toplumsal belleğe kar kalmışken, yeni dünya düzeninin yerleşik hale geldiği 90’lar yalnızca birilerinin cebine kar kaldı sanırım…
70'lerin kültü 45'lik plakların yerini alan 33'lük Long Play(uzunçalar)'lerin son demleri, kasetlerin ise altın çağıydı 80'ler... Kasetçaların, plak çalan pikaplara göre hem daha pratik kullanımı, hem de ucuzluğu nedeniyle, müzik kasetlerine büyük bir rağbet oluşmuştu bir anda… Bu yeni teknolojinin kolay ulaşılırlığı ile evlerimizdeki, mahalle kıraathanelerindeki transistörlü radyoların yerlerini kasetçalarlar almıştı artık…
Ağabeyim Long Play'lerden kasetlere şarkıları kopyalardı (korsanla ilgili yasal bir düzenleme yoktu sanırım o yıllarda)... Bazen bir Long Play’in tamamı, bazen de birden fazla Long Play'den şarkılar seçilerek, "karışık" dediğimiz kasetlere kopyalanırdı; Karışık Arabesk, Karışık Taverna, Karışık Yabancı vb... Bir de enstrümantal (sözsüz) parçalar vardı ki, bunların kopyalanan kasetlerin ilk ve son şarkıları olması işin jargonundan gelirdi... Sonra bu kopya kasetler çoğaltılır ve Tuğrul Müzikhol'ün cam raflı vitrinindeki yerlerini alırlardı… Benim dükkândaki en önemli görevim, FACIT marka daktiloda kaset kutularından çıkan katlanmış, kalın, parlak kâğıtlara, kasette yer alan şarkıları liste halinde yazmaktı… Aynı kasetten birden fazla kopyalandıysa, her biri için kaset kâğıtlarının arasına karbon kâğıtları koyar, en alttakine de çıksın diye daktilonun tuşlarına elimden geldiğince sert basmaya çalışırdım…
Kasetler süresine göre 45'lik, 60'lık, 90'lık ve 120'lik isimlerini alırdı... Seçme şarkılardan oluşan "karışık" kasetler daha ziyade 90 dakikalık olanlardandı. Bunlara 14-15 şarkı kopyalanabilirdi... Kasetler, içinde bulunan manyetik bantın türüne göre de ikiye ayrılırlardı; Ferrik ve Krom Dioksit... Kasetçalarlardan bazılarının üzerinde de içine hangi tür kaset koyulduysa ona göre ayarlanması gereken bir düğme olurdu... Gerçi üzerinde Ferrik yazan kaseti, kasetçaların Krom Dioksit modunda da çalıştırsak aynı ses çıkardı... Niye böyle bir ayrım vardı ve ne işe yarıyordu hatırımda kalmamış şimdi... Yalnız bazı müşterilerin; "ille de krom dioxit olsun" diye ısrar ettiklerini ansıyorum... Bir de bunların ferrik olana göre daha pahalı olduklarını...
Dükkandaki en sevdiğim faaliyetlerden biri de kopan ya da "saran" kaset bantlarının onarılması idi... Bu iş ayrı bir uzmanlık gerektirdiğinden!! ağabeyim tarafından gerçekleştirilirdi... Ağabeyim, bir beyin cerrahı edasıyla işe girişir; masa lambasını yakar, tornavida setini yanına yanına koyar, bana da "1,2 yi ver" diye talimat verirdi... Gerçi kasetlerin hepsi köşelerindeki küçük vidalarından sadece 1,2 mm.'lik tornavida ile açılabildiğinden ve de tornavida seti hemen yanında olduğundan bu ameliyathane aksiyonuna (neşter lütfen hemşire hanım!!) ne kadar gerek vardı? bilemiyorum... Ağabeyim, kaseti açtıktan sonra, bantın "saran" ve artık işe yaramayacak olan kısmını makasla keser, daha sonra sağlam iki ucunu birleştirip, bantın kalınlığınca küçük bir parça haline getirilmiş seloteypi alt tarafından banta yapıştırırdı... İşin zor kısmı manyetik bantı tekrar içine yerleştirip, kaseti kapatmaktı... Ağabeyim bu işi de özenle tamamlayıp, küçük vidaları yuvalarına yerleştirdikten sonra gözünü kasetten ayırmadan, elinin altındaki tornavida için talimatını verirdi; "1,2"...
Tuğrul Müzikhol özel radyoların yaygınlaşıp müziğe ulaşmanın bedava hale geldiği dönemde hem neşesini, hem de ticari geçerliliğini kaybetti yavaş yavaş... Bu arada teknoloji, cd gibi, mp3 gibi tüketimi daha da kolaylaştıran metaları üretti... Kasetin kaderi de Long Play'e yaşattığına eşitlenmiş oldu böylece...
Benim hayatımdan ise kasetler hiç bir zaman çıkmadı... Tuğrul Müzikhol'den yadigar kalanları evimin baş köşesindeki dolapların çekmecelerinde, nemden etkilenmesinler diye kalorifer peteklerinin yakınlarında muhafaza ettim hep... Manyetik bantları zamana direnenlerden bir kaçını, 20 yıllık kasetçalarıma takıp, 80'li şarkıları, cızırtıların arkasından seçmeye çalışıyorum hala... Ve bu kasetlerden bir tanesinin artık eprimiş, sararmaya yüz tutmuş, parlak kağıdında 13-14 yaşındaki ergen, cılız parmakların bütün gücü ile işlediği daktilo harfleri ile şöyle yazıyor; "Karışık Yabancı"
1. Falco - Jeanny
2. Laura Brannigan - Self Control
3. Glenn Medeiros - Nothing's Gonna Change My Love For You
4. A-ha - Take On Me
5. Stevie Wonder - Part Time Lover
6. Modern Talking - Cheri, Cheri Lady
7. Alphaville - Big in Japan
8. Lionel Richie - Hello
9. Duran Duran - Wild Boys
10. Modern talking - You're my heart, you're my...
11. George Michael - Careless whisper