10 Ağustos 2008 Pazar

Bilim ve sanatta kendimizle yüzleşme -MEHMET SAĞLAM

Share it Please

Oturup derin derin düşünceye dalmış, sabahın köründe güncel kültür altyapımıza şöyle bir göz atıyordum. Baktım, aşağıdaki öğeler arasındaki farkları neredeyse ayırt edemez olmuşuz:
- Düşünce ile felsefe,
- Bilgi ile bilim,
- Sanat ile zanaat,
- Sanayi ile teknoloji,
- Üretim ile yaratıcılık,
- Ulus ile halk,
- Kıvanç ile hamaset,
- Gıpta ile kıskançlık,
- Kendimizle yüzleşme ile kendimizi hor görme...

Gözlerimiz sanki yakın ufuklardan uzak.. duygularımız prangaya vurulmuşçasına ağır aksak.. yeteneklerimiz çelik kafeslerde tutsak... N’oldu, n’oluyor bize? N’olacağız bu gidişle? Ve daha nice sorular...

Bu yazı zihninizde veya yüreğinizde bir ateşleme yaratır ve özeleştiri cesaretinizi birazcık kamçılarsa; işte o zaman harcadığım mesaiye fazlasıyla değmiş olacaktır.

Hoşça okuyun, kalın...

BİR TÜRKİYE FOTOĞRAFI

Bana seni sordular...
Bildiklerimi hemen anlattım.
Bana beni sordular...
Maskemi taktım, biraz düşündüm,
Sonra anlattım!

Ulus olarak kendimizle yüzleşme vaktinin geçmekte olduğunun kaçımız farkındayız acaba? Yüzyıllardır yaptığımız ve hâlâ yapmakta olduğumuz hataları gözardı ederek yaşamaya devam etmekle ne büyük fırsatları ve mutluluk araçlarını kaçırdığımızı göremiyor muyuz? Demek gözümüzü pembeye boyadıkça ufkumuzu sislendiren hamasi söylem ve tavırlarımızın bizi dünya ölçeğinde ne denli gerilerde bıraktığını belki de göremiyoruz ki, hata üstüne hata yapmaya devam ediyoruz.
Bu topraklarda doğmuş herkese hitap eden bu uzun yazımda, kendimizle hangi konularda yüzleşmemiz gerektiğini ve birkaç önerimi dillendirmeye çalışacağım sizler için.
Başlangıç olarak, ülkemize ve dünyaya evrensel nitelikli ne tür katkılarımız olduğunu saptamak amacıyla bir Türkiye fotoğrafı çekelim...
Bu resmin ön plânında göreceğimiz ilk şey; bir dünya jürisinin alkışlayacağı kalitede sanat, bilgi, bilim ve teknoloji üretemediğimiz, -bu yetmezmiş gibi- kapı komşumuz Avrupa’da ve uzaklarda üretilen niteliği yüksek sanatı ve bilimi doyasıya tüketemediğimiz olacaktır.
Bu acıklı gerçek bu yazıyı okuyan herkesi hem utandırmalı, hem kaygılandırmalı ve hem de elinden ne geliyorsa onu yapmak için harekete geçirmelidir.
Utanmalıyız!...
Çünkü sanat: Herkesi ve toplumu en çıplak, en komik, en güzel ve en çirkin hâliyle kendine gösteren bir ayna; estetik değer, evrensel etik, bilgi, bilim ve teknoloji üretmeye giden yolda bir esin kaynağı ve insanı yücelten/değerli kılan mihenk taşlarından biri olduğu hâlde, ona hak ettiği o yüce değeri vermediğimiz için utanmalıyız...
Kaygılanmalıyız!...
Çünkü sanat: İç ve dış dünyalarımızı gözleyip kavramayı; beş duyumuzu etkin ve hassas biçimde kullanarak içsel ve dışsal estetik hazinelerimizi keşfetmeyi; evrenin soyut ve somut değerlerini görüp değerlendirmeyi ve üretime dönük el, dil ve zihin becerilerimizi geliştirmeyi sağlayıp yaratıcılığımızı tetikler. Bütün bunlar da, bilgi, bilim ve teknoloji üretmemizi, kullanmamızı ve ihraç etmemizi sağlar. Sanatın değeri bu denli yüksekken; sanatımızı ruhsuz, cansız ve atıl bıraktığımız için kaygılanmalıyız.
Hemen harekete geçmeliyiz!...
Çünkü mantıksal, duygusal ve ruhsal zekâmızı da geliştirip dengede tutan sanatı ihmal ettikçe; ekonomik, bilimsel, teknolojik, siyasal, askeri ve sosyal yönden gelişmemiz gecikmeye devam edecek; saygın bir dünya devleti olabilmemiz ve bireyleri estetik değerleri kutsamış, vizyonu geniş, yaratıcılığı gelişmiş bir ulusa dönüşmemiz mümkün olamayacaktır.
Çektiğimiz fotoğrafa tekrar dikkatlice bakınız: Bu ülkede sözde sanat, bilim ve teknoloji adına ne yapılıyorsa, bütün bunlar -birkaç istisna dışında- daha önce yapılmışın, düşünülmüşün, mevcut üretimlerin ve var olan paradigmaların kopyasını çekmekten ve dolayısıyla papağanlığını yapmaktan öteye geçemeyen ikinci el ürünledir.

Yaratıcılıkta Kısırlığın Sebepleri

Neden?... Neden 6,5 milyar insanın görünce, dinleyince, okuyunca veya üzerinde düşününce hayranlık duyacağı, zihinsel ateşlemeler ve ruhsal titreşimler hissedeceği üstün sanat eserleri yaratamıyoruz?
Neden hâlâ çağlarında evrenselleşmiş Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş’ın ve Nasreddin Hoca’nın öğretilerini evrene tanıtamadık? Onları Pamukkale’de, Göreme’de, Manavgat’ta, Efes’te ve Nemrut Dağı’nda görüntüleyen kaliteli filmleri dünya sinemalarında neden hâlâ gösteremiyor, şiirlerini, destanlarını ve masallarını dünyaya okutamıyoruz?
Neden hâlâ her kentin en gözde meydanında sanat adına yüzkarası bir Atatürk heykeli, bir başka yerinde sanattan anlayanları utandıran derme çatma bir büstü dikilidir? Ve neden bugüne kadar evrensel ölçekte bir film yapılıp Gazi’nin üstün vizyonu, dehası ve liderlik yeteneği tüm dünyaya gösterilemedi?
Hacı Arif Bey’imizin evrensel müziği çoksesli forma sokulamadan unutulmaya neden yüz tutmuştur?
Ebru, hat, çinicilik, kakmacılık, taş ustalığı, halıcılık, karagöz vs. gibi geleneksel sanatlarımız neden can çekişiyor?
Niçin yağmur duasına çıkmak yerine su kanalları ve kuyular açmak gelmiyor insanlarımızın aklına?
Ve neden isimleri beş kıtada ezberlenmiş, göğsümüzü kabartan tiyatro, opera, resim, heykel, müzik ve ses sanatçılarımız, şairlerimiz, filozoflarımız ve bilim insanlarımız bolca mevcut değil?
Yaratıcılığımız niye bu denli körelmiş? Zihinlerimiz niçin prangaya vurulmuş gibi tutuk, üşengeç ve uyuntu?
Ve neden çok önemsiz, çok ufak bir ulusal başarıdan sonra sokaklarda zafer çığlıkları atıyor; kendi kendimizi değerini yitirmiş bazı ilkel değerler zincirine bağlıyoruz?
Kafatasımızın içi mi boşaltıldı enjeksiyonla, ne?...
“Muz Cumhuriyeti”ndeki kabileler gibi aş-iş-barınak söyleminden başka idealimiz mi kalmadı?
Reflekslerimiz, duyarlılığımız, kıvrak zekâmız ve tarih yazmış atalarımızdan kalan sosyal ve kültürel genlerimiz de mi dumura uğradı?
Nedir, n’oluyor bize? Yaratıcılığımızla birlikte özbenliğimizi de mi yitiriyoruz!!!
İçinizde bütün bu yazdıklarımı birer hakaret olarak algılayanlar olacaktır, biliyorum. Fakat okumaya devam edin lütfen:
“Başkaları seni eleştirmeden sen kendini eleştir!” prensibini Anglo-saksonlar çok iyi ve çok yerinde kullanır, böylece kendilerine karşı oluşacak potansiyel düşmanlıkları, alçaltıcı yorum ve bakışaçılarını bir nebze hafifletip önlemiş olurlar. Biz de bunu son yıllarda onlardan daha fazla yapmaya başladık; ama bir metodolojiden yoksun olarak ve bizden taviz koparmaya çalışan karşı tarafın eline büyük kozlar verecek biçimde yüzümüze gözümüze bulaştırarak... Çünkü bu konuda da yaratıcı davranamıyor; plânlı, programlı, ulusal çıkarlarımızı koruyacak şekilde düşünemiyor; o olmazsa-olmaz sinerjiyi bir türlü yaratamıyoruz. Zihinlerimiz bos bulanık ve geçici gündemlere odaklanmış durumda hâlâ zaman ve enerji tüketiyor boş yere.

Sebepler Yumağı

Tekrar soruyorum; peki neden bu acınası haldeyiz gelişmiş ülkelere kıyasla?
Neden? Neden? Neden?...
Sömürüldüğümüz veya “birinin kazancı, diğerinin kaybıdır” olgusu gerçekleştiği için mi?
Milletin gelişip serpilmesini engellemek için toplumun önüne psikolojik, ekonomik ve siyasî bariyerler kurulduğu; bunların arkasında kaynak, vakit ve enerji kaybettiğimiz için mi?
Devletin, uçan kuşun bile ne yaptığından haberdar olmak ve her şeyi kendi kontrolü altında tutmak gibi totaliter bir zihniyete sahip olmasından mı?
Anababalarımız biz çocuklarına hep “aba altından sopa gösteren” baskıcı bir terbiye verdiği ve bu yüzden özgür ruhumuzu dar bir kafese hapsettiği için mi?
Tüm günah ve sevabıyla gerçekçi bir tarih yerine belli bir anlayışa hizmet eden “resmi tarih” yüzünden öz gerçeklerimize ve köklerimize yabancı kaldığımız için mi?
Kültürel erozyona, manevi duyarsızlığa ve maddi aymazlığa düştüğümüz için mi? Yoksa kendi elimizle kendi kutsal inançlarımızı, kendi manevi değerlerimizi mahzenlere kapattığımız için mi?
Bir dil devrimi yaptıktan sonra dil ırkçılığına başlayarak, tarih ve kültür mirasımıza giden kanaları tıkadığımız ve öz değerlerimizle bağlantımızı kopardığımız için mi?
Ulusal hafızamızda tamiri olanaksız deformasyonlar olduğu için mi?
Meşrutiyetten beri kendi kendimizle etmeyi sürdürdüğümüz Jön Türkler kavgası yüzünden birkaç parçaya bölündüğümüz için mi?
Aileden ve ilkokuldan başlayarak, çocuklarımızın merakını ve hayal gücünü körelten, yaratıcılığını ve beynini ipotek altına alan, bulabileceğimiz en "ideal eğitim"i ülkemizin geleceği olan genç beyinlere zorla dayattığımız için mi?
Sözde ilim, irfan, araştırma ve icat yuvası olacak üniversitelerimizin birbirinin yüzüne kin kusan muallimlerinin aynı eğilimdeki müdavimlerine Osmanlı medreselerinden daha ezberci birer sözde eğitim vermesi yüzünden mi?
Paylaşma zevkini, hizmet etme şevkini, sevgiyi, saygıyı, hoşgörüyü, toleransı ve ulusal görevdeşlik damarlarını açık tutma becerisini kaybettiğimiz için mi?
Yoksa biri diğerini doğuran ama hep başkalarının üstüne attığımız tarihsel hatalarımızın giderek büyüyen bir pranga zinciri gibi bizi yere çakılı, hareketsiz bırakmış olmasından mı?
Veya yıllar yılı her sonbaharın bizi daldırdığı hüzünlü rehavet içinde “kendi yağımızda kavrulurken” yaprak dökümü yaşayan bahçemiz ile tomurcukları çiçeğe dönüşen dinamik küresel gerçekler arasındaki makas farkını göremediğimiz için mi?
Hangisi?... Bu sebeplerden hangisi bizi bu çağda -bu ezenin daha güçlü, ezilenin daha güçsüz olmaya mecbur edildiği acımasız, tek dişi kalmış canavarı andıran devirde- bu kadar zavallı, bu kadar çaresiz ve perişan bıraktı?
Hepsi... Evet, sebeplerin tamamı ve daha niceleri...

Vaktimiz Dar

Oturduk, oyalandık, yattık ve eğlendik... Tembellik, nemelazımcılık ve hamaset yaptık... Geri kaldık ve geri bırakıldık... Sömürüldük ve kullanıldık... Bezdik ve bezdirildik... Savaştık ve savaştırıldık... Yorulduk ve ardından uzun süre dinlendik...
Evet... Ama artık nemelazımcılık, uyuşukluk ve tembellik yapma hakkımız kalmadı!
Eylem vakti çoktan gelmiş, geçmiş ve hâlâ geçiyor.
Umutlar ve vakit daha fazla tükenmeden kendi kendimizle yüzleşmeli, paslanmış yapıcı sorgulama yeteneğimizi bir ân önce parlatıp çalıştırmalıyız.
Sonra çok çalışma, didinme, bilgilenme, bilinçlenme, zeki olma, akıllı olma ve düşünüp düşündürme; yaratıcılığımızı ve üretkenliğimizi çok geliştirme, çokça kullanma ve hızla ilerleme çabaları ortaya çıkmalı.
Vakit işte o vakit; vakit şimdi!...
Vakit; üretimdir, yarışı kazanma gerecidir, önde gideni yakalama aracıdır. Hızlı, daha hızlı, var gücümüzle hızlı koşma zamanıdır. Dağ başındaki dumanı söndürme; yangın yerine sağlıklı fidanları dikme zamanıdır.
Vakit, vaktin değerini bilme ve değerini verme vaktidir.
Vakit, yaratıcılığımızı yeniden dürtme ve uyandırma zamanıdır.
Vakit, yeniden doğuşu, Türkiye dediğimiz bu vatanın “Rönesans ve Reform”unu yaratma zamanıdır.
Vakit, aydınlanma ve aydınlatma vaktidir.
Vakit, sanayileşme, bilgi çağına geçme, bilgi çağını aşma ve bilgiyi bilgeliğe dönüştürme vaktidir.
Vakit, uzayla birlikte evrenin dördüncü boyutudur ve beşinci boyutunu bulma aracıdır.
Vakit, yoktan var etme, hiçlikten her şeyi üretme vaktidir.
Fakat vaktimiz dar dostlarım! Vaktimiz az. Dar zamanlardaki gibi telaş içinde ve aceleci...
Vaktimiz vakit kaybedemeyecek kadar nadir ve değerli. Vakit, artık -nakit olmaktan öte- altın, platin ve hatta elmas olmak zorundadır bizim için.

Yeni bir uygarlık için “Bana seni gerek, seni.”

Herkes bu zor görünen ama gerçekleşmesi hiç de güç olmayan hedefe kilitlenir ve gereken ne varsa yapmaya başlarsa, bu ülkede her şey on- on beş yıl içinde, bir sihirli değnek dokunmuşçasına değişip güzelleşecektir. Öyle ki, sahip olduğumuz sosyal ve kültürel genlerimiz sayesinde çağdaş medeniyetin bile önüne geçebilir ve insanlığın sürekli etik yozlaşma yaşadığı, orman kanunlarının hüküm sürdüğü bu materyalist çağda yaratılmayı bekleyen yeni bir uygarlığın sahibi bir kez daha biz olabiliriz.
Fakat eski tembellik ve vurdumduymazlığa devam edip evimizin içini kirli, dağınık ve pis kokular saçan bir mekân olarak tutarsak; o zaman hiçbir sıçrama yapamaz ve “Evinin içini temizle” diyerek taviz üstüne taviz olmak için bizi sıkıştıran Avrupa Birliği’ne karşı “Senin evinin içi daha kirli” deme hakkına bile kavuşamayız.

Bakınız...
Avrupa’da Rönesans, sanatta özgünlük ve yaratıcılıkla başladı.
Reformlar, düşüncede ve dinî-siyasî sistemdeki yaratıcılıkla...
Aydınlanma, felsefede yaratıcılıkla...
Sanayileşme, sanat, düşünce ve felsefenin tetiklediği hayal gücünü ve yaratıcılığı mekaniğe ve bilime uygulamayla...
İşte bu yüzyılda, insanlığın içine düştüğü bu derin buhranlı yüzyılda, insanlığın Rönesans’ı ve yeniden aydınlanması bu kez Türkiye’de, bizim önderliğimizde başlayabilir. Dünyada hüküm süren bu sömürü ve haksız paylaşım böyle devam edip gitmeyecek elbet. Buna “Dur!” diyebilecek potansiyele sahibiz biz. Nasıl ki Paris, sanatın Kâbesi ise, İstanbul da “Yeni Paylaşımcı Dünya”nın Kâbesi olabilir. (Bu yeni hümanist dünyaya Ademküre ismini öneriyorum.)
Türkiye’nin kendine tarihi birer misyon yüklenmiş olan çocuklarıyız bizler. Biz kendi değerimizin farkında olmazsak, başkaları bize elbette değer vermez.
Türkiye imparatorluklar deneyimi ve potansiyeli olan bir ülkedir. Halkının eğitimsiz bırakılmış olması bu gerçeği değiştirmez; bir nesillik iştir toplumu sırtlayıp ileriye taşıyacak bir kuşağı çağdaş standartlarda eğitimli kılmak.
O hâlde, Türkiye’nin genç ve dinamik evlatları olarak, kadınıyla erkeğiyle kendimize güvenelim, boşa vakit geçirmeden hep öğrenelim, dersimize iyi çalışalım, sanata yönelelim ve övünme vaktinin gelmesi için, bizi bize küstürenlerle, bizi yolumuzdan alıkoyanlarla hep birlikte var gücümüzle mücadele edelim.
Ezik duruşlarımıza ve yasak umutlarımıza paydos diyelim!
Bilgi, sanat ve bilim tüketelim ki bilgi, bilim, sanat ve teknoloji üretebilelim.
Devlet-millet el ele, tek bir yumruk hâlinde ve bir karınca kolonisi gibi yuvamızı temiz ve refah kılmak için didinip çalışalım.
Bunun için herkesin elinden geleni gönüllü olarak yapması ve ulusal menfaatlerden başka bir çıkar gözetmemesi gerekmektedir.

Bazı kesimlerin hortumla, hileyle, yolsuzlukla, gizli anlaşmalarla, kaba güçle ve kayırıcılıkla milli pastadan büyük paylar elde ettiği bu ortamda, böylesi bir ruh hâline bürünebilmemiz şimdilik mümkün değildir ne yazıl ki. Çünkü insan doğasının haksızlıklara tahammülü yoktur; haksızlık olan yerde adalet, barış ve kardeşlik hisleri gelişmez. Ama yolsuzluklar ortadan kalkınca ve başımıza gelen her hükümetin siyasi bedel ödeme pahasına milletin çıkarlarına hizmet ettiği görülünce, o atılımcı ve yaratıcı ruhun bir anda şahlanacağından emin olabiliriz. Hem de dünyada insanî standartların düştüğü, paranın “en yüce değer” kabul edildiği bu çağda insanoğluna kılavuzluk yapacak kalitede ve güçte şahlanacaktır.
İşte o zaman, Mehmet Akif Ersoy’un aşağıdaki şiirinin ismini değiştirip “Biz Hünerliler” koyabilir, dizelerini başarı öykümüzle süsleyerek yeniden yazabiliriz:

HÜNERSİZLER

Bir alay mekteb-i ali denilen yerler var;
Sorunuz bunlara millet ne verir? Milyonlar.
Şu ne? Mülkiye. Bu ne? Tıbbiye. Bu? Bahriyye. O ne?
O mu? Mülkiyye. Bu? Ziraat. Şu? Mühendishane.
Çok güzel. Hiçbiri hakkında sözüm yok, yalnız,
Ne yetiştirdi ki şunlar acaba? Anlatınız.

İşimiz düştü mü tersaneye yahut denize,
Mutlaka, âdetimizdir, koşarız İngiliz’e.
Bir yıkık köprü için Belçika’dan kalfa gelir;
Hekimin hâzıkı bilmem nereden celbedilir.
Mesela bütçe hesabını yoktur çıkaran...
Hadi Maliye’ye gelsin bakalım Mösyö Loran.
Hani tezgâhlarımız nerde? Sanayi nerde?
Ya Brüksel’de, ya Berlin’de, ya Mançester’de!

Hiç yorum yok:

Blogger templates

Blogroll

About