7 Aralık 2008 Pazar

SERBEST RADİKALLER SAYI 30

Continue Reading...

Babaannemin Bayramı- FULYA

Çocukluğumda, Kurban Bayramları tüm yönetimin babaanneme geçtiği günlerdi.Bayramdan bir kaç gün önce, yüzünde çok ciddi bir ifade ile sabahın erken saatlerinde kalkar, pazarın yolunu tutardı. Bir kaç saat sonra bir at arabasının üzerine bağdaş kurmuş bir şekilde oturmuş ve arka ayakları bağlanmış, şaşkın bakışlı, kara bir keçinin boynuzlarından tutmuş bir şekilde sokağın başında görünürdü. Savaştan dönmüş muzaffer bir komutan edası ile evin önünde arabacıya durmasını söyler ve yaşından beklenmeyen bir çeviklik ve heyecanla sokağa inerdi.

Bu, onun bayramıydı. Bayram boyunca yapılacak ne varsa herşey onun denetiminden geçerdi. Bu konuda kimseye güvenmez; mutfaktaki eşyaları, bahçede açılacak çukuru, keçinin bağlanacağı ipi, herkesin sabah kaçta kalkacağını, bayram günü kimin görevinin ne olacağını, bayram şekerlerini, kolonyayı, öğleden sonra gelecek misafirler için pişirilecek yemekleri önceden tespit eder ve bunların hepsinin tıkır tıkır işlemesi için bir gün önceden herkesi toplayıp görevlerini büyük bir titizlikle anlatırdı. En önem verdiği iş ise; bayramdan önceki günlerde tek tek belirlediği fakir aileler için verilecek kurban eti konusuydu. Bu konuda oldukça titiz davranırdı. Tüm tanıdıklarına haber gönderir, onların yaşadıkları mahallelerde yaşayan fakir insanları kendisine bildirmelerini isterdi.

Bayram günü geldiğinde, sabahın çok erken saatlerinde acele eden birilerinin çıkardığı gürültü ile uyku mahmuru gözlerimizi açardık. Babaannem sürekli yapılacak işleri sıralarken herkes bir yana koşardı. Sonra boğuk bir ses gelirdi dışarıdan tüylerimizi diken diken eden... Bilirdik o sesin kime ait olduğunu ve neden bu kadar acıyla çıktığını...

Dışarı çıktığımız vakit elinde kanlı bir bıçakla, bir kan gölünün ortasında duran Mevlüt Ağbi dünyanın en korkunç adamı olarak, sonraki gecelerde rüyalarımızda göreceğimiz haliyle, bembeyaz dişlerini göstererek gülüyor olurdu. Bizleri yanına çağırır ve bunun korkulacak bir şey olmadığını söyleyerek uzun bir konuşma yapardı. Parmak ucuna sürdüğü bir damla kanı alnımıza sürdükten sonra omzumuza, ona göre dostça bize göre oldukça tehditkar bir tavırla, pat pat vururdu.

Oradan kaçıp diğer çocukların bulunduğu sokağa fırlar ve alnında kanlı bir parmak izi bulunan bir grup çocuğun arasına karışıp herşeyi unuturduk. Dünya oyun üzerine, kahkaha üzerine yeniden kurulur, kafası kopmuş o şaşkın kara keçi, babaannem, Korkunç Mevlüt Ağbi başka bir dünyada kalırdı...

Karnımız acıktığı vakit eve girer, babaannem mutfakta bir kasap edasıyla etleri parçalarken koşarak arkasından geçerdik. Sesimizi duyar ve ayak bağı olmamamız konusunda bizi uyarır ve işine devam ederdi. Bu arada biri radyoyu açar tüm bayram sabahını içli bir şarkı doldururdu...
Bayram babaannemin bu yoğun hazırlıkları, biz çocukların uzun zamandır görmediğimiz kuzenlerimizle bir arada olacak olmamızın heyecanı, etraftaki koyun keçi sesleri, çocukların o zavallı hayvanlara yaptığı türlü maskaralıklar, minderlerin altına saklanmış rengarenk şeker kağıtları, Mevlüt Ağbinin kanlı elleri ve alnımızda kuruyan kanlı parmak iziyle geçip giderdi...

Bu bayram da babaannem aramızda olmayacak...Belki bayram sabahı kulaklarımıza fısıldar:"Hadi bakalım erken kalkın. Bugün kurban bayramı..."
Continue Reading...

Canım Sıkılıyor, Neredesin? LEVENT İNAM

Canım sıkılıyor... Herşeye canım sıkılıyor artık. Yolda yürürken omuzuma çarpan ya da ayağıma basan ve " afedersiniz" demektan aciz insanlara canım sıkılıyor...İşyerimde suratsız, kızgın dolaşan, işini sevmeden yapan insanlara canım sıkılıyor...
Öğlen yemeklerinde yan masada oturup el salladıkları arkadaşlarının dedikodularını yapan insanlara canım sıkılıyor...
Trafikte kendinden başkasına saygısı olmayan ve araba kullandığını sanan trafik magandalarına canım sıkılıyor...
Çocuğunu okula göndermeyenlere canım sıkılıyor...
Kızını üç kuruş paraya satanlara canım sıkılıyor...
Töre safsatasına sığınıp kardeşini, çocuğunu öldürecek kadar gözü dönmüş yaratıklara...
Dindarlık kisvesi altında insanları yüzlerce yerinden bıçaklayan sapıklara...Onları alkışlayan manyaklara... Canım sıkılıyor.
Eğitimsiz, cahil ve öğrenmeye niyeti olmayan insanlarla boğuşmaktan canım sıkılıyor...
İnsanları bu hale getirenlerin hala ülkemin kaderinde söz sahibi olmasına canım sıkılıyor.
Sevgisizliğe, hoşgörüsüzlüğe, kabalığa, canım sıkılıyor.
Ülkemin çocuklarının gözlerine bakınca canım sıkılıyor...
Ülkemi yönetenlerin gözlerine bakınca canım sıkılıyor...
Çok şeye canım sıklıyor cancağızım çok şeye!
Belki sıkıntılarımda haklıyım... belki de birer paranoya ürünü bunlar. Bilemiyorum.Ama sabah gözlerimi açtığım andan itibaren bunları görüyorum ve bunlara sıkılıyorum.
Güneş bu kasabayı terk ederken gözlerim yoruluyor...
Başım ağrıyor...
Canım sıkılıyor.
Gözlerim gözlerini..
Başım omzunu...
Ellerim saçlarını...
Kulağım sesini...
Burnum kokunu...
Bedenim bedenini...
Tenim tenini arıyor.
Huzur limanına sığınmak istiyorum.
Ve nerede olduğunu bile bilmiyorum...
Canım sıkılıyor sevgili sevgilim...
Nerdesin?
Continue Reading...

Özgür Ol- MEHMET SAĞLAM

Bırak aksın o nehir,
Sonu sonsuzluk olsun
Özgürce...
Çağlayan olup
Dökülsün denize
Gizlice...

Bırak sevdan çağlasın
Nehirce...
Tutulmasın baraja,
Sevdaya akmak yaraşır
Çağıl çağıl, âşıkça.

Bırak aşkını boşluğa
Uçup girsin bir kovuğa
Kendince...

Unutma,
Tutsak sevdalar
Sahibini prangalar
Soluk soluğa...
Continue Reading...

Küller ve Kar- NİLGÜN

‘ Et ateşe, ateş kana, kan kemiğe, kemik iliğe, ilik küllere, küller…. kara’
Küller ve Kar

Acıdan, savaştan, gözyaşı ve kandan , sevgisizlikten, iki yüzlülükten ……… hiç bitmeyecekmiş gibi savurup durduğumuz şu yaşamdan bunaldınız mı? Sizi kanatsız uçuracak görsel bir şölene, Küller ve Kar’ı (Ashes and Snow) izlemeye davet ediyorum!

‘Küller ve Kar’ Kanadalı fotoğraf sanatçısı Gregory Colbert’in senaryo ve yönetmenliğini üstlendiği 2005 yılı yapımı, muhteşem bir belgesel. Colbert : Hayvanların şiirsel duyarlılıkla paylaştıkları dillerini inceledim, insanlarla birlikte nasıl uyum içinde yaşayabildikleri yeniden keşfettim, diyor filmi için.

10 yıl gibi uzun bir sürede , Hindistan,Burma, Tongo, Sri Lanka, Namibya, Kenya, Antartika, Azor Adaları ve Borneo’da 100 kişilik bir ekiple çekimleri gerçekleştirilen bir belgesel Küller ve Kar. Her bir kare ayrı , muhteşem bir fotoğraf ; insanlarla hayvanların nasıl böylesi mükemmel bir uyum, bütünlük içinde olabildiklerini gösteren. Hem izlediğiniz görüntüler hem de dinlediğiniz şiirsel müzik, kanatsız uçuruyor insanı gerçekten de.

Filmin başında; bir yıllık bir yolculuğa çıkmış bir adam, kendisinden haber bekleyen eşine , sessiz –habersiz- geçen 365 günün ardından şöyle sesleniyor :
‘Bu anda bana gelirsen,
dakikalar saat olur, saatlerin gün ve günlerin bir ömür olur.

Fillerin Prensesine

Tam bir yıl önce kayboldum. O gün bir mektup aldım. Beni Fillerle yaşamımın başladığı yere çağırıyordu. Lütfen aramızda bir yıldır süren sessizlik için beni bağışla. Bu mektup sessizliği bitirecek.
Sana yazacağım 365 mektubun ilki, her bir sessizlik günü için bir tane.
Asla mektuplardaki kendimden fazla olmayacağım.
Bunlar benim kuş yolu haritalarım.
Ve bunlar doğru olacağını bildiklerimin hepsi.

Her şeyi hatırlayacaksın.
Her şey önceki gibi olacak.’

Hayvanların doğalarındaki müthiş artistik duruşlarıyla, insanlarla sıra dışı birlikteliklerinin herhangi bir kolaj, montaj ya da efekt kullanılmadan sadece sepyaya çevrilmiş görüntülerinden oluşan bu görsel ve şiirsel şöleni mutlaka izlemenizi öneririm…

Bilgi için: http://
http://www.ashesandsnow.org/.

http://ashesandsnowblog.blogspot.com/2007/03/ashes-and-snow-film-dvd.html
Continue Reading...

Son Ada- ÖZLEM AKAYDIN

Hiçbir kelime ya da cümlenin anlatmaya yeterli gelmeyeceği kadar özel bir adadır o.

*** Bütün anakaralara uzak, geceleri yasemin kokusuna bürünen kimsenin bozmaya kıyamayacağı güzellikte bir ada.

Bir gün, içinde kendi halinde yaşayan insanları barındıran bu adaya emeklilik yıllarını geçirmek üzere darbeci, bir başkan gelir.

Başkan, tüm benliğine işlemiş engel olamadığı şiddet duygusu ile ada sakinlerinin haberi bile olmadan adanın huzurunu kaçırmaya gelmiştir aslında.

Herkes başkanın gelişinden memnundur, bir tek kişi hariç; gerçekleri diğer sakinlerden önce görebilen “ yazar ” .

Büyük bir karşılama töreni düzenler ada sakinleri başkana.

Herkes, her şeyin başkanın gelişiyle daha da güzel olacağına inanmak istemektedir.

Başkanın gelişi ile zaman içerisinde adada her şey değişmeye başlar.

Başkan, adayı yavaş yavaş yok etmektedir.

İlk yaptığı da adayla bütünleşen martıları yok etmektir. Martıların varlığı bilinmez bir şekilde rahatsız eder başkanı. Başkan ve adamları martıları, vurarak yumurtalarını ezerek acımasızca yok etmeye devam etmektedirler.

Oysa, ada yoksa martılar da yoktur, martılar yoksa ada yoktur. Bunun da kimse farkında değildir henüz.

Her şeye rağmen başkan ve yandaşları galip gelir bu garip, yok etmeye programlanmış anlamsız savaşta.

Adaya kötülerin itibar gördüğü, iyilerin yaşama hakkı olmadığı dünya düzeni yerleşmiştir artık.

Savaş başlamıştır, kıyım başlamıştır ve bunları başlatan başkan ve yandaşları, olup bitenleri uzaktan hiçbir şey olmamış gibi izlemektedirler.

Zülfü Livaneli’nin “Son Ada” sı mükemmel kurgusuyla okura kısacık ama önemli bir roman okutuyor. Romanı okurken adanın geleceğinin ne olacağını az çok tahmin eden okur; tahminlerinde yanılmak istiyor.

Son Ada kurgusunun yanı sıra özellikle verdiği önemli mesajlara dikkat edilmesi gereken bir roman. Elimizdeki “ son ada ” yı yitirmemek için…

*** “ İşte anılar burada bitti. …
Sevgili dostum, bir gün Voltaire’nin kitabında, İstanbul’daki bahçıvanın, huzur arayan Candide’e verdiği “ Bahçeni yetiştir ” öğüdünü örnek göstererek, “ Hikayeni anlat!” demiştin bana, hatırlıyor musun?
“Sadece hikayeni anlat!”
Ben de öyle yaptım
Son Ada’yı yitirişimizin hikayesini anlattım.

*** Kitaptan
Continue Reading...

Cumhutiyet'in Fedakar Öğretmenlerine... TUĞBA


16 Mart 1848 ilk öğretmen okulu'nun açılış tarihidir. Öğretmenler ''muallim'' okul ''muallim mektebi''dir.

1 Kasım 1928'de arap harflerinin yerini bugün kü alfabemizin alması hakkındaki kanun yürülüğe girdi.11 Kasım 1928'de Bakanlar Kurulu Atatürk’e Ulus Okulları Başöğretmeni unvanını verdi. 24 Kasım 1928. Büyük önder ''Baş Öğretmen'' ünvanını kabul etti.

Atatürk’ün 100. doğum yıldönümü olan 1981 yılından itibaren 24 Kasım her yıl “Öğretmenler Günü” olarak kutlanmaya başlanmıştır.

24 Kasım 2008... Atatürk'ün, öğretmenlerimize armağan ettiği günün 80. yıldönümü..

Baş öğretmenimizin '"Ulusları kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden eğiticiden yoksun bir ulus henüz ulus adını almak yeteneğini kazanmamıştır. Ona basit bir kitle denir ulus denemez. Bir kitle ulus olabilmek için mutlaka eğiticilere öğretmenlere gereksinim duyar." diyerek görevlerinin yüceliğini ve önemini vurguladığı...

Ve kendilerine "''Öğretmenler, yeni nesli, cumhuriyetin fedakâr öğretmen ve eğitimcilerini sizler yetiştireceksiniz ve yeni nesil sizin eseriniz olacaktır'' sözünü ithaf ettiği Öğretmenlerimizin, öpülesi ellerin sahiplerinin günü..

Pazar filesini dolduramasa da kimseden yardım beklentisi içinde olmadan maaşıyla evini geçindirmeye, ek işlerle ay sonunu getirmeye çalışan saygıdeğer insanların günü..

93 yaşında Atatürk aydınlığından gururla söz eden Cumhuriyet'in ilk kadın öğretmeni Refet Angın'ın...''Dünyanın bütün çiçekleri'' dediği öğrencilerine doyamayan köy öğretmeni Ceyhun Atıf Kansu'nun..Geleceğin sanatçılarını, çağdaş Türk gençlerini, Atatürk sevgisiyle yetiştiren Özlem Dulgadir'in günü..''

Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür'' nesilleri..''Dünyanın bütün çiçekleri''ni yetiştiren...Aydın, onurlu, Cumhuriyet öğretmenlerine, öğretmenlerimize sevgi ve saygıyla..

Öğretmenler Gününüz Kutlu Olsun..!
Continue Reading...

Benim babam annemi döver- YEŞİM ÖZDEMİR


Saçlarının arasından ince bir kan sızıntısı şakağına doğru akmış ve koyu kırmızı bir leke gibi donup kalmıştı. Kaç yaşında olduğunu kestiremediğim kadın, başını önüne eğmiş, titredikleri fark edilmesin diye ellerini kucağında birleştirmiş , öylece oturuyordu pansuman odasında. Benimle göz teması kurmamaya özen gösteriyordu.
- Nasıl yaralandınız?
- ………….
- Başınızı bir yere mi çarptınız?
- ………….
Sorularıma bir karşılık alamadığım için huzursuz olmuştum. Yarasını kontrol etmek için saçlarını araladığımda yaklaşık 1 cm uzunluğunda bir kesi ile karşılaştım. Yarasına pansuman yaparken hala sessizliğini koruyordu. Bir tuhaflık olduğu kesindi. Koridorda bekleyen hastaların bizi duymalarını engellemek için kapıyı kapatıp, köşede duran sandalyeye oturdum. Bir kere daha nasıl yaralandığını sordum. Birden bire sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Az önceki sessizlik yerini kuvvetli bir fırtınaya bırakmıştı adeta. Gözyaşları yağmur gibi yanaklarından aşağı süzülürken, sessinde sezilmesi çok kolay bir nefretle ağzından şu cümleler döküldü:
- O yaptı! Kocam yani!
- Kocanız dövdü mü sizi?
- Evet! Kafama merdane ile vurdu! Üstelik de oğlumun gözünün önünde! Küçücük oğlumun gözünün önünde!
- İlk defa mı böyle bir şey yaşadınız?
- Ne ilki, bu kaçıncı! Komşular yetişmese belki de şimdi yaşamıyor olacaktım…
Ayağa kalktı ve üzerindeki kazağı yukarıya doğru sıyırdı. İki göğsünün üzerinde de çok sayıda çizik görülüyordu. Dehşet içinde kalmıştım. Hala ağlıyordu.
- Bunları da o yaptı! Bıçak salladı bana! Bakın! Bunlar da geçen bayramda demirle vurmuştu kollarıma; onların izleri…
- Neden polise gitmediniz?
- Gitmez olur muyum? Kaç kere gittim. “Aile kavgasına karışamayız” dediler…
- Böyle aile kavgası mı olur? Bu düpedüz adli bir olay!
- Valla gittim karakola doktor hanım. Beni gerisin geri eve yolladılar…
- Peki…Ailenizin haberi var mı bu olan bitenden?
- Var! Ama “Kızım düzenini bozma; bak çocuğun var” diyorlar. Ben sandım ki bana kola kanat gererler. Olmadı!
- Tamam tamam sakin olun… Alın şu mendili gözlerinizi kurulayın.
Her ne kadar ona sakin olmasını salık veriyorsam da, asıl sakin olmayan bendim. Bir insanın periyodik olarak bunları yaşıyor olmasının ne denli ağır olduğunu düşündüm. Kendisini ne kadar yalnız ve çaresiz hissettiğini…
- Geçen bayramda, beni demirle dövdükten sonra , oğlumu da alıp annemlere gittim. “Karı- koca arasında olur bazen böyle şeyler” diyerek beni evlerine kabul etmediler. Ailem sırt çevirmişti. Evime de gidemezdim. Bir işim yok; param pulum yok. Oğlumu aldığım gibi deniz kenarına gittim. “Bu işkence bitsin artık” diye düşünüyordum. Geride gözü yaşlı bir evlat da bırakmak istemiyordum. Hem onu da döverdi gün gelir. Tam oğlumu da kucağıma alıp denize girerken , birileri polise haber vermiş. Engel oldular bana… Sonra tekrar eve döndüm işte…
- Şimdi beni dikkatle dinlemenizi istiyorum. Daha önce dayak yediniz. Bundan sonra da çok büyük bir olasılıkla şiddet görmeye devam edeceksiniz. Bu adamla yaşamayı sürdürmeyi düşünüyor musunuz?
- Hayır! Oğlumu da alıp gitmek istiyorum.
- Ama maddi bir geliriniz yok. Nereye gideceksiniz?
- Gerekirse cehennemin dibine bile giderim. Yeter ki ondan uzak olayım!
- Bakın. Ben bu durumu adli bir olay olduğu için karakola bildirmek zorundayım. Onlar, size bir tutanak tutup sonra da sizi Adli Tıp’a sevk edecekler. Darp gördüğünüz resmi bir şekilde belgelenmiş olacak. Bu belgelendiğinde, kocanızın evden uzaklaştırılması ve çok çabuk boşanabilmeniz mümkün.
- Ben de istiyorum karakola başvurmayı ama dedim ya ilgilenmediler.
- Peki…Siz biraz burada dinlenin. Ben az sonra geliyorum.
Odadan çıktığımda yanaklarım alev alev yanıyordu öfkeden. Karakoldaki görevli polis memuruyla konuştum. Kadının kimliğini bildirdim ve az sonra yanlarına geleceğini söyledim. Durumu kısaca anlattım. Tekrar odaya dönmek için koridora çıktığımda , bir hemşiremizin, annesi odadan çıkana kadar oyalamaya çalıştığı küçük oğlanla karşılaştım. Bir an için göz göze geldik.
O küçücük yüzünde derin bir hüzün, iri kahverengi gözlerinde az önce yaşadığı olayın yarattığı dehşetin izleri o kadar belliydi ki… İçim sızladı o anda. Bu küçücük yaşında, kendisi için son derece travmatik olan olaylar yaşamak zorunda kalmıştı ne yazık ki… Sadece saçını okşayıp, annesinin biraz sonra yanına geleceğini, merak etmemesini söyleyerek tekrar kadının yanına döndüm.
- Karakolla görüştüm. Polis memuru Mehmet Bey sizi bekliyor. Oradan da Adli Tıp’a sevk edileceksiniz.
- Çok sağolun. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Daha 23 yaşındayım, ama en az 40 gösteriyorum. Saçlarıma baksanıza bembeyaz oldular…
- Bundan sonra umarım her şey yolunda gider ve çektiğiniz bu son acı olur. Bakın … Bu kağıda Sağlık Ocağı’nın telefonunu ve adımı yazıyorum. Lütfen muayeneniz de olup bittikten sonra beni arayıp, gelişmelerle ilgili bana bilgi verin. Beni merakta bırakmayın.
- Peki… Her şey için teşekkür ederim.
Ellerini, sımsıkı iki elimle kavrayıp sıktım. Yüzümde zoraki bir gülümsemeyle, güçlü olmasını istediğimi söyledim. Başıyla onaylar gibi bir hareket yaptı. Gözyaşlarını kuruladı. Koridora çıktığımızda, oğlu koşarak kadının bacaklarına yapıştı. Ona doğru eğilip gülümseyerek iyi olduğunu söyledi ve el ele uzaklaştılar.
Güçlünün güçsüzü ezdiği bu düzenin ne kadar korkunç boyutlarda olduğuna, bir kere daha somut bir olayla tanık olmuştum. Erkek, bundan sonra da güçsüzlüğünü bastırmak için, fiziki gücünü kullanıp dövmeye devam edecekti. Kadın, belki de karakola gitmekten vazgeçip, var olan kaderine boyun eğecekti sessizce. Belki, başka bir dayak sırasında komşular geç kalacaklardı bu sefer.
Belki de “Artık yeter!” diye haykırarak yasal yollardan hakkını arayacaktı. İş bulmaya çalışacak, kim bilir belki de bir batağın içine sürüklenecekti oğluyla birlikte. Belki de şansı yaver gidip kendini çekip çevirecek bir iş bulacaktı. Kim bilir? Oğlu, bu yaşadığı ağır travmayı atlatamayıp, içinde büyüttüğü nefret ve öfke ile serseri olacak ya da isyankar.
Belki bu, sadece bir öykü olsun isteyecektik bizler. Kadın ve oğlu için her zaman mutlu sonla biten…
Continue Reading...

23 Kasım 2008 Pazar

SERBEST RADİKALLER SAYI 29

Continue Reading...

Göküyüzünü çınlatacak kahkahlar için- FULYA

İki iyi dostun, neye olduğu bilmeden, kahkahalarla gülmesine baktım...


6 yaşında bir çocuğun gülerken yeni dökülmüş dişlerini saklamamasına baktım...

Mahalledeki çiçekli şalvar giymiş bir kadının, sebzeci domates tartarken, komşularıyla yaptığı gevezelik sırasında gülerken ağzının kenarında görünen sakızına baktım...

Gülerken gözlerinden yaşlar gelen ve bundan hiç utanmayan insanlara baktım...

Gözlerindeki kedere rağmen gülen orta yaşlı, kır saçlı ve bıyıklı adamlara baktım...

Kalabalığın ortasında kimin ona baktığına aldırmadan kahkaha patlatan genç çocuklara baktım...

Anlattığı hikayenin büyüsüyle sarmalanmış gevrek gevrek gülen yaşlı insanlara baktım...Her cümlesinin sonuna tatlı bir gülüş ekleyen ve bu gülüşü nokta niyetine kullanan ufak tefek kadına baktım...

Onu gıdıklayan iki parmak sanki dünyanın en neşeli şeyiymiş gibi kıkırdayan küçük bebeğe baktım...İçi kahkahayla dolu insanlara baktım...

Ve anladım ki; insanı insan yapan ve her defasında bir kez daha insanlaştıran tek şey gülümsemek. Tüm insanların neşeli kahkahalarla gökyüzünü çınlatacağı günlerin umudu ile...

FOTOĞRAF: http://media.rd.com/rd/images/rdc/mag0709/men-women-laugh-out-loud-01-af.jpg
Continue Reading...

Sıcak çay olmadan asla- KEREM OĞUZ

Her şey iş yerindeki çay ocağının geçici süre kapanması ile başladı. Ocağın olduğu yeri toplantı salonu yaptılar ve çaycılar çok uzak bir yere taşındı. Çay söylüyoruz, gelene kadar soğuyor ve hiç bir tat alamıyoruz. Haliyle çay, "yokluğunda" hayatımızın aslında ne kadar önemli bir parçası olduğunu göstermiş oldu. Böyle olmayacaktı, olmadı da nitekim.


Evde kullanmadığım bir çay-matik makinesini işe getirdim ve odamdaki arkadaşımla birlikte kendi çayımızı kendimiz yapmaya başladık. Bir o ikram ediyor bir ben. Çaycı Tekin (çetin?) bizim odaya elinde dumanı cılız çayları ile geldiğinde bizi elimizde fincanlar sıcak ve taze çay içerken görünce önceleri gülüyordu ama sonra işin rengi değişti. Çünkü sonraları, yavaş yavaş demlediğimiz çayın kokusu kapının altından çıkıp koridora yayıldı ve insanlar kokunun kaynağını merak edip içeri dalmaya başladılar. Sevimli sevimli "a ne iyi etmişsiniz ya öbür çay güzel değil" falan demeye başladılar, bir kaç güne kalmadan ellerinde fincanları ile bitmeye başladılar. Bana sorarsanız iyi de etmeye başladılar.


Çünkü benim aslım budur. Ben aslında çaycı olmalıydım, kahvehane işletmeliydim. Biliyordum bunu.


Gelenlere elimizdeki bisküvitten, ev yapımı peynirli kekten ya da ne bileyim dere otlu peynirli mini pizzalardan falan ikram etmeye başladık. Onlar da ileriki günlerde eli boş gelmediler sağolsun da bu sayede biz de ne hamarat bayan arkadaşlarımız varmış, beylerin ne hamarat kızları, eşleri varmış görmüş olduk. Çünkü zamanla saat on buçuğu vurduğunda işten sıkılan, güzel çaya susamış bünyeler aynı zamanda muhabbet özlemiyle kapımızı aşındırmaya başladılar. Kardeşimin yaptığı cevizli tart ve müdürümün elmalı kurabiyesi çok tuttu ve tarifler alınıp verilmeye başladı. Saadetimiz ve şen kahkahalarımız sonsuza dek sürecek gibi gözüküyordu ta ki...


evet ta ki bir gün genel müdürümüz telefonuna kimse çıkmayınca nerede bu insanlar deyip burnuyla kokuyu, kulağoyla patırtıyı takip edip bizim odaya gelene kadar. Kapıyı açtığı zaman bir sessizlik hasıl olmadı desem yalan olur. Ben de o an utanarak fark ettim ki ofisi kadınlar gününe çevirmişim.


Fakat sevgili günlük ben bu hayatta belki de hiçbirşeyi sevmedim kadınlar gününü sevdiğim kadar. Annemin elinde komşuya gittiğimiz, bana fırında ekmek ve paşa çayı ikram edilen günleri unutamam sevgili günlük. Çayın buharı ile camı buhulayıp sonra da ismimi yazmam ve yumurtalı kaşarlı fırında ekmekten bir ısırık almam... Dışarıda yağan yağmur veya kar... En güvenli ve en mutlu olduğum yerdeyim, evdeyim! Ama bizim evimizi ama komşununki fark etiyor sevgili günlük.


İşte tabi benim burcum balık ve derlerki bu hergele balıklar girdikleri kabın şeklini alırlarmış su gurubu olma vesilesiyle. Ve fakat ben agresif bir balığım ve eğer bir guruba aitsem o da sülfilik asit falan olmalı, zira gittiğim her yerin şeklini yanan beynime ve verdiğim büyük mücadelelere rağmen ben belirliyorum. (er ya da geç)


İşte genel müdür odaya girdiğinde insanlar biraz toparlanır gibi oldu, odadan kaçacak gibi oldu falan ve tam o sırada GM "hayırdır doğum günü falan mı var" dedi. Bu günlüğü eskiden beridir okuyan muhteremlerin bileceği gibi bir ortamda yalan söylenme fırsatı doğmuşsa eğer ben söylerim! buyrun Tarık Bey, dedim. "Benim doğumgünüm." "E o zaman bana da bir fincan getirin yahu" dedi ve günümüze katıldı. İlerleyen günlerde her gün saat onbuçuk civarı olduğunda odaya gelmeye devam etti. "Doğumgünü" olayını yalan olduğunu, bunun artık rutinimiz olduğunu fark etmişti ve gerçekten de bunun bir parçası olmak istemişti. Bu sabah tam çayını ikram ederken telefonu çaldı. Fransa'daki büyük patron arıyordu. Odadan çıkıp geri geldi GM. Sonra da "bütçenin altında satıyormuşuz!" dedi. "Banane ne kardeşim bütçeden" deyip uzattığım çayı aldı. Sonra da "bu cevizli tartın tarifi kimde var kerem" dedi. "Hastası oldum yahu" diye de ekledi.


"Çakalll" dedim içimden.


Verdim tarifi...


K.
Continue Reading...

Yalnılık Senfonisi- LEVENT İNAM


Ilık bir Ege akşamı...Balkondan manzaraya bakıyorum.Bir yanımda denize doğru uzanan yemyeşil orman, bir yanımda yeşillikler arasındaki şirin, beyaz evleriyle Gölköy. Ve tam karşımda, masmavi Ege. Masamın üzerinde neler var önemli değil.Ama altında, bacaklarımın dibinde iki dostum var.Şımarık ve Boncuk.Aslında benim köpeğim değil ikiside...Hergün bu saatlerde beraber gelirler, kendilerini bana sevdirirler, biraz oturup giderler.Hiçbirşey istemezler, bir tek sevgi alırlar benden.Ve sevgi verirler bana.Ben bu güzel ortamın keyfini çıkarırken, müzik setinden gelen melodiye kayar kulağım birden.Bir Funda Arar-Ferhat Göçer düeti.Ve bu yazı yazılmaya başlanır.


"Anladım sonu yok yalnızlığınhergün çoğalacak.Her zaman böylemiydi? bilmiyorumsanki, dokunulmazdı çocukken ağlamak.Alışır her insan, alışır zamanlakırılıp, incinmeye.Çünkü, olan yıkılıp yıkılıp, yeniden ayağa kalkmak".


Funda Arar'ın o muhteşem yorumuyla başlar şarkı.Ve o garip, tarifsiz duyguyu düşündürür insana; yalnızlık.Ama yalnızlık, o bildiğimiz yalnızlık değildir. Bambaşkadır o yalnızlık ve ancak hisseden anlayabilir, ve o bile anlatamaz onu.Issız bir sokakta tek başına gitmenin yalnızlığı değidir o...ya da bir odada tek başına oturup, kapıyı çalacak birinin beklendiği yalnızlığa da benzemez.İnandığın bir şeyi, sana karşı olanların arasında tek başına savunurken hissettiğin yalnızlıkta değildir o.Bir garip yalnızlıktır.Ve sadece yalnızlıktır.Sedece yalnızlık.Olmayanın hayalidir, özlemidir o yalnızlık.Ne arkadaş, ne dost, ne kardeş, ne anne, ne baba...hiç biri o yalnızlığın yaşattığı boşluğu dolduramaz.Aileyle geçirilen mutlu zamanlar, dostlarla geçirilen dolu zamanlar, işte geçirilen yoğun zamanlar...sokaklar, caddeler, mahalleler, kentler...kalabalılar içinde bile tek başına olmaktır o yalnızlık...tek başına!Çevrende bir sürü ayrı dünya vardır...tıpkı senin gibi. Oysa o yalnızlığın aradığı, iki ayrı dünyanın bir araya gelip tek bir dünya olabilmesidir.


Bir mucizedir o yalnızlığın çaresi!Senin dünyana katılabilecek , seni dünyasına katabilecek ve birlikte tek bir dünya yaratabileceğiniz birisidir, seni o yalnızlıktan çekip çıkaracak olan! Bilirsin O'nu...yüzünü hiç görmesen de, sesini hiç duymasan da bilirsin O'nu.Hissedersin varlığını.Ama aramazsın, arayamazsın...bulamamaktan korktuğun için.Sedece beklersin...Belki, bir gün, bir yerde diyerek.Şansın varsa hayatının baharında, o yalnızlık seni yormadan bulursun O'nu.Ya da yorulursun içindeki yalnızlıktan...Ve beklemekten de vaz geçersin.Yalnızlığa alışırsın.Ama hissedersin hala O'nu...sadece hissedersin.Beklemezsin.Ve beklemekten vazgeçtiğin bir anda bir yerde, hiç beklemezken, hiç tanımazken...bir çift göz, bir gülüş, ya da ifadesi olmayan bir şey " işte o " diye düşündürür sana.Ve "o" "o" dur gerçekten.İçin titrer, yaşama sevincin güçlenir, kuruyan hayallerin yeniden filizlenmeye başlar.Artık sabahları daha dingin uyanırsın...uykuların daha bir huzurludur.İşe bir başka gidersin, eşe, dosta, arkadaşa, kardeşe daha bir başka pırıltıyla bakar gözlerin.Sadece O' nun var olduğunu görmek ve bir şekilde " tanımak" bile hayata gülmeni sağlamaya yeter.


Bu güzel duyguların sarhoşluğuyla , günün bir vaktinde, bir yerlerde, birileriyle bir manzaraya karşı oturuken bir melodi takılır diline.Mırıldanırken düşünürsün bir yandan...Yılları, yolları, yorgunlukları, yılgınlıları, zamanı, zamansızlığı..."Geç mi geldin yoksa?" diye sorarsın O'na, sessizce." Ya da ben mi çok geç kaldım?".Sana cevap vermez.Çünkü sorunu duymaz."Varmış ya.Oda bana yeter " dersin.Yıllar önce öğrendiğin suskunluğuna dönersin. Denize gözlerin dalar...Yalnızlığınla selamlaşır ve " sessiz feryadına... Belki de Ferhat Göçer'le devam edersin"Yalnızlığım yollarıma pusu kurmuş, beklemekte.Acılar gözlerini dikmiş yürümekte.Bekliyorum...bekliyorum...bekliyorum.Hadi gelin üstüme , korkmuyorum.Bulutlar yüklü, yağdı yağacak üstümüze hasret, Yokluğunla ben başbaşayız nihayet. "
Continue Reading...

Yaratılamayan yaratıcılık sorunu- MEHMET SAĞLAM

Yaratıcılık merakla, yani engellenemeyen öğrenme isteği ile başlar. Sorularla, gözlemlerle ve sınama-yanılmalarla harekete geçer. Sonunda icatlara, yani bilim, teknoloji, sanat, felsefe gibi yepyeni varlıklara dönüşür.

Bir bebeğin doğduğu anda eyleme geçen merakının gelişerek uygarlık meyvelerine dönüşmesinde, o bebeğin üzerinde yetiştiği “toprak ve iklim” koşulları (veya kalitesi) büyük rol oynar.

Öyleyse, bir ülkedeki yaratıcılık meyvelerinin uygarlığa katkı oranı ile o ülkedeki “toprak ve iklim kalitesi” arasında orantılı bir ilişki vardır.

“Toprak ve iklim” benzetmesinin gerçek hayattaki karşılığının neler olduğunu yüzyıllar önce keşfeden ve hayata geçiren ülkeler, bugünkü dünyada bilim ve sanat üreten, refah içinde yaşayan ve geleceğe güvenle bakan ülkelerdir. Yaratıcılık iklimini oluşturamayan ülkeler de bugünkü dünyada bilim, teknoloji ve sanat tüketen ülkelerdir.

İçim sızlayarak yazmak zorundayım: Türkiye üreten değil, tüketen ülkeler sınıfındadır! Ve 75 milyon vatandaşının ortalama okumuşluk yaşı “ilkokul 4,5”tir.

O yüzden evrensel bir jürinin alkışlayacağı yaratıcılığı “yüzde sıfır virgül altı” değerindedir. O yüzden ithalatı ihracatından fazladır. O yüzden çok borçlu bir ülkedir. O yüzden ortalama millî geliri çok düşüktür. O yüzden bölücü terörle mücadeleye mecbur kalmaktadır. O yüzden toplumsal sinerjisi düşüktür. O yüzden yetişmiş beyinleri göç etmektedir...

Ve o yüzden kör yumak olmuş sorunlarla mücadele etmekten başka bir hedef, başka bir vizyon geliştirememekte; küresel senaristlerin figüranlığına mecbur kalmaktadır.

Sebep: Toprak ve iklim sorunu...

Yani, Harran topraklarının yanlış sulanması yüzünden tuzlanarak verimsiz ve bereketsiz duruma düşürülmesi gibi, çocuklarımızın ilkel/teorik/turfa/ıskarta eğitim yüzünden yaratıcılıklarının kısırlaştırılması sorunu...

Yani, siyasetçi, dinci, laikçi, akademici, demokrat ve küreselci telezofların (bkz: dipnot) televizyonlarda ve yazılı medyada birer filozof gibi felâket veya umut tellallığı yaparak, ülkedeki toplumsal iklimi bozmaları sorunu...

Yani, hiçbir şeyi Allah’a havale etmeden, kendi yaratıcılığına güvenerek, “Bu dünyada ne kadar kıyma üretirsen, o kadar köfte yersin!” prensibi ile davrananlar karşısında, “Allah Kerim!..” yaklaşımıyla her insanlık görevini bir başka güce, bir üst makama veya “öteâlem”e havale eden bir düşünce ve davranış sorunu...

Arife daha fazla tarif gerekmez...

Toprak ve iklim koşullarının düzelmesi için, bu ülkenin daha parlak bir geleceğe sahip olması için ve torunlarınızın refahı için, lütfen, “Bizim yaratıcılığımız neden gelişmiyor?” sorusu üzerinde kafa yorun, mesai harcayın, yazın, çizin...

Dip not: Telezof = Televizyonlarda birer filozof edasıyla saatlerce konuşan baylar ve bayanlar için ürettiğim unvan. (Örneğin; Telezof Bilgehan Sonsöz)
Continue Reading...

Açık Mektup- ÖZLEM AKAYDIN

Uzun yıllar önceydi.

On yaşını doldurmuş küçük kız, o yıl ortaokula başlamanın heyecanı içindeydi.

Uçsuz bucaksız bir alana kurulu olan, 6 yıl boyunca orta okul ve lise eğitimi göreceği okul hem tarihi binasıyla küçük kıza çok çekici geliyordu, hem de yeni bir çevreye girmekten ötürü çekingenlik yaşıyordu.

Beş yıl boyunca birlikte olduğu ilk okul öğretmeni ve arkadaşlarından ayrılıp, yeni bir hayata başlamanın tedirginliğini fazlasıyla hissettiği bir dönemdeydi.

Onun gibi ortaokul birinci sınıf öğrencileri, değişik dersler ve değişik öğretmenlerle yavaş yavaş tanışıyorlardı.

Öğretmenlerini sevmişti küçük kız.

Hele Türkçe öğretmeni, etkileyici ses tonu, yumuşak, naif ders anlatışı ve Türkçe’yi mükemmel kullanışı ile küçük kızın gönlünde taht kurmuştu.

Türkçe öğretmeninin değişik bir ders anlatış biçimi vardı.

Özellikle dilbilgisi derslerinde konuyu bir hafta önce öğrencilerine verir, ertesi hafta konuya hazır olan bir öğrenciyi derse kaldırır, önce ona dersi anlattırır sonra da kendisi devam ederdi. Öğrenciler de çok memnun olurdu bu durumdan.

Bir gün, yine ertesi haftanın ödevini verdi öğretmen öğrencilerine.
Konu, şimdi artık kullanılmayan “ inceltme işareti” idi.

Küçük kız, eve gidince dersine güzelce hazırlanmaya başladı.
Konuyu önce okudu, notlar aldı kendi kendine, sonra bir kaç kere annesine anlattı, ardından oyuncak bebeklerini karşısına alarak onlara da öğretmen edasıyla inceltme işaretini anlattı.

Ertesi hafta ders başladığında; öğretmen her zamanki gibi : “Konuyu kim anlatmak istiyor” diye sorduğunda, kız çekinerek parmağını kaldırdı.

Öğretmen arka sıralardan kalkan bu çekingen parmağı gördü ve kızı tahtaya çağırdı.

Küçük kızın kalbi yerinden fırlayacak gibiydi.

Heyecan içinde tahtaya geldi ve konuyu anlatmaya başladı, anlatırken örnekler de verdi;
“ kar, kâr – hala, hâla”.

Anlattıkça ve öğretmen dahil bütün sınıfın onu dinlediğini fark ettikçe heyecanı geçti.

Sunum bittikten sonra öğretmenine baktı.

Öğretmen yüzüne memnuniyet ifadesi yerleşmiş bir tebessüm içinde şunları söyledi:

“ Evet çocuklar, arkadaşınız bu konuyu o kadar güzel anlattı ki benim bir şey eklememe gerek kalmadı. Hepinizin önünde O’na teşekkür etmek istiyorum, arkadaşınıza kocaman bir aferin “ dedi. Kıza ismini ve okul numarasını sordu, kız da ismini ve okul numarasını söyledi... ”

O gün küçük kız için dönüm noktası olmuştu.
Kendine daha çok güvenmiş, o ürkek serçe çekingenliği azalmış, okuluna, yeni arkadaşlarına daha da alışmıştı artık.

* * * * *

Sevgili Öğretmenim;

Açık mektup nasıl yazılır bilmiyorum, tıpkı bu mektubun size ulaşıp ulaşmayacağını bilmediğim gibi.

30 yıl geçti aradan, ama bazı şeyler unutulmuyor öğretmenim.

Siz beni okuttuğunuz yüzlerce öğrenci arasından hatırlamıyor olabilirsiniz, şunu bilmenizi isterim ki; yıllar önce derse kaldırdığınız, anlatımını çok beğendiğiniz o çekingen küçük kız, sizi hep sevgi ve saygıyla anmaya devam ediyor.

Siz yıllar önce o gün, belki de farkında olmadan, o çok bilinen “ deniz yıldızı” hikayesindeki gibi okyanusa bir deniz yıldızı fırlattınız öğretmenim ve şimdi o deniz yıldızı da eğitim yolunda bir çok deniz yıldızını okyanusla buluşturmaya devam ediyor.

Dilbilgisi kurallarından kalksa da “ hâla ,, inceltme işaretlerini kullanıyor.

Sizin ve sizin şahsınızda eğitime gönül veren tüm öğretmenlerimizin öğretmenler günü kutlu olsun.

Saygı ve özlemle ellerinizden öperim sevgili öğretmenim.

“ 1978 - 1979 Öğretim Yılı
ÖZLEM ÖZAD
1- G 2449
KADIKÖY KIZ LİSESİ ”

RESİM: http://www.sosyalcim.org/images/ogrbas.jpg
Continue Reading...

"Ağaç kesilmeyecek, bina kaydırlacak" TUĞBA

Yalova'ya olan sevgi ve ilgisini ''Yalova benim kentim'' diyerek dile getiren Mustafa Kemal Atatürk, gittiği zamanlarda kaldığı ''Millet Köşkü''nü bir ziyaretinde, çınar ağacının dallarını kesmeye çalışan bir bahçıvan ile karşılaşır. Hemen yanına çağırarak bunun nedenini sorar. Görevli bahçıvanın ''Ağacın dalları uzamış binanın duvarlarına dayanmıştır''. Aldığı yanıtla tatmin olmayan büyük önder çevre konusunun gündemde olmadığı o yıllarda unutulmayacak bir emir verir.''AĞAÇ KESİLMEYECEK, BİNA KAYDIRILACAK.'

Bina çevresindeki toprak büyük bir dikkatle kazınıp yapının temel seviyesine indirilir. İstanbul'dan getirilen tramvay rayları döşenir.Santim santim çalışılarak ve ağaçtan uzaklaştırılarak dört metre seksen santimlik kaydırma işlemi gerçekleştirilir.

Atatürk'ün isteği yerine getirilmiş, çınar ağacı zarar görmekten kurtulmuştur. ''Yürüyen Köşk'' ''Kültür Bakanlığı Gayrimenkul eski eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu'nun 12.7.1980 gün ve 12238 sayılı kararı ile, korunması gerekli Kültür ve tabiat varlıkları arasında sayılarak tescili yapılmıştır.'' O çınar ağacı da tüm ihtişamı ve güzelliğiyle hala Yalova'da köşkün bahçesinde yaşamaktadır.

''Toprak yoksa ekmek yok.Toprak yoksa tavuk yok.Toprak yoksa yumurta yok, domates yok, su yok.Toprak yoksa hayat yok'' diyen, 11 Eylül 1992 yılında yol arkadaşı Nihat Gökyiğit'le beraber TEMA vakfını kuran Hayrettin Karaca gelecek nesillere yaşanılası bir dünya bırakabilmek için üretime ve ileriye dönük projelerle yıllardır çaba göstermekteler.

Toprağın altındaki zenginlikleri gün ışığına çıkarma çalışmalarını 92 yaşında da dik duruşu, kararlılığıyla sürdüren..Aynı zamanda olimpiyatlarda eskrim dalındaki ilk temsilcilerimizden olan (1936 Berlin Olimpiyatları) Profesör Halet Çambel, ömrünü adadığı Osmaniye Karatepe'deki 2500 yıllık ''Kastabala Antik kenti'' nin gelecek nesiller tarafından tanınması, çok yakınındaki ''Kırmıtlı Kuş Cenneti'' ve antik kentin çimento fabrikasına tercih edilmemesi için mücadele ediyor.
Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı'nın 1972 yılında aldığı karar doğrultusunda, 5 Haziran Dünya Çevre günü olarak kutlanıyor. Türkiye 1978 yılından bu kutlamaların içinde bulunmakta.

Toprak..Su..Hava.. İklimlerdeki değişiklikler, eriyen buzullar, kuruyan barajlar, göller, akarsular.. Yok etmek için her yıl bir öncekinden daha fazla uğraş verilen ormanlar..Nesli tükenen kara ve deniz hayvanları.. Avlanmaları ve tüketilmeleri ile insanlara geçen kalıcı hastalıklar.. Kirli havanın neden olduğu solunum yolu hastalıkları ve artan kanser vakaları.
Avrupa Birliği ülkeleri yenilenebilir temiz enerji kaynaklarını kullanıp yılda 9.500- 18.500 mw'a yakın rüzgar enerji santrali kurarken, Türkiye'de bu konudaki projeler yavaşlatılıyor.
Patlamaya hazır bombalara kucak açtığımız görülmeden, atıkların nasıl yok edileceği belli olmadan, radyasyon yayılımı konusundaki tedbirler alınmadan, dünyanın olumsuzluklar ülkesi ile yapılan ''nükleer santral kurma'' anlaşmaları. Santrallerin kurulması durumunda Akkuyu ve Sinop'ta oluşacak olan yeni ''çernobil'' tehditleri.
Sıkı bir denetim olmadan ülkemize girişi yasalarla kabul edilen genleri ile oynanan ne olduğunu bilmediğimiz tohumlar. Kirli sularla yaşam koşulları bozulan hayvanlar. İki yıl öncesine kadar belki adı bile duyulmayan ''Kırım Kongo Kanamalı Ateş Hastalığı'' ve ''kene'' tehlikesinin yarattığı tehlike.. Bu tehlike karşısında sıkı ve yeteri kadar araştırma yapmayan yöneticiler. İçme sularına karışan kanazlizasyon şebekeleri. Rahatsızlanan insanlar..İçeriğinde arsenik zehri bulunan suları içiyor pozu veren ve cezalandırılmayan yöneticiler.
Dünya sıralamasında birinci olduğumuz bor madenlerinin ihracatına getirilen sınırlamalara karşın yabancı sermayenin altın aramak için milyonlarca ağacı kesmesine ''yürütmeyi durdurma kararına rağmen'' göz yumulması. Kazdağları, Bergama Ovacık, Uşak Eşme, İzmir Efem Çukuru'nda, altın, bakır, çinko, kurşun arama çalışmaları için yabancı şirketlere verilen izinler. Siyanürlü altın arama çalışmaları neticesinde artış gösteren akciğer kanseri vakaları.
Osmaniye Karatepe'de 2500 yıllık Kastabala Antik şehrinin ortasına ''yatırım'' adıyla kurulmak istenen % 65'i yabancı sermayeli çimento fabrikası. Bol vaatlerle kandırılmak istenen civar köylüleri. Yok olacak ''Kırmıtlı Kuş cenneti''. Fabrikanın kurulması durumunda yok olacak tarihi zenginliklerin, artacak ölümcül hastalıkların, bozulan dengenin göz ardı edilmesi. Çimento tozlarının etkisinde kalan zeytin ağacının çiçeksiz ve meyvesiz tarafı ile meyveli ve çiçekli tarafının durumu karşılacakları gösterirken birileri hala iş hayali kuruyor olması.
Zengin turist ve iş adamlarının ilgi gösterdiği golf sporu için, Antalya'nın Manavgat ilçesine bağlı ''Sorgun doğal ormanı''ndaki kızıl, fıstık, kara çam türlerinden oluşan iki yüz bin ağacın katledilecek olmasından beklentisi olan yöneticiler.
Bir tarafta,hiçbir ülkenin ve devlet adamının gündeminde çevre konusu yokken ağacın dalının kesilmesine razı olmayıp, köşkü yürüten Mustafa Kemal Atatürk.. O'nun izinden giderek ''toprak yoksa hayat yok'' diye yıllardır bağıra bağıra anlatan Hayrettin Karaca, Nihat Gökyiğit.. Toprağın altındaki zenginlikleri gün ışığına çıkarmaya ömrünü adayan, Profesör Doktor Halet Çambel..
Diğer tarafta doğaya, çevreye katliam yapmak isteyenlere verilen destekler, çıkarılan yasalar. Dünya'nın tanıdığı isimler feryat ederek tehlikeyi gösterirken, olumsuzluklar içinde kutlanan 5 Haziran çevre günü..
Peki siyasetçiler, idareciler, ülke yönetiminde söz sahibi olanlar nerede ? ''Kyoto Protokolü''nü mü, yoksa ''özelleştirilirse daha iyi işletilir'' diye ''ormanları satmaya mı gittiler ?
Mustafa Kemal Atatürk farkı işte burada….Çevre duyarlılığı, sorumluluk, ileri görüşlü devlet adamlığı…Alınması gereken öyle dersler var ki….
resim kaynağı:
http://www.showtvnet.com/haber/img/haber/yangin5.jpg sitesidir.
Continue Reading...

Hakkını ver- YEŞİM ÖZDEMİR

Sadece kendin için; kendi ruhunu beslemek adına… Tüm algıların açık yaşamalısın. Tadıyla, kokusuyla, dokusuyla, sesleriyle, hissederek. Kendin için en iyisini keşfetmeye çalıştığın bir yolculuğa çıkmışsın gibi düşün.

Deniz kenarında otururken, denizdeki mavinin tonlarını, griyi, yeşili , hatta kahverengiyi fark ediyor musun? Dalgaların büyüklüğünden tuhaf, ürküntüyle karışık bir haz alıyor musun? Dingin bir denize bakarken, o sakinlik, senin ruhundaki fırtınaları da dindiriyor mu? Havadaki iyot kokusunu hissediyor musun? Bulutların suya yansımalarını izleyip, küçüklüğünde yaptığın gibi, yine “bulutları bir şeye benzetme oyunu” oynuyor musun kendi kendine? Rüzgârla yüzüne vuran küçücük tuz zerreciklerini hissedip gülümsüyor musun? Uzaktan geçen bir yelkenliyi görüp onun içindekileri ve nereye gittiklerini tahmin etmeye çalışıyor musun? O teknede olup gitmeyi düşünüyor musun ya da?

İnsanlarla ilişkilerinde karşındakinin gözünün içine bakabiliyor musun? “Nasılsın” dediğinde laf olsun diye değil de, gerçekten merak ettiğin için soruyor musun? Elini uzatıp, ellerini sıkıca tutuyor musun avcunda? Kollarınla kocaman sarmalıyor musun üzgünse ya da mutluysa? Anlattıklarını dinliyor musun? Yoksa “lafını bitirsin de, ben de söyleyeceklerime başlayayım” telaşında mısın? Onlar için endişeleniyor musun? Bazen yanlarında sessiz, sadece dinlemek için var mısın? Gülümsemenin gücünü biliyor musun?

İş yerinde çalışırken, yapabileceğinin en iyisine ulaşmaya çalışıyor musun? Yaptığın işin öneminin farkında mısın? Her meslek, kendince önemlidir. Bakkal, avukat, tamirci, doktor ya da çöp toplama işçisi. Senin işin önemlidir, iyi yaptığın, hakkını verdiğin müddetçe. Bu, senin için de önemli mi? İşin ve ürettiklerin verimli olduğunda, işten çıkarken “bugün iyi şeyler yaptım” diyebiliyor musun? İşine saygı duyuyor musun? Kendini geliştirmenin keyfini biliyor musun?

Kapıdan tam da içeri girmek üzereyken, burnuna gelen evinin kokusunu içine çekiyor ve rahatlıyor musun? Üstünü değiştirip de her bakışında bir kere daha hoşuna giden abajurun sıcak ışığında televizyon izlemenin keyfinde misin? Cama vuran yağmurun sesini dinlemek için dikkat kesiliyor musun? Pencereden sokak lambalarının ıslak sokaklardaki yansımalarını izliyor musun? “İyi ki güvende olduğum bir evim var” diye düşünerek şükredip, evi olmayanlar için üzülüyor musun? Kahvenin kokusunu, tadındaki acılığı, avcundaki sıcaklığını hissediyor musun? “Gece biraz daha saat ilerlese de bir Fado dinlesem” diyor musun? Müziğin sesi odalarında dolaşırken, sen keyifle izliyor musun melodinin akışını?

Sevdiğinle yan yana yatmış, tam da uykuya dalmak üzereyken, yüzünü boynuna gömüp de kokusunu içine çekiyor musun? Sarılmanın sıcaklığını seviyor musun? Gece uyanıp da üzerindeki yorganı o üşümesin diye düzeltiyor musun? Beraber film izlerken, ayağının usulcacık ayağına değdiğini hissedip, seviniyor musun için için? Özleyebileceğin birisinin varlığından memnun musun? Cep telefonunda ismini görünce, az sonra sesini duyacağın için heyecanlanıyor musun? Konuşmadan, gözlerinle anlıyor musun onu; ya da kendini anlatabiliyor musun?

Yemek yaparken, müzik dinlerken, yolculuk ederken, dostlarla sohbette, film izlerken, kısaca yaşamaktayken o “an “ın hakkını veriyor musun?

Sen, çok zenginsin aslında, farkında mısın?
Continue Reading...

16 Kasım 2008 Pazar

SERBEST RADİKALLER SAYI 28

Continue Reading...

Ahmet ve Leyla- FULYA

Bu hikayenin gerçek hayatla çok çok yakından ilgisi vardır. Çünkü bu hikaye gerçek hayattan hatta yanı başımdaki evlerden birinden alınmıştır. Bu hikaye Ahmet ve Leyla'nın hikayesidir...

Ahmet mahallenin en yakışıklı çocuklarından biriydi. Utangaç bir gülümsemenin üzerini "bir an önce erkek olayım" bıyığı süslerdi. Okula gitti, herkesin gittiği okullara...Sonra "yeter bu kadar" deyip askere... Döndüğünde evlenme vaktinin geldiğini söylediler ona... O da hayır demedi... Bir bakkal dükkanı vardı ve Allah'a şükür iyi kazanıyordu... Şimdi kendi ailesini kurmalıydı, öyle de yaptı...

Ve Leyla...Leyla Ahmet'in 14 yaşındaki güzel gelini...Leyla daha bir çocuk...Ama o unutmaya çalışıyor çocuk olduğunu...Çünkü Leyla çok kısa bir zaman sonra anne olacak...Daha alışamadığı, kendi evim diyemediği evde bir bebek dünyaya getirecek...O bebek kız olacak, Leyla'ya yoldaş olacak...O bebekle birlikte büyüyecek Leyla...O bebekle birlikte alışacak evine, oraya "Yuvam" demeyi öğrenecek... Leyla o kız bebekten sonra ikisi erkek biri kız 3 bebeğin daha dünyaya merhaba demesine vesile olacak...Leyla onları çok sevecek...Kızlarının o baygın yeşil gözlerini, kumral uzun saçlarını çok sevecek... Oğullarından birini ise daha çok...Çünkü evin en küçüğünün daha çok sevgiye ve ilgiye muhtaç olduğunu bilecek...O en küçük bebek hiç bir zaman yürüyemeyecek ve hiç bir zaman kendi işlerini göremeyecek...Leyla ona gülümseyerek yedirecek yemeğini, boş kapları mutfağa götürdüğünde çıldırmışcasına ağlayacak... İçine bir alev topu düşmüşcesine yanacak yüreği...Leyla gözyaşlarını silip oğlunun yanına dönecek ona gülümseyip onunla oyunlar oynayacak...Kabullenecek hayatını...Her şeyiyle kabullenip sevmeyi öğrenecek...

Leyla şimdi başka bir gerçekle yüzleşmek zorunda...Leyla şimdi ölümü bekliyor...Tüm o kabullendiği hayat, sevmek ve alışmak için uğraşıp didindiği hayat bir balon gibi birden elinden kaçıverecek şimdi...Leyla bununla başa çıkmaya çalışıyor...Göğüslerinden birini aldılar...Leyla tek bir göğüsle yaşamayı öğrenmeye çalışıyor...Daha 30 yaşında...Bunun neden başına geldiği sorusunu sormamayı öğrenmeye çalışıyor...Leyla, o gittiğinde o küçük oğluna bakacak birileri olacağı fikrine alışmaya çalışıyor...Leyla kendi cehenneminde yanıp kavruluyor...

Ve Ahmet...Ahmet artık kederli gözleri yerde yürüyor...Leyla'sız bir hayata alışmayı öğrenmeye çalışıyor...Ama ne vakit düşünse aklı çıkacak gibi oluyor...Koşarak evine gidiyor ve Leyla'yı bir gün daha görme sevinciyle ona sarılıyor...Küçük oğlan sevinçle ellerini çırpıyor...Hiç bilmeyecek annesinin nereye gittiğini...Ellerini sevinçle çırpıyor...Leyla ağlıyor, Ahmet de...

O küçük evin bacasından kara bir duman çıkıyor şimdi...Leyla o dumana bakıp, lanetlendiğini düşünüyor...Ve hayat bir yerlerde kaygısızca akmaya devam ediyor...
RESİM: Rene Magritte
Continue Reading...
Bu hikayenin gerçek hayatla çok çok yakından ilgisi vardır. Çünkü bu hikaye gerçek hayattan hatta yanı başımdaki evlerden birinden alınmıştır. Bu hikaye Ahmet ve Leyla'nın hikayesidir...

Ahmet mahallenin en yakışıklı çocuklarından biriydi. Utangaç bir gülümsemenin üzerini "bir an önce erkek olayım" bıyığı süslerdi. Okula gitti, herkesin gittiği okullara...Sonra "yeter bu kadar" deyip askere... Döndüğünde evlenme vaktinin geldiğini söylediler ona... O da hayır demedi... Bir bakkal dükkanı vardı ve Allah'a şükür iyi kazanıyordu... Şimdi kendi ailesini kurmalıydı, öyle de yaptı...

Ve Leyla...Leyla Ahmet'in 14 yaşındaki güzel gelini...Leyla daha bir çocuk...Ama o unutmaya çalışıyor çocuk olduğunu...Çünkü Leyla çok kısa bir zaman sonra anne olacak...Daha alışamadığı, kendi evim diyemediği evde bir bebek dünyaya getirecek...O bebek kız olacak, Leyla'ya yoldaş olacak...O bebekle birlikte büyüyecek Leyla...O bebekle birlikte alışacak evine, oraya "Yuvam" demeyi öğrenecek... Leyla o kız bebekten sonra ikisi erkek biri kız 3 bebeğin daha dünyaya merhaba demesine vesile olacak...Leyla onları çok sevecek...Kızlarının o baygın yeşil gözlerini, kumral uzun saçlarını çok sevecek... Oğullarından birini ise daha çok...Çünkü evin en küçüğünün daha çok sevgiye ve ilgiye muhtaç olduğunu bilecek...O en küçük bebek hiç bir zaman yürüyemeyecek ve hiç bir zaman kendi işlerini göremeyecek...Leyla ona gülümseyerek yedirecek yemeğini, boş kapları mutfağa götürdüğünde çıldırmışcasına ağlayacak... İçine bir alev topu düşmüşcesine yanacak yüreği...Leyla gözyaşlarını silip oğlunun yanına dönecek ona gülümseyip onunla oyunlar oynayacak...Kabullenecek hayatını...Her şeyiyle kabullenip sevmeyi öğrenecek...

Leyla şimdi başka bir gerçekle yüzleşmek zorunda...Leyla şimdi ölümü bekliyor...Tüm o kabullendiği hayat, sevmek ve alışmak için uğraşıp didindiği hayat bir balon gibi birden elinden kaçıverecek şimdi...Leyla bununla başa çıkmaya çalışıyor...Göğüslerinden birini aldılar...Leyla tek bir göğüsle yaşamayı öğrenmeye çalışıyor...Daha 30 yaşında...Bunun neden başına geldiği sorusunu sormamayı öğrenmeye çalışıyor...Leyla, o gittiğinde o küçük oğluna bakacak birileri olacağı fikrine alışmaya çalışıyor...Leyla kendi cehenneminde yanıp kavruluyor...

Ve Ahmet...Ahmet artık kederli gözleri yerde yürüyor...Leyla'sız bir hayata alışmayı öğrenmeye çalışıyor...Ama ne vakit düşünse aklı çıkacak gibi oluyor...Koşarak evine gidiyor ve Leyla'yı bir gün daha görme sevinciyle ona sarılıyor...Küçük oğlan sevinçle ellerini çırpıyor...Hiç bilmeyecek annesinin nereye gittiğini...Ellerini sevinçle çırpıyor...Leyla ağlıyor, Ahmet de...

O küçük evin bacasından kara bir duman çıkıyor şimdi...Leyla o dumana bakıp, lanetlendiğini düşünüyor...Ve hayat bir yerlerde kaygısızca akmaya devam ediyor...
RESİM: Rene Magritte
Continue Reading...

Atatürk'ü "Mustafa" ile Daha Çok Sevdiler- LEVENT İNAM

Mustafa....
Hani şu meşhur Can Dündar filmi.
Yanlış anlaşılmasın, filme ve Can Dündar'a bir sözüm yok...
Filmi görene kadar...
Şimdilik sadece izliyorum..
Beğenenleri, beğenmeyenleri...
Övenleri, yerenleri.Onlara da bir sözüm yok...
Filmi izleyene kadar.
Ama..
Bir grup var ki..
Onlara iki kelam etmeden olmayacak.
"Mustafa" yı izledikten sonra Atatürk'ü daha çok sevenler.


Gazetelerde, televizyonlarda, hatta blogda böyle bir grup oluştu.
Sözlerinde, yazılarında, yorumlarında ağız birliği yapmışcasına aynı şeyi yineliyorlar...
"Mustafa'dan sonra Atatürk'ü daha iyi anladım, daha çok sevdim"...


Allah allah ya!
Allah allah ya!


Yani sormak gerek...
Atatürk'ü anlaman ve daha çok sevmen için sana ne kadar sorunlu bir insan olduğu mu söylenmeliydi ?
Yoksa günde bir büyük şişe rakı içtiğini mi görmen gerekiyordu ?
Atatürk'ü anlaman ve daha çok sevmen için karanlıktan korktuğunu mu düşünmek istiyordun ?Ya da sığır sürüsünü Yunan ordusu zannettiği gibi bir zırvaya mı ihtiyacın vardı?
Yoksa...
Ne kadar yalnız bir insan olduğuna, hayatının son günlerini yapayalnız geçirdiğine inanmak kendi yalnızlığına ortak bulduğun için mi cazip geldi sana?
Karga kovalama olayı ilkokuldan beri anlatılır, okutulur..
Yeni duymuş gibi heyecanlanmak da neyin nesi?
Dava arkadaşlarını harcadığının iddia edilmesi neden daha çok sevdirdi Atatürk'ü sana?
Bütün tarihi gerçeklere aykırı olarak ve sadece bir yorumla diktatör olarak tanıtılan Atatürk mü hoşuna gitti yoksa?
Ezcümle....İnsan tarafının gösterilmesi yaftası altında, bir sürü yanlış ve eksik bilginin kırpılmış olaylar, eskimiş resimler ve romantik bir sesle aklına kazınması mı gerekiyordu Atatürk'ü anlaman ve daha çok sevmen için ?


Ve yine sormak gerek...
Bu nasıl sevgi?


Atatürk'ü anlaman ve sevmen için SÖYLEV yetmedi mi?
Çanakkele savaşları...
Kurtuluş savaşı...
Cumhuriyetin ilanı...
Şapka Devrimi...
Harf Devrimi...
Lozan...
1924 Anayasası...
Hasta haliyle Hatay için yaptıkları...
Çocuk sevgisi...
Hayvan sevgisi...
Doğa sevgisi...
Çağdaşlığı..
Nezaketi...
Beyefendiliği...
Hatta...
Muzipliği...
Çocuksu tarafları..
Yetmedi mi sana?
O'nun devlet adamlığı..
Dahiliği..
Ve..
İnsanlığı ile ilgili tarih sayfaları yüzlerce örnekle dolu...


Ve sen bunlardan bihaber...
"Mustafa" filmi ile Atatürk'ü daha iyi anladığını, daha çok sevdiğini söylersin tabii.
Sen söylersin, ben düşünürüm...


Bu söylediklerin bilmemezlikten gelen bir cehalet mi ?
Yoksa...
Sinsi bir ihanet mi?
Continue Reading...

Aşk ve Pozitif Empati- MEHMET SAĞLAM

Öncelikle, “Aşk bir içgüdü mü, yoksa duygu mu?” sorusuna yanıt arayalım:

Varoluştaki öncelik, beslenme, üreme ve hayatta kalma amacına yönelik olduğuna göre, aşkı üreme ile ilintilemeden açıklayamaz veya anlayamayız.

Üreme; bir içgüdüdür veya temel evrim mantığının ikincisidir. Birincisi “survival” yaşamak/hayatta kalmaktır.
Üreme bir duygu değildir; makro anlamda ve genetik olarak DNA'ya kodlanmış ve tüm canlıların soylarını sürdürebilmeleri için makro sistemin bir vazgeçilmezi, diğer bir deyişle varoluşun temel yöntemlerinden biridir.

Aşk; Homo sapienslerde kendini gösteren 35 kadar farklı duygu türünden sadece biridir; ama çok güçlü ve üremeye yardımcı olan çok önemli bir duygudur. Ortaya çıkışı 3–4 farklı hormonun bir arada üretilmesine bağlıdır; fakat aynı zamanda hem zihinsel, hem kültürel ve hem de görsel beğenilerin verdikleri onay oranında şiddet kazanır.
İlk cinsel birleşmeden hemen sonra şiddetini büyük oranda kaybeder; ancak, dişi yumurtasının döllenmesine kadar etkisini sürdürür.

Döllenmeden hemen sonra ebeveynlik içgüdüsüne yardımcı olmak amacıyla değişimlere uğrar. Hamilelik süresince başka bir çeşni, doğumdan sonra başka bir çeşni ve bebek sevilecek duruma geldikten sonraysa başka bir çeşni kazanır. Ara sıra kaybolur, gider, gelir veya kararsızlaşır. Genellikle ikinci çocuğun doğumuna kadar şiddetini azaltarak yaşamını sürdürebilir ve çoğunlukla bu evrede ya sevgiye ya saygıya ya acıma hissine ya tiksintiye ya öfkeye ya da en zararlı haliyle nefrete dönüşür.

Şiddeti azalsa ve ara sıra nefrete dönüşse dahi, yüzdesi çok düşük olan ve ömür boyu süren aşk türleri de vardır: Bunlar istisnadırlar ve kaideleri bozmazlar!

Ne var ki, içinde katiyen üreme öğesi taşımayan küçük-büyük aşklar da vardır. Bunlar da genellikle 2 farklı yaş grubunca farklı bilinç düzeylerinde yaşanan aşklardır:
A- Günümüzde 13–23 yaş grubu aşkları üreme amaçlı görünmese de, aslında bilinçaltında üremeye hazırlık amacı taşıyan ve eğilim aşkları gibi görünen aşklardır,
B- 40–80 yaş grubu aşkları ise üreme amacı taşımaz; ama 40 yaşına kadar yaşanan biyo-kimyasal ve zihinsel tepkimelerin etkisiyle edinilmiş alışkanlığı sürdürmek isteyen bir bilinçaltı öğesinin tatminine yöneliktir. Bu tür aşklar çoğunlukla bu sürecin farkında olan kişilerce "karşılıklı sevgi-saygı" olarak tanımlanırlar.

Aşk konusunda dikkatlerden kaçan diğer birkaç önemli nokta ise bence şudur: Duyguların bazılarını kişi sadece kendi içinde veya kendine yönelik olarak yaşar. Bu tür duygulara "İçeriye Dönük Duygular" adını vermek istiyorum. Mutluluk, mutsuzluk, heyecan, bedbinlik, hüzün, pişmanlık, sevinç, tatmin, ümitsizlik vbg. "Dışarıya Dönük Duygular" adını verdiğim diğer birkaç duyguya da örnek şunlar olabilir: sevgi (eş, dost, ulus, vatan, Tanrı sevgisi gibi...), aşk (cinselliğin, üreme içgüdüsünün veya romantizmin doğurduğu sevgi türü...), kıskançlık, küsme, kin, nefret, hasret, minnet, acıma, hayranlık... Dışarıya dönük duygular muhatap aldığımız en az bir kişi için üretilen duygulardır. Bunlara da pozitif ve negatif empatiler diyebiliriz.

Aşk; bir tür pozitif empatidir. Ve karşılıklı olup olmamasının yarattığı etki, diğer bütün duygu türlerinin karşılıklı-karşılıksız olmasından çok daha şiddetlidir. Karşılıklı olunca, taraflar kendilerini dünyanın en mutlu iki insanı addederler. Tek taraflı olunca da... Tarafların birinde bilinen o şiddetli hasret doğar ve görüşme-buluşma arzusu ile son derece negatif bir duygu olan “kara sevda” arasındaki basamaklarda derecelenen yıkıcı bir duyguya ve hatta nefret ve intikam gibi yerinde kullanılmadığı zaman insan bünyesinde ve yaşamında çok büyük hasarlar açan birer negatif empatiye dönüşebilir. Birinci içgüdü olan yaşama içgüdüsünün dahi önüne geçerek, nadiren, intihara bile yol açabilir. (Kaldı ki, her bireyin deneyimlediği aşk duygusu eşsizdir ve diğer hiçbir insanınkine tıpatıp benzemez. O nedenle binlerce tanımı vardır ve hakkında milyonlarca şiir yazılmıştır.)

O hâlde aşkta, göz önünde bulundurulması gereken en önemli özelliklerden biri; aşkın pozitif, iyileştirici, mutlu kılıcı ve insansoyunu üretme aracı bir duygu olabilmesi için, hissedenle hissedilen arasında sürekli bir alışverişin bulunması gereğidir. Aksi hâlde, tuzağına düşülmemesi gereken oldukça yıkıcı, tüketici ve bilinçli olarak kaçınılması gereken; duygusal zekâsı gelişmiş insanlarca, yerine -alternatif olarak- karşılıklı sevgi ve saygının konması uygun düşebilecek bir duygudur.

Bütün bu gerçekler ışığında düşündüğümde; “aşka inanmam” ya da “aşka inanma, aşksız kalma” gibi sözlerin saçmalığı ve yaydığı cehalet kokusu beni o kadar itiyor ve iğrendiriyor ki...

Duygudaşlıkla, aşkla, dostlukla kalın...

Resim: http://www.sesamo.com/stickers/rec/romantic/romantic.jpg
Continue Reading...

Issız Adam- ÖZLEM AKAYDIN

O zaten unutulmaz televizyon dizisi Çemberimde Gül Oya ve unutulmaz filmlerinden Babam ve Oğlum ile yüreğimde çoktan yerini almış bir yönetmendi.

Bunun için O’nun filmlerini ayrıca izlemekten sorumlu tutarım kendimi.

Filmlerinde her zaman kendime dair pek çok şey bulurum.
Bir eski şarkı, film karelerinde kullanılan sıradan gibi gözüken ama benim için ayrıntı olabilen bir eşya, bir güzel söz, yıllar önce okuduğum bir kitap. Örnekleri çoğaltmak mümkün.

Sanırım Çağan Irmak’ın başarısının sırrı bu.
İzleyicinin yüreğine dokunmasını bilmesi.

Uzun uzun filmi ve oyuncularının başarısını anlatmak istemiyorum.

Filmin özellikle son sahnesini de gördükten sonra kendimce kısacık, kıssadan hisselerim oldu benim;

- Aşk, gerçek olduğuna inandıysan yarım bırakılmayacak kadar özel bir duygu.
Hem bir insan hayatta gerçek aşkı kaç kere bulabilir ki?

- Doğru erkek, ya da doğru kadın diye bir şey yok, bunun için “ Sen daha iyilerine layıksın” kandırmacalarına da gerek yok.

- Hayat gözümüzün içine baka baka hızla akıp giderken, bize sunduklarının değerini bilmeliyiz / bilmeliymişiz.

Filmde kullanılan eski şarkıların güzelliğini de unutmamak gerek. Film kareleriyle muhteşem uyumu filmi daha da başarılı yapmış.

Issız Adam son dönemde izlediğim en güzel ve başarılı filmlerden biri. Özellikle final sahnesi, Ada ile Alper arasındaki o sessiz konuşma izleyicinin hafızasından uzun süre silinmeyecek.
Continue Reading...

Orgeneral Başbuğ’dan ‘’Son Gazi’’ ye… TUĞBA


"Bir emriniz var mı komutanım?".Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı, bugün kü Genekurmay Başkanı sayın İlker Başbuğ, bir asker zarafetiyle böyle diyordu "son gazi" ye yaptığı ilk ziyaretten ayrılırken."Bir isteğiniz var mı komutanım? "Sayın Başbuğ bir şekilde varlığından haberdar olduğu ilk günden itibaren hiç yalnız bırakmadı " son gazi" yi. Ve bu gün başında bulunduğu Türk Silahlı Kuvvetleri'de "komutanlarına yaraşır" bir şekilde son yolculuğuna uğurladılar Mustafa Şekip Birgöl'ü.Artık " Çılgın Türkler" Başkumandanlarından son neferine kadar eksiksiz olarak bir aradalar.
Belki silah tutmayı yeni öğrenmişken o günkü koşullar gereği cephede alıyorlardı soluğu..Yurt savunması için..Düşmana karşı mücadele için...Bağımsızlık için..Gidip dönenler de vardı..Dönemeyenler de..Elini, ayağını, gözünü bırakan...Gittiiği gibi sapasağlam gelen...''Gazi'' deniyordu isimlerinden önce gelen hitaplarda..''Gazi..''
Kurtuluş Savaşı'nın hayatta olan üç gazisini ilk kez bir belgeselde izlemiştim. Yaş ve sağlık sorunları nedeniyle zar zor konuşmalarına rağmen heyecanla anlatıyorlardı kurtuluş mücadelesini...Alçak gönüllülükleri, samimiyetleri her hallerinden anlaşılıyordu..Birbirlerine sarılıp, kucaklaşırken..Küçük olan büyüğün sakallarını tararken cephede omuz omuza verilen mücadelenin yaşlılıktaki kardeşlik örneğini izlemiştim gözlerim buğulu buğulu...
Resmi sayıları altı bin küsür olan İstiklal, Kore, Kıbrıs savaşı gazilerinden kaçını tanıyorsun ?Hiç sohbet ettin mi? Savaş anılarını, Cumhuriyet'in ilk yıllarını dinledin mi birinci tanıklar olarak ? Kapılarını kimler çalıyor, eğitimciler, siyasetçiler hangi aralıklarla ziyaret ediyorlar sordun mu ? Hayatlarını nasıl sürdürüyorlar, ne ile geçiniyorlar, maaşları yeterli mi ? Sağlık sorunlarını, dertlerini dinledin mi ? İki yıl öncesine kadar haber bültenlerinin bitimine yakın ......savaşı gazilerinden cümlesiyle başlayan ölüm haberlerini duymak dışında haberdar mıydın bu insanların varlığından ? Aileleri, tanıdıkları dışında kalabalıkların olmadığı cenaze merasimlerine katıldın mı ?denilecek olsa rakam veremezdim ne yazık ki...''Okul yıllarında özellikle milli bayramlar ve şehrimizin kurtuluş günü'nde tertemiz kıyafetleri, kalpakları, gururla taşıdıkları madalyaları ile geçit töreninde ellerim kızarıncaya kadar alkışladığımı, yine oyıllarda sınıfca ziyarete gittiğimizi ve son olarak geçen yıl Cumhuriyet Bayramı'nda bir tanesi ile kısa süreli sohbet etmenin onurunu yaşadığımı söylemek dışında fazla yanıtım olamazdı sorulara.
Bugünkü rahatlığımızı borçlu olduğumuz insanlara gösterilmesi gereken ilgiyi, hak ettikleri yaşam koşullarını, sadece bir borcu kapatmaya ya da faturaları ödeyebilmeye yeten maaşlarını düşününce neler neler geliyor ister istemez aklıma..Halbuki onlar ülkeyi emparyalist güçlerin ellerinden kurtarırken ne pazarlık etmişlerdi ne de olanakların iyileştirilmesini beklemişlerdi.
Bağımsızlıktı onların isteği..Ülkenin her karış toprağının bir metre karesini düşmandan temizlemek için gösterilen olağanüstü çaba ve sayfaların yeterli gelmeyeceği kahramanlıklar...........
Çorum'lu Ömer Hüyük..Konya'lı Veysel Turan..Eskişehir'li Yakup Satar... Emekli Albay Mustafa Şekip Birgöl..''Kurtuluş Savaşı''mızın son ''gazi'' leriydi..Kısa aralıklarla sonsuzluğa gidişlerine söylenecek söz yok..Doğanın kanunu böyle..Doğum yaşam ve ölüm...
Ve 11 Kasım 2008...''Kurtuluş Savaşı''mızın son ''gazi''si Emekli Albay Mustafa Şekip Birgöl...O da gitti..Adaşı ve komutanı Mustafa Kemal Atatürk'e , silah arkadaşlarına...Sonsuzluğa...
Şimdiye kadar belki de hiçbir ''gazi'' ye kısmet olmayan bir uğurlanışla. Fazlasıyla hak ettiği bir merasimle sonsuzluğa yelken açtı Mustafa Kemal Atatürk'ün askeri...
Saygıdeğer Gazilerimiz, rahatız sayenizde...Sonsuzluktasınız.. Kurulmasında büyük emekleriniz olan Cumhuriyet Türkiyesi sonsuza kadar ''laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti'' olarak varlığını sürdürecek ...Ruhunuz şad olsun..Nur içinde yatın.. Saygı ve hürmetle ellerinizden öpüyorum...
Continue Reading...

Cephenin İki Yüzü- YEŞİM ÖZDEMİR


2. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, Japonya’da bir ada olan İwo Jima’da geçen bir çarpışma. Cephede , ülkesini savunmak üzere adaya yerleştirilmiş Japon askerleri ve gemilerle adaya çıkartma yapmaya hazırlanan Amerikalılar… Birbirlerinin düşmanı haline gelmiş –getirilmiş- iki ülkenin insanları, cephenin iki tarafında savaşmak üzere yerlerini alırlar…

Clint Eastwood’un yönetmenliğini yapmış olduğu “Atalarımızın Bayrakları” ve “İwo Jima’dan Mektuplar” , aynı savaşa iki farklı açıdan bakmayı amaçlamış ve bence üzerinde düşünülmesi gereken filmlerin başında geliyor. Düşman olarak kabul ettikleri, gözlerini kırpmadan öldürmeyi amaçladıkları insanların da, tıpkı kendileri gibi korkuları, özlemleri ve sevgileri olduğunun altı dikkatle çizilmeye çalışılıyor.

Aynı zaman diliminde ve aynı mekanda çekilmiş olan bu iki film, cephenin her iki tarafında da neler olup bittiğini gözlemlememize olanak veriyor. Bilindik kahramanlık öykülerine tutunmayı amaçlayan Amerikan ordusu, “Kahramanlık” kavramını sorgulamamıza sebep oluyor. Kahramanlık göstermelik midir; yoksa gerçekten de olması gereken bir ruh hali midir?

Aslında daha önce adayı ele geçirip zafer çığlıklarıyla dikilmiş Amerikan bayrağını - ki o bayrak dikildikten sonra daha çatışmalar günlerce sürmüştür- , üst düzey bir idarecinin kendisi için almak istemesi sonucu, aynı yere ikinci kez bir bayrak dikilmesi gerekmiştir. Bu sırada çekilen bir fotoğraf , Amerika’da aslında farklı kişilerin kahramanlaştırılmasına sebep olmuştur. Çünkü ilk bayrağı dikenlerin hepsi savaşta ne yazık ki ölmüşlerdir ve savaşlarda mutlaka kahramanlara gereksinim vardır. Ülkelerine döndüklerinde, birer sirk maymunu misali şehir şehir dolaştırılarak o askerler üzerinden yapay bir kahramanlık destanı yaratılmaya çalışılmıştır. Bu haksız kahramanlık öyküsünün zavallı kurbanları olan birkaç asker, kahraman mıdır gerçekten de?

Ya da kahraman olmak mı gereklidir mutlaka? Kocasını askere yollamaya hazırlanan Japon kadın, ağlayarak ona sarılır ve dudaklarından şu kelimeler dökülür: “Gitme! Savaşa giden erkeklerden dönen yok… Ruhları bile dönmüyor!”. Öleceğini bile bile eşini, çocuğunu bırakarak savaşa giden –gitmesi gereken- ve cesur olması gereken bir erkek. Bu öylesi bir gidiştir ki “Ruhları bile dönmeyecek” tir!

Savaşın en sıcak çatışmalarından birinin tam ortasında, Japon komutan, kendisini çok çaresiz hissettiği bir anda, içinde bulunduğu durumu sorgulamaktadır: “Ailem için, ölene kadar savaşmaya söz vermiştim. Ama şimdi ailemi düşününce bunu yapmakta zorlanıyorum.”. Şimdi bu insanlara korkak mı demek gerekir? Kim korkmaz ki ölümden?

Ölümün neredeyse garanti olduğu bir savaşta, asla dönemeyeceklerini, belki de ellerine ulaşmayacağını bile bile eşlerine, ailelerine mektup yazarlar. Yüzlerce mektup… İçlerinde özlemden korkuya her türlü duyguyu barındıran mektuplar bunlar. Her satırında, sevdiklerinden daha da uzaklaştırıp, onları ölüme yakınlaştıran mektuplardır bunlar…

İstila, yağma, iktidar, erk, hırs, kan, acı, yıkım, ego, çıkar, rant, inanç, boyun eğdirme.., Erkeğin kadına, kadının çocuğuna, güçlünün güçsüze uyguladığı şiddetin çok daha büyük ölçeklisi gibidir savaş bence. Ülkenin ileri gelenlerinin karar verip uygulamaya koyduğu bir savaş yüzünden, birbirlerinin sofrasında oturup yemek yiyen, birlikte eğlenip gülen insanlar, bir sabah uyanıp dostlarını düşman olmuş bulabilirler. Japon Komutan, savaşı kaybettiğini fark ettiği anda, yıllar önce Amerikalı bir arkadaşının ona hediye ettiği silahla intihar ederek çıkacaktır şerefli ölüm yolculuğuna!

Savaş mutlaka olması gereken midir? Çözüm müdür? Acı ve kayıp, ülke ya da millet farkı gözetebilir mi? “Ruhları bile dönmüyor” cümlesi, Amerikalı bir kadının dudaklarından dökülemez mi? Fransız bir teğmen ya da İngiliz bir er, tıpkı Japon komutan gibi sorgulayamaz mı savaşta ölmenin gerekliliğini? Kadınlar kocalarını ya da oğullarını savaşta kaybettiğinde eğer kahramanca öldülerse, bu durum, onların öldüğü gerçeğini değiştirir mi? Yoksa olayı daha metanetle mi karşılamalarını sağlar? Savaşı çözüm olarak görmemek korkaklık mıdır sahi?

Savaşmasak olmaz mı? Yetmedi mi?
Continue Reading...

9 Kasım 2008 Pazar

SERBEST RADİKALLER SAYI 27

**********
***********
************
*************
*************
**************
**************
**************
NOT: Yazıları okumak için üzerine tıklayınız.
RESİM: Edward Robert Hughes

Continue Reading...

Blogger templates

Blogroll

About