19 Ekim 2008 Pazar

SERBEST RADİKALLER SAYI 25

Continue Reading...

Loto oynayan adamlar- FULYA

Dolmuş durağında bekliyorum. Ağustos ayında Akdeniz güneşinin ne tadsız bir hal aldığı fikrini aklımdan atamıyorum. Dolmuş gelmek bilmiyor ve ben alnımdan akan terleri silmekten bitap düşüyorum.
Yan tarafta bir kaç adam durağa doğru uzayan bir kuyruk oluşturmuş durumdalar. Gözüm onlara takılıyor. Güneşle didişmeyi bırakıp dikkatimi onlara yöneltiyorum. Kuyruğun önüne çeviriyorum başımı. Yukardaki tabeladan kuyruğun sayısal loto kuyruğunu anlıyorum. Ard arda dizilmiş sessizce bekleyen genç, yaşlı bu adamlar, ellerinde birer kupon, kalplerinde küçük bir ümit, akıllarında şu an sahip olamadıklarına sahip olmanın hayali öylece duruyorlar.
En sondaki adam hemen yanı başımda duruyor. Ağırlığını tek bacağına vermiş elindeki kuponu inceliyor. Rakamları bir bir gözden geçiriyor. Onlara güveniyor belli ki. 50-55 yaşlarında olmalı. Saçları kırlaşmış. Kalbinde neyin umudu, aklında neyin hayali kim bilir? Bir ev mi, bir araba mı ya da çocukları için iyi bir gelecek mi? Belki de hiç gidemediği yerlere gitmenin hayalini kuruyordur.
Kır saçlının hemen önünde genç bir adam duruyor. Elinde bir tomar kupon var. Bütün parasını yatırmış olmalı. O daha ışıltılı bir yüze sahip. Daha genç olduğu için muhtemelen. Onun umudu çılgınca yaşayacağı bir hayat üzerine kurulu olmalı. Spor bir araba, etrafında bir birinden güzel kızlar. Belki ilerde patronu olacağı bir iş. Tabii yeterince eğlendikten sonra. Sol bacağını sallayıp duruyor genç adam. Heyecanlı mı? Yoksa acelesi mi var? Kim bilir?
Kuyruk yavaşça ilerliyor. Kimse şikayet etmiyor. Güneşin altında bekleyen bu insanların bedenleri orada belki ama akılları çoktan başka yere kaçıp gitmiş durumda. Sessizce bekliyorlar. Sıranın onlara gelmesini ve hayallerinin gerçek olmasına bir adım daha yaklaşmayı.
Aklım bu kentte kaç loto bayii olduğuna takılıyor. Her birinin önünde böyle kuyruklar oluyor mu? Eğer oluyorsa 6 küçük rakama bağlanan pek çok insan var demektir. Bu içimi burkuyor. 6 rakamdan bekleneni hayat onlara vermiyorsa bu insanlar elbette böyle incecik dallara tutunurlar. Kazandıkları para sadece karınlarını doyuruyorsa bu insanlar elbette 6 tane rakamı yüreklerinde sevgiyle taşır ona bağlanırlar.
Bu bir heyecan yaşama durumu mu yoksa umut bağlama durumu mu çok da emin değilim aslında. Loto oynayanlar hakkında duyduklarımı ve loto oynayan arkadaşlarımı düşünüyorum. Lotoya büyük paralar yatırıp kazanamayınca çöken insanları gördüğümü anımsıyorum. Rüyasında rakamlar görenleri, oynadıkları kupon üzerine dualar okuyanları duyduğumu anımsıyorum.
Loto oynayan adamlara bakıyorum. Onların yorgun sessiz yüzlerine, bazılarının ışıldayan "bu sefer olacak" diyen gözlerine bakıyorum. İçim burkuluyor.
Kuyruk uzuyor. Ben onlara bakmaya devam ediyorum. Kasadaki adam umursamazlıkla insanların umutlarını makineden geçiriyor ve onlara bir kağıt parçası uzatıyor. Para alıp üstünü veriyor.
Dolmuş geliyor. Ben binerken bir kaç kişi iniyor. İnenlerden biri kuyruğun sonuna geçiyor. Göğüs cebinden kuponları çıkarıp eliyle şöyle bir düzeltiyor ve içinden kimbilir neler geçiyor.
Şans kuponların üzerinde dolaşıyor ve kimse bilmiyor hangi rakamların üzerinde duracak. İnsanlar sessizce şansın kendi kuponları üzerinde durması için bekliyorlar. Belki bu sefer olur diye, şans onlara güler diye...
Sadece 6 küçük rakam... Umudu sırtlarında taşıyor...Ve insanlar bekliyorlar... Şans onlara gülsün diye...
Continue Reading...

Salıdan tükenmek, hipnoz vs vs vs- KEREM OĞUZ

Daha salı bugün canım, salı bebeğim. Miğdemde daimi kramplarla iki büklüm yatıyorum. Ne iki laf edesim ne de iki satır okuyasım var. İki kelime çiziktirmeyi denedim, sonucunu kestiremiyorum. Daha salı canım bugün. Cuma akşamına üç uzungün. Serviste sabah sabah eline yüzüne yoğun şeftali aromalı krem süren kadına sinir olacağım. O koku sabah sabah çok tiksindirici gelecek bana ve ben yine de "yahu şunu evde sürseniz olmaz mı" diyemeyeceğim. Desem sanki o lafın ardından tokatlar gelecekmiş gibi.
Ya şimdi siktir et o uyuz kadını da bak ne anlatacağım. Kardeşim kendisine hipnoz yaptırmış. Vallahi de. Trans halindeyken bir kapı görmüş, kapıdan içeri gir demişler, girmiş. Sonra başka bir kapıdan da özbenliğin gelecek demişler. Benim ufaklık eeennneee diye tam korkacakken
selamın alayküm!
özbenlik transa teşrif etmiş. "bir an korkar gibi oldum ama sonra alıştım" diyor çiğdem. nasıl bir şeydi dedim, "aynı bildiğin ben" dedi. "aynaya bakar gibi mi ?" dedim. "değil" dedi. yüzü daha bir nurlu ve saçları çok gür ve çok uzunmuş. "okulu bitirince rahat edeceğsin" demiş. "yok yaa" dedim. bilmediğimiz bir şey diyeymiş ya. sonra hipnozcu artık yavaş yavaş odadan çık demiş. "tam çıkarken özbenliğine bakış at, onu yaparken gördüğün şey senin bu hayatta esas yapacağın iş olecek" demiş. çiğdem de bir bakmış, özü mutfakta pasta yapıyor.
gerçekten de kardeşim, okulu bitirince pasta kursuna gitmek istiyor. cevizli tartları şimdiden efsane.
bende de maymun iştahlılık var tabi. "ben de istiyorum hipnoz "dedim. randevu aldık gittik. hipnozcuyu pek gözüm tutmadı ama... önce biraz sohbet ettik. bu hayatta seni sıkan şeyler neler dedi. ben de dedim ki, mesela (günlerden pazardı) ben daha salı akşamı fena şekilde bitmiş, ölmek bile istemeyecek kadar her bir sikimden soğumuş, mide ağrısından kıvır kıvır kıvranacağım, yapmak istemediğim her bir şeyi yapmaya devam edeceğim falan derken hipnozcunun sıkılan gözlerinden lafı çok uzattığımı fark ettim.
uzun lafı kısası, beni de transa soktu. özbenliğim tüyleri dökülmüş, zayıflıktan kaburgaları gözüken bir sokak köpeğiydi. fakat bakışları... bakışları inanılmaz güzel ve şefkat doluydu. o derin, manalı ela gözler beni yuttu ve kendimi ela bir gökten hiçliğe doğru düşerken gördüm. her saniye daha çok hafifliyor, kahkahalar atıyordum, düşüyor, düşüyor, düşüyordum. hipnozcunun beni geri çağırdığını duydum. itaat etmek istemedim, orada kalmak istedim ama buna muktedir olamadım. Son anda bir ses duydum. Dönüp özbenliğine bak, şu anda yaptığı şey, senin hayatta yapmak istediğin gerçek iş dedi. Son bir hamleyle dönüp baktım.
Köpek odamdaki turuncu koltuğa uzanmış, bir yandan iki patisi arasına aldığı nutella kavonuzunun içini yalıyor, diğer yandan da tv izliyordu.
hayat bir zamanlar ne kadar güzeldi...

Fotoğraf: http://www.turkiyeninsitesi.com/n/sayfa_resimleri/200862304835GCGLNDZRLOIDXFR.jpg


Continue Reading...

18 Ekim 2008 Cumartesi

Dünyaya gelmek hüner değildir- MEHMET SAĞLAM

Dünyaya gelmek hüner değildir,
Yüksel ki yerin bu yer değildir, demiş Namık Kemal.

Ne de güzel demiş... Sadece anababası çocuk istediği için dünyaya gelen bir bebeğin ne denli hünersiz, ne denli anneye muhtaç olduğu daha ilk dakikadaki çaresizliği ile kendini göstermiyor mu zaten.

Bireyin hüner edinmesinde pek çok etken rol oynar: genetik mirası, çevresi, deneyimleri, eğitimi vbg. Kişiye düşen görev iç ve dış koşulların ona sağladığı olanakları maksimize etmek, yani mevcut potansiyelinden limonu sıkarcasına yararlanmaktır.

İdealist bireylere düşen ise, sanatın ve bilimin sağladığı olanaklarla donandıkça yaratıcılığını besleyip büyütmek ve hem milletine, hem insanlığa daha önce yapılmamış şeyler sunarak, insanlığın refahını ve kültürel evrimini daha da ileriye taşımaktır.

Şöyle de diyebiliriz: İnsan hayal gücünü genişlettikçe; özel yeteneklerini ortaya çıkarıp kullandıkça; el ve beden hünerlerine yenilerini kattıkça; sezgilerini geliştirdikçe; ruh ve beden sağlığını korudukça; duygularını yaşatıp denetle­yebildikçe; kültür, sanat ve bilim ürettikçe; ahlâkî ve etik değerler yüklendikçe ve sınırlarını zorlayıp kapasitesini genişlettikçe yücelir.

İdeal olan bu iken: bütün bu güzelim değerleri elinin tersiyle iten, yan gelip yatan, ne kendine ne de çevresine bir yararı olmayan insanların sayısı hâlâ o kadar yüksek ki... Dünyaya gelmiş olmanın amacını ve hazzını bilmeyenler, kendine hiçbir katma değer yüklemeyenler, bir tek kitap okumamış veya hiçbir müzeye uğramamış olanlar o kadar çok ki...

Onlara, dünyaya gelmiş olmanın bir hüner olmadığını, esas hünerin “bir günün diğerine benzememeli” tavsiyesinde gizli olduğunu nasıl anlatmalıyız, bilemiyorum. Sizin bu konuda bir fikriniz varsa, lütfen yorumlara ekleyin.
Continue Reading...

Vapurda- NECDET REHAVET

çok yorucu olmasa da kafa karıştırıcı bir gün.
akşam oldu, şehrime dönmem lazım.
saat 17:00, onbeş dakika sonra bir vapur var kadıköy’e.

şu uzaklardan dalgaları yararak salına salına gelen vapur olsa gerek bizi karşıya geçirecek olan.

bulduğum ilk koltuğa yığılıyorum.
karşımdaki genç bayan nefes almaksızın kitap okuyor, yanımdaki yakışıklı delikanlı kah denizi kah kızı kesiyor. bense üçünü.

fazla uzun sürmüyor bu durum.
zira kafam allak bullak, ağrıyor üstelik sağdan sağdan.
şöyle iyice geriye yaslanıp aşağıya kaykılıyorum, gözlerimi kapıyorum sonra.
radyomda fransızca bir şarkı, aralardan sıyrılıp gelen hoş bir esinti tatlı talı okşuyorlaryüzümü, tüm benliğimi.
işte mutluluk.
bir tutam huzur, bir parça coşku.
hepsi bu.
Continue Reading...

Ekim böyle mi gelecektin? NİLGÜN

Üşüten Ekim Pazar’ı , denizin bile keyfi yok hiç , çalkalanıp duruyor lacivert, mavisi uzaklara kaçmış!

Kuşlu Bahçe’nin çaylı , tostlu, küçük aile muhabbetinin içindeyim de ruhum karışık!Güneş kaçıyor bulutların ardına kuzeyin acı rüzgarına dayanamayıp, biz de kalkıyoruz. Eve dönüş, adımlarım sakin, içimde fırtınalar !

Ne yapmalı? Şu birden bastıran ekim soğuğuna! acil önlem almalı! Evet dolabım, giysi dolabım başka bir düzene girmeli artık! Kış geliyor, sıcak yaz günleri bitti, üşüyorum!

Boşalt, düzelt, yıkanacaklar tarafına ayır bazılarını, toparla! Hadi durma , aklını toparlayamasan bile dolabını toparlarsın , onu becerebilirsin! İndir , kaldır, düzelt çekmecelerini! Zihninin içindekileri düzenleyemesen de dolabının çekmecelerini düzeltebilirsin! Hoş kokulu bir sabun çıkar mesela çekmecenin birinden , bildik bir şey ama sen ona ne koca anlamlar yükledin, bir el emeği bileklik mesela, tut koluna şöyle bir , dal git derinlere! Midye mi toplarsın, gemi mi batırırsın bilmem, koy usulca bir yere , her şeye rağmen gülümseyeceğin bir gün yine bakarsın hatta bileğine takarsın!...

Dön bak şu dünyaya, insan insanı öldürüyor, sömürüyor, bombalıyor, kandırıyor, seviyor , ağlatıyor…..yapıyor işte bunların hepsini yapıyor! Kadim zamanlardan gelen bilgelik neresinde bu hayatın, verebilmek alacağını düşünmeden , şefkat gösterebilmek, kucaklayabilmek insanı , her canlıyı hatta evreni , neresinde bu dünyanın? …

Dönüyorum içime, sen bu soruların yanıtlarını bulamazsın diyorum , kimse bulamaz hatta. Bulmak istemez!...

Sonra birden Mevlana geliyor zihnimin içine , öyle yüce , öyle sakin, öyle derin oturuyor! Çekmeceler, dolaplar, acı tatlı anılar, yalanlar, gerçekler, sevgiler, çaresizlikler…..içimdeki yaman fırtına usulca uzaklaşıyor. Hızla aramaya başlıyorum ; bilgiler sıralanıyor peş peşe. Okuyorum , sakinleşiyorum, düşünüyorum , dinginleşiyorum. En çok da aklıma o eşiz değerdeki 7 öğüdünü yazıyorum.
‘Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol
Hoşgörülülükte deniz gibi ol
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol’
Mevlana Celaleddin-i Rumi
Ekim ayı soğuk, sağanak yağmurlar, fırtınalar, acılar, haksızlıklar ….hayatın sahnesindeki gösterilerine ara veriyorlar , gözyaşı ve hüzün perdesi kapanıyor bir süreliğine! Dudaklarım söylemese de içimdeki ses usulca dile geliyor: Ben Mevlana’ ya gideceğim, diyorum!…
Continue Reading...

Brooklyn Çılgınlıkları- ÖZLEM AKAYDIN

Çağdaş Amerikan Edebiyatı’nın güçlü kalemlerinden Paul Auster, bu kez okurlarının karşısına, yine sıra dışı bir romanla çıkıyor.
Can Yayınları tarafından basılan Brooklyn Çılgınlıkları’nı dilimize Seçkin Selvi kazandırmış.

Nathan Glass eski bir hayat sigortacısıdır ve kanser hastasıdır.
Hayata tutunamayanların da arasındadır.

Başarısız ve mutsuz geçen bir evlilik yapmış, sevmediği bir işte yıllarca çalışmıştır. Kendinde olumlu gördüğü tek yanı ise, bitmek tükenmek bilmeyen edebiyat tutkusudur.

Ölmek için kendine seçtiği yer ise Brooklyn’dır.
Brooklyn’i seçmesinin en önemli sebebi, burada kimse tarafından tanınmıyor olmasıdır ancak kısa bir süre sonra, yıllardır görmediği kayıp yeğeni Tom Wood ile karşılaşır. Tom da dayısı gibi bir edebiyat tutkunudur ve bir kitap evinde çalışmaktadır, Tom’un, yaşam koşullarının Brooklyn’e sürüklediği Harry Brightman adlı bir patronu vardır.

Kısa süre içinde üçlü arasında inanılmaz bir sohbet imkanı doğar. Sohbet edebiyat kökenlidir.
Kanser hastası, günleri sayılı Nathan Glass bu sohbetlerin sonrasında, ömrünün son anlarını yaşamaktayken kendini ufku daha da genişlemiş, farklı düşünceler içinde bulacaktır.

Paul Auster, Brooklyn Çılgınlıkları’nı, kendine özgü üslubuyla, bütün dünyayı ayağa kaldıran 11 Eylül saldırısıyla da ilişkilendiriyor. Finalini de bu ilişki doğrultusunda bitiriyor. Bu bağlantı nasıl mı sağlanıyor? Onu söylemeyelim. Okurlara bırakalım.

Continue Reading...

Bu Dünyadan Nail Çakırhan Geçti-TUĞBA

98 yaşında üretken bir Cumhuriyet aydını, Atatürk sevdalısı vefat etti 11 Ekim 2008 Cumartesi günü.. 98 yaşın gerisinde sanatçılığının, şairliğinın, yazarlığının, ödüllü mimarlığının yanısıra....Kimbilir daha ne özellikleri vardı bilmediğimiz.
Sanat dünyasında Nail V.adıyla yayınladığı yazıları, şiirleriyle, mimarlık alanında bir alaylı olmasına rağmen kazandığı ''Ağa Han Uluslararası Mimarlık Ödülü''yle tanınan, Türkiye'nin ilk açık hava müzesi olan Karatepe Aslantaş'a ilk geniş saçaklı ''çıplak beton'' uygulamasını da uygulayan insandır Nail Çakırhan..
Bu kadar mı ?.. Değil elbet..dinlenmek, çalışmalarını yapabilmek için kendileri için iki ustanın yardımıyla üstelik mimarlık eğitimi olmadan projesini çizdiği evler yapan..Turistler, bölge insanı, eş dostlar tarafından çok beğenilince devamı gelen.. Çevre dostu, estetik, klasik mimariyi günün koşullarına uyarlayan, adına ''Nail Çakırhan Mimarisi'' denilen ahşap evler..Ve bu projelerin bir armağınıdır kendisine ''Uluslararası Ağa Han Mimarlık Ödülü''...
Aydın gazetecilerin yazılarından Akyaka ile özdeşleşen adını çok duyuyor olsam da Halet Çambel'in eşi olduğu ayrıntısıyla daha bir tanımaya çalıştım..İki çalışkan insanın üretken, cesur, mücadelelerle geçen hayatlarını, emekleri sonucu ortaya çıkan eserlerini gördükçe hayranlığım da daha bir arttı.
Hayatlarında ilklerin getirdiği başarılar bulunan iki insan.. Türkiye'nin ilk kadın arkeologlarından..Olimpiyatlarda eskrim dalında ülkemizi temsil eden ilk sporcu.. 2500 yıllık Kastabala Antik Kentinin bugünlere gelmesine ömrünü adayan bir cumhuriyet kadını Prof. Dr. Halet Çambel..
Türkiye'nin ilk açık hava müzesi olan Osmaniye Karatepe-Aslantaş müzesine ilk geniş saçaklı ''çıplak beton'' uygulamasını,- bu konuda hiç deneyimi olmamasına karşın- yaparak kazıda çıkarılan arkeolojik buluntuların restorasyonu, korunması, sergilenmesi için geniş alanın saçaklıkla kapatılmasını sağlayan.. Mimarlık eğitimi olmadan kendi çizdiği projelerle Muğla Akyaka'da oluşan ''Nail Çakırhan Mimarisi'' nin yaratıcısı, sosyalist, yurtsever, Atatürk sevdalısı, alaylı mimar Nail Çakırhan..
98 yaşında bir aydın sonsuzluğa doğru yol aldı 10 Ekim 2008 Cumartesi günü. Halet Çambel'in hayat, Nazım Hikmet'in hapishane ve yol arkadaşı.. Mücadeleler, zorluklarla geçen yıllara şiirin, edebiyatın, sanatçılığın, aydınlığın...Atatürk'ün, Cumhuriyet sevdasının sığdığı dolu dolu bir yaşam..
Ben onunla hiç karşılaşma, tanışma şerefine erişemedim ama...Azmine, hırsına, sanatına, fikirlerine saygı duydum..Ben onu görme ayrıcalığını yaşamadım ama Karatepe'deki Osmaniyeliler, Muğla Akyaka'daki hemşerileri gibi sevdim, saygı duydum, taktir ettim..
Bu dünyadan bir aydın....İlkelerine bağlı bir sosyalist.. Bir yurtsever..Bir Cumhuriyetçi..Bir Atatürkçü geçti...
Bu dünyadan bir sanatçı ; Nail V.Bir alaylı ve ödüllü mimar; Nail Çakırhan geçti.
Saygı ve rahmetle anıyorum.
Continue Reading...

Simli Çoraplarım- YEŞİM ÖZDEMİR

Deniz kenarında, oldukça yoğun ziyaretçi akınına uğrayan bir balıkçı köyünde gördüm onu. Tepemizde kızgın kızgın parlayan güneşe inat , sadece gözlüğünün kenarlarından belli belirsiz seçilen pembelik dışında teni görünmüyordu; ne teni, ne saçları ne de gözleri… Birkaç adım önünde yürüyen, kocası olduğunu tahmin ettiğim adamın peşinden, elinden sıkıca tuttuğu oğlunu sürükleyerek telaşla yürüyordu. Adam, kadınının aksine, açık renkli kısa kollu bir gömlek ve çorapsız ayaklarına geçirdiği terliklerle son derece rahat görünüyordu. Kaç yaşında olduğunu tahmin edemediğim bu kadın, Burka giyen Afgan kadınlar gibi kendisini simsiyah bir çarşafın arkasına hapsetmişti. Yanından geçen herkesin kendisini bakmaktan alıkoyamadığı tek kadındı o gün o köyde…

Meyhaneleriyle ünlü bir sokakta , bir lokantanın kadınlar tuvaletinde gördüm bir diğerini… Aynanın karşısında dikkatle kendisini inceliyordu. Kayıtsız gözlerle bana da göz atmaktan geri kalmadı bu kısacık zaman dilimi içerisinde. Kot pantolonum, makyajsız yüzüm ve dağınık saçlarımla pek sıradan görünmüş olsam gerek, bakışlarını kendisine çeviriverdi tekrar. Parlak mavi türbanını düzelti önce. Saçının tek bir telinin bile görünmediğinden emin olduğunda, sıcaktan dağılmış göz makyajını düzeltmeye başladı. Özenle koyu ve kalın birer çizgi çekti kirpiklerinin dibine; rimelle kirpiklerini kıvırdı ve boyadı simsiyah. Nar çiçeği rengi rujunu tazeledi sonra. Mavi, sarı ve turuncu renklerle bezeli tuniğinin düğmelerini kontrol etti. Artık masaya dönmeye hazırdı. Kendisine gülümsedi ve aynı anda tuvaletten çıktık. Dimdik tuttuğu başıyla bütün dikkatleri üzerinde toplayarak masaların arasında yürümeye başladı. Ben mi? Sessiz sedasız yerime geçtim; hiç kimse fark etmedi bile varlığımı…

Topkapı Sarayı’nın bahçesinde gördüm bir çoğunu; belki aynı kadınlardı, belki de değil… Nereden bileceğim ki? Hepsinin de yüzleri simsiyah peçelerin arkasında gizliydi. Yıllar öncesine ait saray bölümlerini gezerken Harem’de, geçmişle günümüz birbirine karışıp ironik bir hal aldı dört karısıyla gezen adamı gördüğümde. Bir tanesi, su içmek için peçesinin ucunu hafifçe kaldırıp, dudaklarını göstermeden su içmenin çabasındaydı Ağustos sıcağında… Yaramaz rüzgar oyun oynadı bir diğerine. Siyah çarşafın dizden aşağısı açılıverdi bir anda. Sanki bir röntgenciymişçesine bakmadan duramadım o açılan bölüme. Kısa paçalı bir pantolon ve altında simle işli beyaz çoraplardı gördüğüm. Bir an için simli beyaz çorapların gün ışığına kavuşmak için isyan ettiğini hayal ettim kendimce. Öyle ya ; ışık olmayan yerde simin ne anlamı vardı ki?

Erkek hastayı muayene etmeyi kabul etmeyen kadın hekimler gördüm. Ettikleri yemini hiçe saymış, insan olmanın anlamını yitirmiş, yobazlığın denizinde boğulup gitmişlerdi. Kadın olduğumdan, tokalaşmak için onlara uzattığım elimi havada bırakan öğretmenler gördüm. Çocuklarımızı yaşama hazırlasın, onları bilgili ve çağdaş yetişkinler haline getirsinler diye gönderdiğimiz okulların öğretmenleri. Usulsüz yapılıp, yerle bir olan dini eğitim veren kursların yıkıntılarının altından çıkarttıkları gencecik evlatlarının cansız bedenlerini toprağa verip, suskun ve şaşkın öylece kalakalan insanlar gördüm. Ramazan ayında oruç tutmadığı için dövülen üniversite öğrencilerini, etekleri kısa diye bacaklarına jilet atılan ya da asit dökülen kadınları gördüm sonra. İbadet de kabahat de gizli olmalıydı hani? Cuma namazlarını gövde gösterisi haline getirenler, kameralar karşısında dua edip iftar sofrasında poz verenler ne yapıyor o zaman? Maaşa bağlayıp örtünmeyi ya da oyu garantileyenler, cennet vaatleriyle insanları kandıranlar, üfürükçüler, muskacılar… Sevgiyle değil de korkuyla dini zorlamak neden?

Anneannemin ve kırsal yaşam süren bir çok kadının baş örtülerini gördüm ben; yemeninin kenarından omuzlara inen kınalı örgüleri… Kadın erkek omuz omuza oynanan halk danslarında, bir ağızdan söylenen türkülerde hep bir öykü yok mudur hayata dair? Annemin gençlik fotoğraflarını anımsadım sonra; mini etek ve yüksek mantar topuklu ayakkabılarla gülümseyen yüzünü . O fotoğrafların çekildiği kentte, artık bırakın mini eteği, kısa kollu gezenlere bile ayıplar gözlerle bakılıyor aradan 30 yıl geçmişken. Sosyal yaşamın vazgeçilmezleri olan sinemalar ve tiyatrolar kapanıyor birer birer. “Alkolsüz Aile Lokantası” gibi bir tanımlamayı hayretle okuyorum bir başka ilçedeki lokantanın tabelasında.

Herkesin bir zamanlar birbirine gösterdiği hoşgörünün yerinde artık yeller estiği bir gerçek. Bir çok insan, kendi doğrusunu dayatarak olması gerekeni gerekirse zorbalıkla hayata geçirmenin derdinde. “Gelecek “ kavramının önünde giderek yoğunlaşan kocaman kapkara bir bulut var adeta. Yaşadığım ülkeyi tanıyamaz olmaya başladım ne yazık ki. Din gibi hassas ve tartışmaya çok da açık olmayan bir konu üzerinden çevrilmeye çalışılan dolaplara “dur” demek gerekmiyor mu artık? Gerçek dindarlarla, sadece öyleymiş gibi davranıp kendilerine bir şekilde kazanç sağlamaya çalışanların ayırdedilmesi gerekirken, öylece olanı biteni izleyerek büyük bir yanılgının tam eşiğinde miyiz acaba? Yoksa bizler büyük bir gaflet uykusunda, gelecek yerine geçmişe mi yürüyoruz hızlı adımlarla ?

Continue Reading...

12 Ekim 2008 Pazar

SERBEST RADİKALLER SAYI 24

Continue Reading...

Yol- FULYA


İnsan tam olarak insan doğmuyor zamanla insan oluyor. Yaşadıklarıyla, acılarıyla, sözleriyle tam oluyor. Aslında tüm insanların yaşam gayesi de bu galiba. Olmaları gerekene ulaşmaya çalışmak... Ve belki de başlarına gelen tüm olaylar onların bu "tam olma" yolunda geçtikleri sınavlardır. Kim bilebilir ki?
Her insan o tam olma noktasına değişik yollardan geçip geliyor. Elbette herkes yolu tamamlayamıyor kimi pes ediyor, kimi yolda kalıyor. Ruhunun öğrenme noktaları nerdeyse hayat o noktaları buluyor ve ona göre sınavlar hazırlıyor. O sınavları geçen geçiyor, geçemeyen "normal" bir şekilde hayatına devam ediyor.
Mesela seni acıyla imtihan ediyor. Acılar da bin çeşit oluyor. Sabrını deniyor, gücünü deniyor, kalbini deniyor ve kötülüğe meylini deniyor. Acının sana, senden ne kaybettirdiğini ölçüyor ya da sana ne kattığını.
Ve seni sürüyle deniyor. Ne kadar kara koyun olabilirsin onu ölçüyor. Ak koyunlar bir tarafa doğru yol alırken sen karşı tarafta yükselen güneşe doğru ne kadar yürüyebilirsin ona bakıyor. O ışıkları içine nasıl doldurduğuna bakıyor. Pisliğe bulaşmadan, göğsünü gere gere nasıl karşı bir duruş sergilediğine bakıyor. Yalnızlığa dayanamadığın için geri dönüp, karanlığın içinde o ak koyunlarla birlikte ve bir olup olamayacağına bakıyor.
Seni gözyaşlarınla deniyor. Ne kadar gözyaşı döktüğüne değil nelere göz yaşı döktüğüne bakıyor. O çok değerli yüzüğünün çalınmış olmasına döktüğün kilolarca gözyaşındansa, o masum çocuk yüzünün sonsuza dek kapalı kalacak gözlerine döktüğün bir damla gözyaşını değerli tutuyor.
Seni içindeki sevgiyle ölüçüyor bir de. Tek bir adama ya da tek bir kadına duyduğun gelir geçer aşkla değil tanıdığın ve tanıyacak olduğun tüm insanlara olan sevginle ölçüyor. Sokaktaki bir çocuğun başını okşamanla ölçüyor, sadece kendi çocuğununkini değil.
Seni öfkenle ölçüyor ya da. Ne kadar dilini tutabildiğinle. Öfken içinde bir volkan gibi kaynarken ne kadar duru bir su gibi olabildiğinle ölçüyor. Dişlerini gıcırdatmadan karşındakine gerekli ve yerinde bir kaç söz söyleyip söylemediğinle ölçüyor.
Ve seni hayat denen o uzun yolu nasıl yürüdüğünle ölçüyor. Ayağının altındaki her taşın her kumun değerini bilip bilmediğinle. Umursamazca çiğneyip o yolu, ardında bıraktığın o küçük yaşamı nasıl anımsadığınla ölçüyor. Yanına aldığın ve tüm o yol boyunca sana eşlik eden değerli ve parıltılı erdemlerle ölçüyor. Yeşil kağıt parçaları ya da altın, yakut, elmas gibi değerli taşlarla değil.
Yol uzun ömür kısa. O kısa ömürde kendi gerçekliğini ve değerini ne kadar sağlamışsın onunla ölçüyor hayat seni.Ve hayat seni, senle ölçüyor. O uzun yolda ve o kısacık zamanda ne kadar sen olmuşsun ve hayatına neler sığdırmışsın onunla ölçüyor.
Velhasılıkelam; Yol uzun ömür kısa... Tek önemli olan ise nasıl yürüdüğün...
Continue Reading...

Yanımda Gazete Taşırım- KEREM OĞUZ

Okuyup bitirmiş olsam da,
günler öncesinden kalmış olsa da
her zaman gazete taşırım yanımda.

boş kenarlarına küçük küçük notlar alayım,
sonra o notlardan bir tebessümlük
şiirler çıkarayım diye.
yanımda gazete taşırım

yağmur aniden bastırırsa
şapka yapayım diye
(çok idare etmez ama işte bir süre)

poyraz sert sert eserse
paltomun içine sereyim de
rüzgarı tutsun diye

bazen kafam attığında
çok fena attığında,
kendimi takip edilen bir hafiye sandığımda
çaktırmadan indireyim okuduğum gazeteyi de etrafı keseyim diye.
azıcık oynayayım diye yani
canım sıkılmasın diye
yanımda gazete taşırım.

sevdiğim yazarı tekrar tekrar okuyayım,
arka sayfadaki güzele bakıp içleneyim diye

kese kağıdı yapayım da
içinde domates taşıyayım
biber taşıyayım
poşetleri tabiata salmayayım diye
yanımda gazete taşırım.

hep korktuğum trafik kazası,
bir köşeden fırlayıp da beni yere sererse
üzerime örtsünler de
çocuklar korkmasın diye

yanımda gazete taşırım.
siz de taşıyın.
Continue Reading...

Genlerin Esiri miyiz? MEHMET SAĞLAM

Bu konuda öncelikle birkaç kavram arasındaki ilişkiyi açıklığa kavuşturmak lazım: Özgür irade, özgürlük, kaos, belirsizlik, belirlenimcilik (determinizm) gibi... İrademizin nefes aldığı ve hayat damarlarının beslendiği kaynak olan özgürlük, aslında determinizm, kaos ve belirsizliklerin eseridir.

Determinist birer mekanizma olan genler, belirsiz birer eylem olan davranışlarımızı ve düşüncelerimizi etkiliyorlar. Buna karşın özgür düşünce ve davranışlarımız da genlerimizin mekanik yapısını değiştirebiliyor. İçinde böylesine belirsiz ve hercümerç bir etkileşimin olduğu bir sistemde, mekanik ve determinist bir mekanizmanın yaşamasına olanak yoktur.
Newton mekaniğine göre, tüm evren kurulu bir saat gibi hareket eder ve içindeki her şey bilardo topları gibi önceden belirlenmiş yönlere doğru gidip gelirler. Bu etki-tepki mekanizması determinist bir oluşumdan başka bir şey değildir.

Neyse ki Newton bu konuda yanılmıştır; evrende aslında bir kaos yaşanmaktadır. Bu kaosu Heisenberg, Belirsizlik İlkesi dediği bir kavramla açıklamaya çalışmıştır. Heisenberg, Mikro-Makroevren’de hiçbir şeyin belirli, yani determinist olmadığını savunur. Fakat Kaos Teorisi’ne kulak verirseniz, Newton’un da, Heisenberg’in de haklı olduğunu görebilirsiniz. Yani: Kaos gibi görünen bir sistemi oluşturan elemanlar veya olaylar arasındaki ilişki o kadar çok ve karmaşıktır ki, sistemin parçalarını teker teker belirleyip isimlendirseniz dahi, olayların sonucunu kestirmeniz yine mümkün olmayabilir. Ve en basit kurguya sahip sistemlerden bile çok karmaşık sonuçlar çıkabilir. Örneğin yağmurun nasıl yağdığı ve kar tanelerinin nasıl oluştuğu artık iyice belirlenmiştir; fakat bunların ne zaman, nerede ve ne miktarda yağacağını hiç kimse kesinkes bilemez; ancak bazı tahminlerde bulunabilir. Serbest ekonomi piyasaları da böyle bir sistemdir. Öğeler gerekirci, ama sonuç belirsizdir.

İnsan davranışları ve kişilik arasındaki ilişki de böylesi bir karakteristiğe sahiptir. Hiçbir insanın bir dakika sonra nasıl davranacağını bilemezsiniz. Buna rağmen, insanın davranış kalıpları uzun vadede ortaya çıktığı için, onun kişisel özelliklerini kestirmek kolaylaşır. Meselâ benim bu akşam ne zaman yemek yiyeceğimi veya yiyip yemeyeceğimi bilemezsiniz; ama gelecek 3 gün içinde mutlaka bir şeyler yiyeceğimi tahmin edebilirsiniz. Aslında yemek yiyebilmem birçok determinist etkene bağlıdır: Açlığımı genler belirler; yemeğimi hava koşulları, çiftçiler ve bitkiler; yemek zamanımı ise sosyal ve biyolojik koşullarım.
Bu genetik ve dışsal koşullar benim yemek alışkanlığımı belirler; fakat yine de zamanı hakkında tam bir tahmin yürütmenize olanak vermez. Ama eninde sonunda mutlaka bir şeyler yiyeceğimi bilirsiniz. İşte bu da bir determinizmdir. Benim özgürlüğüm, determinizm ve belirsizlik limitleri arasında kalan bu alanda ortaya çıkar. Yani özgürlük, uçlardaki siyah ve beyazda değil, aradaki gri tonlardadır.

Acaba bu siyah ve beyaz renklere de esaret mi diyoruz:
Hayır. Bence şöyle düşünmek lazım: Dış koşulların veya diğer insanların bana empoze ettiği determinizm özgür irademe her zaman ters gelir. Buna kötü determinizm diyebiliriz. Bunun yanında, kendi genlerimin ve kendi düşüncelerimin bana empoze ettiği determinizm bana iyi gelir. Buna da iyi determinizm diyebiliriz.

İşte, özgürlük, aslında iyi determinizmin ta kendisidir: Kendi limitlerimizi anlayıp kabullenme ve bu sınırlar içinde kendi seçeneklerimizi yaşamaktır. Bizi bu seçeneklere sahip çıkmaya iten nedenler de hem genetik, hem de kültüreldir; bir başka deyişle, Biyolojik ve Sosyal Bilinç’tir. Çünkü genler kendi şifrelerini kullanmak istedikleri için, bizi başka genlere ve geleneklere sahip insanların emirlerine karşı çıkmak için güdümlerler. Örneğin, yardım istemeyen insanlara yardım eğmeyi istekle yaparız; fakat bize emreden insanların işlerini ya savsaklar ya da zorla veya stres altında yaparız. İşte bu nedenledir ki, emir altında olan insanlar daha fazla strese girerler ve o yüzden daha yüksek kalp hastalığı riski taşırlar.

İnsan olarak hepimiz, davranışlarımızı da etkileyen bir genetik determinizm sahibiyiz. Bunun adını “Ben” koymuşuz. Ama Yunus’un dediği gibi, “Bende bir ben var, benden içeru...” İşte o ben, bence, “Kolektif Ben”dir.

Bütüncül düşünceyle kalın...

Continue Reading...

Yabancı Dil ve sözcük algılamaları- NİHAL YETKİN

Sokaktaki adam için yabancı dil bilmek özeldir. "Bir dil bir insandır" onun için. Hele de bir kişi bu dili yurt dışına çıkmadan tümüyle kendi yurdunda kendi devletin sağladığı imkanlarla öğrenip amaçlarına yetecek kadar kullanabiliyorsa akıllı biridir, sözü dinlenmeye değer bulunur. Sözlük mü? Onun için yalnızca kalın ve sıkıcı bir referans kitabıdır.

Çat pat yabancı dil bilen biri için yabancı dil bilmek çocuk oyuncağıdır. Turistle konuşuyordur, derdini anlatıyordur ya, daha büyütecek ne vardır bunda? Bir-iki sözcükle karşıdaki onun derdini anlıyordur ya ondan mutlusu, başarılısı yoktur. Kendi dilindeki sözcüğü yabancı dildekilerle birebir karşılaştırma peşindedir ve sözlükle her şeyi halledebileceğini düşünür.

Yabancı dil bilmeyi yabancı dil konuşmakla bir tutan için yabancı dil yalnızca telaffuz meselesidir. Çat pat bilenden farkı sesletime verdiği azami önem olur. Salt buna kafayı takıyorsa yurt dışına gitmeden kendini bu konuda hiçbir zaman yeterince iyi hissetmeyecektir. Sözlük onun için gereksizdir, çünkü sessizdir. Gerçi bir müjdem var onlara artık öyle elektronik sözlükler var ki kadın ve erkek sesiyle sözcüklerin telaffuzunu bütün özellikleriyle verebiliyor!

Yabancı dil bilmeyi yalnızca CV'nin olmazsa olmazı olarak görenler için yabancı dil bir yüktür, bir bariyerdir, onların kıymetli vaktini süpüren. Böyleleri sıkıcı test kitaplarında bir sürü birbirinden bağımsız konulu paragraf okuyup onları çözümlemek zorunda kaldıkları için kendilerinde peygamber sabrı olduğunu iddia ederler. Haklıdırlar da. Ama yalnızca sabır konusunda. Gözden kaçırdıkları nokta dilin test kitaplarına sığamayacak kadar kocaman bir derya olduğudur ve yoğun kurs denilen olgu REM aldatmacasıdır yalnızca. Onları buna iten sisteme hiç girmeyelim burda, konu iyice dağılır yoksa. Sözlüğe gelince, onlar için yalnızca testte çıkma ihtimali yüksek olan sözcüklere bakmakta başvurulan tatsız tuzsuz bir araçtır.

Yabancı dil bilmeyi meslek edinmiş bir kişi için "eksiksiz bir bilme" ulaşılamayacak bir hedeftir, en azından idealist bir insansa. Daha doğrusu ulaşılabilir ama her an yenilenmeye muhtaç bir bilgidir. Onun için dil her yerdedir. Ne sadece derste, ne test kitaplarında, ne bir turistin iki dudağı arasında, ne Amerikan fragmanlarındaki tok, havalı havalı konuşan adam sesinin verdiği büyüde. Yabancı dil doğaldır onun için.Doğal ortamın, doğal ortamlar oluşturmanın öğrenmedeki rolünü bilir. Sözlük onun dostudur. Sadece bilmediği sözcükler için bakmaz ona, bildiklerine de nüansları görmek adına tekrar tekrar bakar durur ve bundan hiç gocunmaz. Vakit kaybı olarak da hiç görmez.

Yabancı dil bilip bunu çevirmen olarak kullananlar için yabancı dil hem bir araç hem de bir araçtır. Sürekli gel gitler yaşar. Sözcükleri birbirine tokuşturur. Yurdanur Salman adlı değerli bir meslektaşımızın bir kitap kapağındaki deyişiyle "uçan kaçan sözcüklerin ardında" bir ömür geçirir. Sözlük onun da dostudur ama ilk kez sözlükten bakıp bulduğu bir sözcüğü uygun bağlamda kullanabilmek için pek çok sağlamalar yapar. İşinin sözlükte ne başladığının ne de bittiğinin farkındadır.

Bir dilbilimci için yabancı dil bilmek büyülü bir konudur ama hiçbir dil ona bir diğerinden daha üstün değildir. İlkel, üstün, zengin, fakir gibi kavramlar onun için hiçbir şey ifade etmez. Her dil kendi için yeterlidir ve kendi için gereken kadar sözcüğü vardır. Her ülke nasıl hakettiği şekilde yönetilirse, her milletin dili de kendine has özellikler taşır ve kendi için ne eksiktir ne fazla. Bir dilbilimci için sözlük bir çevirmene göre elinin altında herdaim duran bir araç değildir. O dilin nesini inceliyorsa ona göre bir araç bulur. Örneğin, psikodilbilim kapsamında dil sürçmelerini inceliyorsa, inceleme birimi bu sürçmeler, sosyodilbilim kapsamında dil planlamasını inceliyorsa, devletin ve okulların vs. bu konudaki uygulamaları, sözdizim kapsamında inceliyorsa sözcüklerin bir tümcedeki diziliş kurallarıdır. O kadar irili ufaklı alt disiplinleri vardır ki burada tek tek sıralanamaz. Kısacası, inceleme birimi yalnızca sözcükler değildir. İnceledikçe görür ki bir dilin içinde bir alanda zenginlik diye tabir edilecek bir husus diğer bir alanda son derece güdük kalabilir. Örneğin, Türkçe ikilemeler açısından çok zengin bir dilken, İngilizce değildir ama bu onun yetersiz bir dil olduğu anlamına gelmez.

Yukarıdaki gurupların hangisinde olursanız olun ya da iddia ediyorum burada aklıma gelmeyip de ele alınmayan diğer bir kategoride yer alın, yabancı dil öğrenimi ve kullanımında değişmeyen bir duygu vardır. Normalde anadilinizde hiç düşünmediğiniz konular hakkında onu bir başkasıyla karşılaştırır hale geldiğiniz için az ya da çok kafa yormaya başlarsınız. Bu fikir jimnastiği kendi başına küçük görünen ama anadili daha doğru konuşma, kullanma ve zenginleştirme yolunda atılan büyük bir adımdır. Adımlarınız bol olsun…
Continue Reading...

Karışık Yabancı- SERDAR ÖZDEMİR

Yazıya geçmeden önce kasetin üzerine tıklayın...


MixwitMixwit make a mixtapeMixwit mixtapes

1980'li yılların başları ve ortaları okuldan arta kalan zamanımın çoğunu ağabeyimin kasetçi dükkânında geçirirdim... 80'ler müzikle ilgili bir döneme atfedilen son 10 yıllık süreçti sanırım; 50'ler, 60'lar, 70'ler ve 80'ler... 90'lar müzik açısından bu etkiyle vurgulanmamıştır hiçbir zaman… Sadece müzik değil, aslında toplumsal hayatın herhangi bir alanında da 90’lara belirgin bir atıf yapılmaz örneğin… 60’lar, 70’ler, 80’ler sosyokültürel hareketliliği ile toplumsal belleğe kar kalmışken, yeni dünya düzeninin yerleşik hale geldiği 90’lar yalnızca birilerinin cebine kar kaldı sanırım…

70'lerin kültü 45'lik plakların yerini alan 33'lük Long Play(uzunçalar)'lerin son demleri, kasetlerin ise altın çağıydı 80'ler... Kasetçaların, plak çalan pikaplara göre hem daha pratik kullanımı, hem de ucuzluğu nedeniyle, müzik kasetlerine büyük bir rağbet oluşmuştu bir anda… Bu yeni teknolojinin kolay ulaşılırlığı ile evlerimizdeki, mahalle kıraathanelerindeki transistörlü radyoların yerlerini kasetçalarlar almıştı artık…

Ağabeyim Long Play'lerden kasetlere şarkıları kopyalardı (korsanla ilgili yasal bir düzenleme yoktu sanırım o yıllarda)... Bazen bir Long Play’in tamamı, bazen de birden fazla Long Play'den şarkılar seçilerek, "karışık" dediğimiz kasetlere kopyalanırdı; Karışık Arabesk, Karışık Taverna, Karışık Yabancı vb... Bir de enstrümantal (sözsüz) parçalar vardı ki, bunların kopyalanan kasetlerin ilk ve son şarkıları olması işin jargonundan gelirdi... Sonra bu kopya kasetler çoğaltılır ve Tuğrul Müzikhol'ün cam raflı vitrinindeki yerlerini alırlardı… Benim dükkândaki en önemli görevim, FACIT marka daktiloda kaset kutularından çıkan katlanmış, kalın, parlak kâğıtlara, kasette yer alan şarkıları liste halinde yazmaktı… Aynı kasetten birden fazla kopyalandıysa, her biri için kaset kâğıtlarının arasına karbon kâğıtları koyar, en alttakine de çıksın diye daktilonun tuşlarına elimden geldiğince sert basmaya çalışırdım…

Kasetler süresine göre 45'lik, 60'lık, 90'lık ve 120'lik isimlerini alırdı... Seçme şarkılardan oluşan "karışık" kasetler daha ziyade 90 dakikalık olanlardandı. Bunlara 14-15 şarkı kopyalanabilirdi... Kasetler, içinde bulunan manyetik bantın türüne göre de ikiye ayrılırlardı; Ferrik ve Krom Dioksit... Kasetçalarlardan bazılarının üzerinde de içine hangi tür kaset koyulduysa ona göre ayarlanması gereken bir düğme olurdu... Gerçi üzerinde Ferrik yazan kaseti, kasetçaların Krom Dioksit modunda da çalıştırsak aynı ses çıkardı... Niye böyle bir ayrım vardı ve ne işe yarıyordu hatırımda kalmamış şimdi... Yalnız bazı müşterilerin; "ille de krom dioxit olsun" diye ısrar ettiklerini ansıyorum... Bir de bunların ferrik olana göre daha pahalı olduklarını...

Dükkandaki en sevdiğim faaliyetlerden biri de kopan ya da "saran" kaset bantlarının onarılması idi... Bu iş ayrı bir uzmanlık gerektirdiğinden!! ağabeyim tarafından gerçekleştirilirdi... Ağabeyim, bir beyin cerrahı edasıyla işe girişir; masa lambasını yakar, tornavida setini yanına yanına koyar, bana da "1,2 yi ver" diye talimat verirdi... Gerçi kasetlerin hepsi köşelerindeki küçük vidalarından sadece 1,2 mm.'lik tornavida ile açılabildiğinden ve de tornavida seti hemen yanında olduğundan bu ameliyathane aksiyonuna (neşter lütfen hemşire hanım!!) ne kadar gerek vardı? bilemiyorum... Ağabeyim, kaseti açtıktan sonra, bantın "saran" ve artık işe yaramayacak olan kısmını makasla keser, daha sonra sağlam iki ucunu birleştirip, bantın kalınlığınca küçük bir parça haline getirilmiş seloteypi alt tarafından banta yapıştırırdı... İşin zor kısmı manyetik bantı tekrar içine yerleştirip, kaseti kapatmaktı... Ağabeyim bu işi de özenle tamamlayıp, küçük vidaları yuvalarına yerleştirdikten sonra gözünü kasetten ayırmadan, elinin altındaki tornavida için talimatını verirdi; "1,2"...

Tuğrul Müzikhol özel radyoların yaygınlaşıp müziğe ulaşmanın bedava hale geldiği dönemde hem neşesini, hem de ticari geçerliliğini kaybetti yavaş yavaş... Bu arada teknoloji, cd gibi, mp3 gibi tüketimi daha da kolaylaştıran metaları üretti... Kasetin kaderi de Long Play'e yaşattığına eşitlenmiş oldu böylece...

Benim hayatımdan ise kasetler hiç bir zaman çıkmadı... Tuğrul Müzikhol'den yadigar kalanları evimin baş köşesindeki dolapların çekmecelerinde, nemden etkilenmesinler diye kalorifer peteklerinin yakınlarında muhafaza ettim hep... Manyetik bantları zamana direnenlerden bir kaçını, 20 yıllık kasetçalarıma takıp, 80'li şarkıları, cızırtıların arkasından seçmeye çalışıyorum hala... Ve bu kasetlerden bir tanesinin artık eprimiş, sararmaya yüz tutmuş, parlak kağıdında 13-14 yaşındaki ergen, cılız parmakların bütün gücü ile işlediği daktilo harfleri ile şöyle yazıyor; "Karışık Yabancı"

1. Falco - Jeanny
2. Laura Brannigan - Self Control
3. Glenn Medeiros - Nothing's Gonna Change My Love For You
4. A-ha - Take On Me
5. Stevie Wonder - Part Time Lover
6. Modern Talking - Cheri, Cheri Lady
7. Alphaville - Big in Japan
8. Lionel Richie - Hello
9. Duran Duran - Wild Boys
10. Modern talking - You're my heart, you're my...
11. George Michael - Careless whisper

Continue Reading...

Sisler Bulvarında Atila İlhan- TUĞBA

Sisler bulvarı derindir...Sisler bulvarı engindir...Sisler bulvarının sonu
gözükmez..
Ve Attila İlhan varsa...
Sisler bulvarı bitmez.
İşte yine 11 Ekim.
Yine O'nu yitirişimizin yıldönümü...
Yine "Sisler Bulvar"ı...
Yalnız ve...
Attila İlhan'sız.

Bir, iki, üç derken......Dördüncü yıl Sisler bulvarı'nda Attila ilhan'sız.. 11 Ekim tarihinin anma gününe dönüşmesi..Aydın fikirlerine en çok ihtiyaç olan zamanların, yokluğuyla geçmesi en güzel yanıtı veriyor..Attila İlhan'ların önemini, yerinin doldurulmayacağını, onun gibi insanların kolay yetişmediğinin..

Gece yarısı son dakika gelişmesi olarak duyurulan haberler hala hatırımda...''An geldi Attila İlhan gitti''sözleriyle..Şiirleri, romanları, Mustafa Kemal sevgisi, ilkelerine, devrimlerine, Cumhuriyet'e bağlılığını anlatmaya kelimeler yeterli gelir mi?

Sisler Bulvarı'nda Attila İlhan'ı anlatmaya cümleler kafi gelmiyor. Teselli ise ölümsüz eserlerinde. Hani, en güzel aşklarda ''Ben sana mecburum'', unutulmayan sevgilerde ''Ayrılık Sevdaya Dahil'' denildiği gibi. Ya, ''Mahur Beste'' nin hüznünü, ''Pia''nın yaşattığı coşkuyu, ''Üçüncü Şahsın Şiiri'nde yaşanan felaketi bilmeyen var mıdır ?

Attila İlhan, şimdi izmir Karşıyaka'da imbatı soluyarak, martılara selam veriyor..Attila İlhan Karşıyaka'da ve Türkiye'de hala yaşıyor.. Bazı bazı yanından gelip geçen İzmir'lilere '' Gazi Kemal''i unutmayın, devrimlerine Cumhuriyet'e karşı ödevlerinizi eksiksiz yerine getirin'' diye fısıldıyor, kimbilir..

Hatta, ''Sisler Bulvarı'nda olmasam da görüyorum tehlikeleri, tehlikeli insanları..'' Attila İlhan bilir, görür, ''mıh gibi aklında tutar'' ..

An gelip gitse de..Gün gelip gitse de...''Sisler Bulvarı''nda olamasa da.. Attila İlhan yaşar...Attila İlhan yaşatılır..

Continue Reading...

Hüznün Soluğu; Hümeyra - YEŞİM ÖZDEMİR

Tam olarak başlangıcını bilemesem de onu sevmeye başladığımda, fakültenin ilk senesindeydim sanırım. O, “Yaş 35; yolun yarısı eder” derken, ben daha bahsettiği yaşın yarısını henüz geçmiştim. 35 yaşında olmak nasıl bir şey bilemesem de, o yaşlara gelmekten ürktüğümü anımsıyorum.
Aynı onun 45’liklere kapak çizen bir grafikerken, tesadüfen keşfedilmesi gibi, ben de bir arkadaşımın yönlendirmesiyle müzik konusundaki yeteneğimi fark etmiş ve gitar çalmayı öğrenmeye başlamıştım. Aradan bir zaman geçtikten sonra Hümeyra’nın birkaç parçasını çalmayı, bir çoğunu da söylemeye başarmıştım.
Onun sesindeki hüzün, hep bana yakın geliyordu. O yaşta, neden bu kadar hüznü seviyordum; onu da tam kestiremiyorum. “Ya her şeyim, ya hiçim…Sorma dünyam ne biçim…Bir kördüğüm ki içim; çözdükçe dolanıyor” u söylerken, yaşamım henüz bir kördüğüme dönmemişti. “Sessiz bir gemiye binip de seferden dönmemek” de çok uzaktı bana… Daha “Bodrum’da” bile olamamıştım…
İlerleyen zamanla birlikte Şehir Tiyatroları’nda sahneye çıkmaya başladığında, müzik kariyerinde de oldukça ilerlemişti.Bu özelliğini , ben de tiyatro kulübüne katıldığımda öğrendim. O zamanlar “Yaşamaya dair” hiçbir fikrim yoktu. Başarılı oyunlarıyla da , sahnede de var olduğunu kanıtlamıştı Hümeyra… Onu daha sonraları sinemadaki başarılarıyla, evlilikleriyle ve son olarak da “İfo Teyze” olarak gördük. Avrupa Yakası’nda yakaladığı popülerliği “İkinci doğuş” olarak nitelendiriyordu kendisi. Sadece belli bir yaşın üzerinde değil, genç yaşlardan da bir çok hayran edinmişti kendine böylelikle.
Ama gene de benim için o, gene eski Hümeyra idi. Ben, ondaki hüznü sevdim. “Hırçın , paramparça” olduğum dönemlerde, “Beyhude” bir şekilde kendimi“Perişan” hissettiğimde, “Bu dünyada bir de benim yüreğim var!” diye isyan ettiğimde , hatta “Debelenip dururken” ya da “Tutsana Ellerimden” diye haykırdığımda…
Saçlarımda “Mevsimsiz Çiçekler”in açmaya başladığı şu dönemlerde, onu ve şarkılarını eskisinden de fazla duyumsuyorum.

Yüzündeki çizgiler, yılların izleri mi?
Yoksa geçmiş aşkların, sitemli sözleri mi?
Yanaklarına dolan, ışıksız gölgeler mi?
İçlerinden süzülen gözyaşından seller mi?


Alnındaki satırlar, bir gün yazmak için mi?
Yoksa, boş bırakılan bir akıl defteri mi?
Saçlarındaki kırlar, yaşlandığın için mi?
Yoksa, birden boy veren , mevsimsiz çiçekler mi?

Hümeyra ile karşılıklı, onun şarkılarını söyleyebilmeyi gerçekten de çok isterdim.Hala da istiyorum. Kim bilir, belki bu hayalim de bir gün gelir gerçek olur.Ben, o gün gelene kadar, gene “ Benim Şarkılarım” ı söylemeye devam edeceğim.
Continue Reading...

Blogger templates

Blogroll

About