25 Mayıs 2008 Pazar

Gelincik- EDİTÖR

Savaşlar ve yıkımlar, ölümler ve kalanlar, acı ve keder üzerine inşa edilmiş yaşamların içinde açan bir gelincik gibidir kelimeler. Ve kısacık ömrüne rağmen çok ama çok değerlidir. Öyle ya o kırmızı kanatları rüzgar katıp önüne götürecektir ya da muzip bir çocuğun ellerinde ziyan oluverecektir o güzellik. Öyle kısacıktır ömrü.

Kelimelerimiz de gelincik kanatları gibi. Uçup gidiverecek gözler önünden. Rüzgar önünde bilmediğimiz topraklara yolculuk edecek, uzaklara çok uzaklara gidecek... Her birimiz bu yüzden kendi gelinciklerimizin kanatlarını üfledik rüzgara doğru. O bilinmedik toprakların üzerinde adını bile bilmediğimiz insanların başlarına konsunlar diye...

Belli mi olur belki birinin gününe kocaman bir gülümseme katar...Kim bilir?

Fotoğraf: http://juuro.deviantart.com/art/Corn-Poppy-79438714


Continue Reading...

Miyopmetrop- AHMED CEMİL

üniversitenin mediko sosyal tesisi göz servisindeyim. niye gittim şimdi tam hatırlamıyorum.

zira ilkokul üçten beri göz tembeliyim. gittiğime göre extrem bir durum oluşmuş belli.
ama muayene
eden hafif tıknaz kumral hanımefendiyi çıkartabiliyorum az çok.
nasıl unuturum
hayatımın önemli kırılmalarından birini yaşattı bana!

-gözlük kullanıyor musun?
-evet. ha hayır.
- karar ver evladım. kullanıyor musun kullanmıyor musun?
- şey. aslında var bir gözlüğüm.
- ee
- takmıyorum devamlı. tv izlerken yoğun ders çalışırken falan ara sıra işte.
- neydi problemin?
-miyopum ben. miyop. sol gözüm miyop benim.
-gözlüğün yanında mı?
-buyrun
biraz inceler, o alengirli aletinde ölçer biçer, bi gözlüğü atmadığı kalır kafama ve
o tarihi kelamını eder;
-üniversiteye gelmişsin. hala hastalığını bilmiyorsun. ne miyopu hipermetropsun sen.
-!? hı. ama.
-hi-per-met-rop senin hastalığın.
-e emin mis..şey. ama bana miy...
-kim söyledi
sana bunu?
-ama öyle söyledi doktorlar. ilkokul üçten beri yanımda bu camlar. sol gözde tembellik var.
uzağı iyi seçemiyor. hem bize ilkokuldan beri öğretilen, miyop uzağı hipermetrop yakını iyi göremeze n'oldu?
-geç onları sen beni dinle. hipermetropsun.

o an dünya tepsi gibi göründü işte bana!
senelerdir miyop miyop dolaşmışım boş yere ortalıkta. aslında hipermişim de haberim yokmuş!

bu da böyle bir anımdı işte.
hani gök gürler ya aniden...!

Resim: http://scarycherie.deviantart.com/art/glasses-23302116

Continue Reading...

Zırhından soyunmak- FULYA

Artık vaktidir zırhları çıkarmanın. Hayata korkusuzca cesaretle atılmanın vakti zamanı. İnsan yaşlandıkça daha az risk alır derler ya... Aslında bu doğru değil. Risk alıp almak tamamen hayatta öğrendiklerinle ilgili... Nasıl baktığınla... Ne yönde biçimlendirildiğinle... Eğer hayatın her an sana zarar vermeye gebe olduğunu düşünüyorsan zırhını kuşanır çıkarsın hayatın sokağına. Oysa hayatın bir oyun alanı olduğunu düşünüyorsan ne var ne yok çıkarır atarsın üzerinden.

Zırhlarıyla dolaşanlar ne zaman bir kaya bulsalar ardına saklanıp oradan izlerler hayatı. Hayat kocaman, renkli bir tiyatro salonu iken onlar oyuncu değil seyirci olmayı tercih ederler. İncinmemek için aşkı, yaralanmamak için heyecanı, kederlenmemek için duygulanmayı, ağlamamak için gülmeyi ıska geçer ve bunun adına güvenli bir hayat derler. Ellerinde kalan yaşanmamış, güvenli bir hayattır. Oysa düşünmezler hayat yaşanmıyorsa güvenli olmasının anlamı nedir diye.

Zırhı önceleri kendin edinmezsin. O sana birileri tarafından ufak ufak giydirilir. Sen büyüdükçe kalınlaşır o zırh. Önce "Yapma yavrum düşersin. Ama dikkat et bir yerin yaralanır" larla başlarsın giyinmeye sonra ise "Aman o adama dikkat et hiç gözüm tutmadı, ona güvenme bence yalan söylüyor. "la devam eder. Sevgi aslında bazen kötülük eder insana. Sevdiklerini korumaya çalışırken onu hayattan alıkoyarsın haberin olmaz. Ona güvenli bir hayat sağladığını sanırken aslında onu hayattan uzaklaştırıyor , bir odaya kapatıyorsundur. Onu o kadar seviyorsundur ki; saçının teline zarar gelsin istemezsin, bu yüzden farketmezsin bile onu bir zırhla sarıp sarmaladığını. Oysa o zavallı, o zırhın içinde boğuluyor nefes alamıyordur. Öylece duruyordur. İşin tuhafı bir süre sonra o zırhı derisi sanmaya başlayacaktır. Bunu henüz bilmiyordur.

Bir zaman sonra kalın mı kalın bir derisi vardır artık onun. Oldukça korunaklı ve hava geçirmez. Aslında hayatı da geçirmiyordur o deri içine. Ama herkes öyle, hayat öyle sanıyordur. Tüm insanların bu görünmez deriyle kaplı olduğunu sanıyordur. Olabildiğince kaçmayı öğrenmiştir ve zırh ona sinyaller yolluyordur. "Uzak dur sakın yaklaşma" diyen ışıklar yanıp sönüyordur etrafta. Bir süre sonra o zırhı nasıl parlatacağını da öğrenir zaten. Kimsenin ona dikkat et demesine gerek de duymaz. O zırh kara bir böcek derisine dönüşür sonra. O kadar kalınlaşır ki hayat çarpıp geçer tek bir iz bırakmaz üzerinde. Hayatın yolunu düz bir çizgi sanır ve yürür gider. Yan yollara dönüp bakmak aklına gelmez. Zaten zırhı da buna göre hazırlanmamıştır. O herhangi bir tarafa dönmeyi olanaklı kılmaz.

Sonuna geldiğinde yolun sadece ve sadece yürümüş olduğunu görür. Yürümüştür ve korunmuştur. Ve sorar kendine "Hepsi bu muydu?" Oysa zırhı cevap veremeyecek kadar dilsizdir. Onun görevi cevap vermek değil korumaktır zaten. Şimdi soyunmak ister o zırhtan. Oysa o artık zırh değil kendi derisidir ve kendi dersini soyup atmanın imkanı yoktur...

Resim: http://sakuramitsukai.deviantart.com/art/Knight-70309042

Continue Reading...

Boşluk içinde kendine sataşmalar- HOŞSADA

Sabah günışığıyla vuruyor penceremden.

“Öğle olmadan biter mi?”

Öğle oldu…

“Akşama kalmaz geçer eminim”

Akşam oluyor.

“Hala burada. Gitmeyecek mi yoksa?”

Akşamda oldu.

İçimde incecik bir sızıyla hala büyüyor. Ve elimden bir şey gelmiyor. Aslında varlığını kabul mü etmeliyim, yoksa hiç yokmuş gibi mi davranmam gerektiğine hala karar veremedim. Hayatımın büyük bir parçası olan bir şeyi yok saymakta mantıklı gelmiyor… Hoş hangi duygu mantıkla örtüşür ki… ( Vay, nelerde yazarmışım. Güzel oldu yahu )

Bu boşluk duygusu hayatın belirli kısımlarında gelip yerleşmek zorunda mı tam aklının orta yerine? Madem gelip yerleşti, iyi bir misafir olmayı neden denemez? Ya da her aklı başında misafir gibi gideceği zamanı söylemez. Offff, lütfen mantık deme… Çünkü hiçbir mantık iyi bir dosttun yarattığı boşluğu yok edemez… ( Amma güzel laf oldu. Özlü sözler sınıfına mı alsak? )

Tek bir dünyaya sığmaz mı yapmak istediklerine? İlle sevdiklerine göre farklı dünyalara mı girmek zorunda kalırsın? Niye hep ben birilerine uymak zorundayım. Neden benim gösterdiğim özveriyi diğer insanlar göstermez. Hımmm, birde bu kadar vefakârlığın üzerine “bencil” yaftasını yersin… Kim ne derse desin… Ben böyleyim kime ne?( Umursayan ama umursamıyormuş gibi davranılan bu hallere çok gülerim ben :))))

Bi dünya insan dururken, birde içsesin rahat bırakmaz seni… “Uyumalısın, uyumalısın, uyumalısın” sesleriyle beynini tırmalamayı kendine görev edinir. Hâlbuki uyutmayan kendisi… Odamdaki her şey benimle beraber ayakta… Kitaplarım bana doğru bakıyor. Dolabın koluna astığım kot ceketimde… Kanepenin üzerine saçmış olduğum boncuklarım, “yapmayacaksan kaldır bizi” der gibi bakıyor. Gece oldu bu duygu hala gitmiyor… ( Delirmeye yakın haldeyim sanırım. Havadandır havadan… Geçer sabah olmadan :)…)

Gece sabaha doğru ilerlerken hala aklımın orta yerine kurulmuş duruyor. “ Böyle mi yaparsın sen” deyip yeni misafirler salıyorum üzerine… Ehhh eskilerden beri gelen bir laf vardır. “Misafir misafiri, ev sahibi hiç birini sevmez” diye… Bende bunu düşünüp, gülüyorum içten içe… Ne de olsa sabah olmadan gidecekler aklımdan. Şurada sabaha ne kaldı ki…

Resim: http://hank1.deviantart.com/art/Girl-Sleeping-after-Rembrandt-63302290

Continue Reading...

...-KEREM OĞUZ

dikeninden değil,

renginden,
kokusundan,
ya da formunu sevmediğinden
hiç değil.


ucuz diye ekmezdi
bahçesine gülleri
"fukara çiçeği" derdi onlara

ne ekerdi derseniz
saksıda bir orkide,
kırılgan bir asya çiçeği.
Köşede bir yerde süs zeytini
hadım edilmiş bir tabiat şaheseri
ve daha adını bilmediğim
artistik budamalı başka ağacımsılar,
aslan yelesi gibi, değişik çiçeğimsiler...

padişahın haremi gibiydi,
güzel çoktu bahçede ama
aşk yoktu...

***

üzmek istemedim ben hiç
ne pirinç pilavını
ne de tarhanaya dilimlenmiş
ekmek lokmalarını

arkamdan ağlamasınlar diye
yuttum hep onları

üzmek istemedim ama
yutmak da istemedim hiç
ve patlayan bir volkan gibi
püskürttüm lokmalarımı
en güzel yerine evin
ve en yeni eteğine annemin

ekşi bir koku burnumda şimdi
ve tülde asılı kalan tek bir pirinç tanesi.

üzmek istemedim ben
ne nur yüzlü annemi
ne de sırtında yüzlerce kilo yük taşıyan
delikanlı yüzlü babamı

deli sanmasınlar diye beni
yuttum tüm laflarımı

***


herkes sanıyor ki
kafanız o biçim de
neşeden bu patırtı

ağlayan keman sesi
tamamlarmış gibi eksik dişlerinizi

gittikçe artan
adeta fokurdayan bir
darbuka sesi hasıl
sulukule sokaklarına

tıpkı büyücü tamtamları gibi
saklasın mı isterseniz
yoksa korusun mu
beyaz pisliklerden sizi...

***

"iki ayı var sanki kalbimde tepişen"

işte böyle başlayacaktım yazmaya
ama şiirsel olmadı hiç
abartmak istedim,
kulağa güzel gelsin diye
ve şöyle başladım;

biri tan kızılı
öteki mavi pullu
iki ejderha var kalbimde
öfke nöbetlerinde

boyları bir, huyları bir
en kötüsü de ateşleri bir

yakıyorlar beni sürekli
cehennemin en derin
dehlizlerinde

Resim: http://pearleden.deviantart.com/art/Between-wolves-and-dragon-74139126

Continue Reading...

Soru sormanın yükselen değeri-MEHMET SAĞLAM

İnternet sayesinde öylesine akışkan bir çağa girdik ki, yaygınlaşan bilgiye kolay ulaşma yüzünden bilginin değeri iyice azaldı; öyle ki, “Bana bir kelime öğretenin kırk yıl kölesi olurum” sözü sadece eski kitaplarda kaldı. Arz talep dengesi öylesine değişti ki -piyasa ekonomisinde olduğu gibi- bilgi enflasyonu bilginin değer kaybına sebep oldu, böylece bilginin "borsa değeri" neredeyse dibe vurdu.


Artık aradığımız birçok bilgi kaynağına zahmetli yolculuklar veya yıllar alan eğitim yerine, arama motorları sayesinde anlık bir emek harcadıktan sonra kolayca ulaşabiliyor; dünyanın en zengin kütüphanelerinden dahi evden dışarıya adım atmaksızın yararlanabiliyoruz. Bilginin bu denli hızla yayılıp ucuzlaması “enformasyon teknolojisi”nden büyük kazançlar elde etmeyi hedeflemiş çevreleri -öngöremedikleri- büyük bir düş kırıklığına uğrattı. Ne var ki, IT (ay ti) şirketleri bilgiye ulaşma teknolojisini daha yaratıcı yöntemler geliştirerek ve bunları yaygınlaştırarak kazanç elde etmeye hâlâ büyük çaba harcıyorlar. Ancak, bilgi tüccarlığının giderek değer kaybedeceğini de kabullenmiş görünüyorlar.

Bu sürecin gelecek on beş yılda nasıl gelişeceğini ve bilgi kirliliğinin hangi olumsuz sonuçlar doğuracağını tahmin etmeye çalışan bazı düşünce kuruluşları ilginç bir saptamada bulunmuşlar: İşe yarayan bilgileri bulup öğrenmek artık önemli bir özellik değildir; işe yarayacak soruları bulup sormak çok daha önemli ve değerli bir özelliktir. Bu tanıya katılıyor ve tüm okurlara şu naçiz tavsiyede bulunmayı bir görev addediyorum: Kendinize, dostlarınıza, çocuğunuza veya öğrencilerinize işe yarayan sorular sormanın giderek artan önemini anlatın lütfen.

Özgül bilgiye bundan böyle özgül sorularla ulaşılacağı akıllardan çıkmasın. Soran ve sorduğunun yanıtını arayan insan geçmişte insanlığın kültürel ve bilimsel evrimine büyük katkıda bulunmuştu; fakat yaratıcılığı tetikleyecek ve bilgiden özgün bilgi çıkaracak sorular bundan böyle sorana daha büyük değer yükleyecek, kültürel ve ahlâki evrimimize daha fazla katkı sağlayacak gibi görünüyor. Bu yazının ruhuna uygun olarak, ben de -öyle iddialı olmayan- ilk sorumu sizlere soruyorum: “ilham” ve “düşünce” arasındaki üç benzeşme hangileridir?

Sorularla kalın...

Resim: http://graveunicorn.deviantart.com/art/Question-mark-60521623

Continue Reading...

İronik- NİHAL YETKİN

Radyoda çok sevdiği bir pop şarkıcısı Alanis Morrissette'in "Isn't it ironic?” (İronik, değil mi?) parçası çalıyordu. Eskiden olsa bu hoş ritmli ironi yüklü şarkı sözlerine gülerek eşlik edebilirdi ama şimdi …

Yıllar önceydi…Yakın bir arkadaşı doğum yapacaktı. Sürekli ana ile çocuğu birbirine en yakın kılan o vesilenin, emzirmenin büyüsünden bahsediyordu, bundan duyacağı heyecandan. O da ona işten doğum için bir ay önce izin alacağı gün bir sürpriz yapmak istedi ve internetten seçme bir “süt” dosyası hazırladı, ödülü büyüktü. Arkadaşı üstüne atladı, “Sen var ya sen, bugünlerde heyecandan hiçbir şey okuyabileceğimi zannetmiyordum ama bunu kesinlikle satır satır okuyacağımdan emin olabilirsin.”dedi. Öyle mutluydu ki. Ta ki bir ay sonra doğum ertesinde o haberi öğrenmesine dek. Arkadaşının minik bebeği Fenülketüniri hastasıydı, yani süt ve süt ürünlerini asla tüketemezdi. “Tek vermemem gerekeni vermişim ona” dedi içinden, içi burkuldu…

Bir ara bir fotoğraf kursuna gidiyordu. Kurs hocası iki hafta sonra bir ders arasında tesadüfen onun o kurumda çalıştığını duyunca heyecanlandı, yüz ifadesi değişti ve sordu, “Arzu’yu tanıyor musun?”. Öyle güzel bir ifadeyle sormuştu ki bunu o da sevineceğini düşünerek şunları söyledi, “Tanımaz mıyım, gelecek hafta nikahına gideceğim hatta!” “Nikahına mı?” dedi hoca, yüzü düşmüştü. O an anladı acı gerçeği, ama ne gelir elden, hem nerden bilebilirdi ki. “Ona tek söylememem gerekeni söyledim galiba” diye geçirdi içinden. Hoca kurstan o hafta içinde istifa etti...

Geçenlerde bir arkadaşı internetten posta adresi alamıyordu, ondan yardım istemişti. “Tamam ama bir şifre bul kendine” dedi o da. Arkadaşı sürpriz severdi, “sen seç, merak ettim benim için ne seçeceğini”dedi. O da lüksü de yolculuğu da sever diye “transatlantik”i seçti ve işlemleri bitirince arkadaşını aradı, şifreyi söylediğinde diğerinin dizlerinin bağı çözülmüştü. Meğer arkadaşının erkek arkadaşı ondan ayrılırken A. Altan’ın bir romanını hediye etmiş ve kitapta tek bir cümlenin altını çizmişti, “Bir erkek transatlantik gibidir, içinde tek yolcu barındıramaz” “Pes” demişti o da “bu kadarını istesem yapamazdım herhalde”.

Sonra ortaokul sıralarında okuduğu O.Henry’nin meşhur öyküsünü hatırladı. Hani şu yılbaşı hediyesi için parasızlıktan biri saatini biri saçını satan çiftin hediye olarak birbirlerine birbirinden habersiz saat kayışı ve tarak hediye ettiği o, ironiye yaslanan öyküyü. İlk okuduğunda, “Bu kadar da olmaz ki!” demişti. Halbuki şu o an için hatırlayabildiği üç öykü bundan kat be kat tuhaf ve ironik değil miydi? O anda şöyle düşündü, "Hiçbir ironik kurgu hayatın ironisi kadar çarpıcı olamaz".

Şarkı çoktan bitmişti, onun da bunları düşünerek pili bitmiş gibiydi. Dalgın dalgın otururken telefon çaldı, bir arkadaşı arıyordu, “Müsaitsen 23 diye bir film varmış, ona gidelim mi? Garip tesadüflerden bahseden bir gerilim filmiymiş, sen gerilim türünü pek sevmezsin ama yine de bir sorayım dedim, ne dersin?”
“Gidelim, bunun üstüne iyi gider” dedi acı acı gülerek.
Ahizedeki ses haklı olarak “Neyin üstüne?” deyince, yapıştırıverdi cevabı: “Anlatması uzun, boşver!” dedi. Arkadaşının sesi karşıdan patladı, “Offf, bugün de herkes bana boşver diyor!”

Not: Yukarıdaki öykü ironik bir kurgudan ibaret.... değildir.

Fotoğraf: http://captainsera.deviantart.com/art/Ironic-15634195

Continue Reading...

Şimdi ya da asla- ÖZLEM AKAYDIN

Hayatı sorgulamak için kendimizle baş başa kaldığımız anlar olur.

Bu anlar çoğu kere ya yaşadığımız acı tecrübelerin bitiminde ya da beklenmedik sevinçlerden sonra gelir.

Kim bilir kaç kez sorgulamışızdır yaşamakta olduğumuz hayatı. Yapmak istediklerimizi, yapamadıklarımızı, özlemlerimizi, hayal kırıklıklarımızı.

Bu sorgulamayı bu kez hiç beklemediğim bir zamanda, bir film sayesinde yaptım.

Geçtiğimiz günlerde vizyona giren, Jack Nicholson ve Morgan Freeman’ın baş rollerini paylaştıkları

“Şimdi ya da asla” adlı film.

“Edward ve Carter “, hayatları bir hastane odasında kesişmese asla tanışamayacak olan iki farklı insandır.

Edward zengin bir iş adamıdır. Para mevhumu yoktur. Carter ise sıradan bir araba tamircisidir.

Bunca yıllık hayatlarının ardından bir tek ortak paydaları vardır. Her ikisi de kanserdir ve bir süre sonra öleceklerdir. Bu yüzden yolları bir hastane odasında kesişir. İki adam bu dakikadan sonra ortak bir konuda birleşirler.

Geri kalan ömürlerini yapmak istedikleri her şeyi yaparak geçirmek istemektedirler. Kendilerine o zamana kadar yapamadıklarından oluşan bir liste hazırlarlar ve birlikte yolculuğa çıkarlar. Bu da onlara inanılmaz bir dostluğun kapılarını açar.”

Hayatımı tekrar sorgulayıp gözden geçirmeme sebep olan ise, filmin sahnelerinin birinde film kahramanı bu iki adamın sohbeti oldu:

Cennetin kapısında şu iki soru soruluyormuş:

- Hayattan yeterince keyif aldın mı?

- Hayatta yeterince keyif verdin mi?

Ben filmden çıktıktan sonra işin içinden çıkamadım.

Tabii ki hayattan keyif aldığım anlar oldu. Yeterince miydi? Bilmiyorum.

Ya keyif verdiğim anlar? Bu yanıtlaması daha da zor bir soru gibi geldi bana.Cevabını yakın çevremdekilere ve beni tanıyan dostlarıma sormak gerek her halde.

Ben bu sorulara yanıt arayadurayım, bence siz bu güzel filmi kesinlikle kaçırmayın. Filmi izledikten sonra eminim kendinizi aynı soruları sorarken bulacaksınız: .

“Hayattan yeterince keyif aldım mı?

Hayatta yeterince keyif verdim mi?” ve mümkünse bu sorulara vereceğiniz yanıtlar, içinize sinen yanıtlar olsun, çünkü dünyaya gelebilmiş olmak bile yeterince özel bir şanstır aslında.

Filmle ilgili Notlar :

Yönetmen Rob Reiner

Senaryo Justin Zackham

Oyuncular Jack Nicholson, Morgan Freeman, Sean Hayes, Beverly Todd, Rob Morrow

Filmin Türü Macera, Komedi

Orijinal Adı The Bucket List

Yapım Yılı 2007

Yapım Ülkesi ABD

Orijinal Dili İngilizce

Vizyon Tarihi 01.02.2008

Continue Reading...

"keşke dalgın olsam, o zaman düşüncelerim kederlerimden kopardı." -PASSİVE

özellikle kalabalık caddelerde oluyor.attarlardan manavlardan değişik bir sürü koku geliyor.sonra bir sürü insan geçiyor sağlı sollu.dolduruyor tüm boşlukları.herşey bir nicelikten ibaret kalıyor; tüm mekanı dolduran kokular, tüm anı dolduran hayatlar. her karşıdan karşıya hızla geçişimde her an bir arabanın çarpacağı korkusu değil ama bir çeşit beklentiyle hep aklıma geliyor.

şuradan bir yerlerden karşıma çıkacak diyorum.
onca kokunun içinden gül kokusuna benzer aitsiz bir koku gelecek diyorum.
sağlı sollu akan kalabalıktan belli belirsiz tanıdık gülümseyen bir yüz görünecek diyorum.
kitapların dergilerin üstüne sinmiş sahaf tozları arasında debeleniyorum.
arıyorum.arıyorum.gerçekten aradığım bir şey olduğu düşüncesiyle..tam olarak netleşen ne bir düşünce var zihnimde ne de bir his..
çok güzel bir farısi sözlük alıyorum boyama kitabı alınmış çocuğa dönüşmek istemeden.
açıp bakıyorum.sözlüğün yazarı 1972′de imzalamış."pek sayın ferit kubat bey'e takdim edeyorum.cemşit drahşan." ah ferit kubat kimsin sen, sözlüğün kapağını bile kaldırmamışsın belli.nasıl insansın sen? boşveriyorum.
çabuk geçiyor.hala bir garip bekleme hissi.bir tuhaf, aniden bir yerden görünecek inancı.
tam bir belirsizlik bu.bunu anlatacak kelimeler için dünyayı terk etmek gerek biliyorum.
tüm sözleri barındırmayan, çelişkili anlamsızlıkların olduğu bir dünya bu.
hem geçici hem sonsuz.

tüm beklemeleri bitirdiğimde aniden pat diye karşıma çıkacaksın.belki ellerimde bir sürü market poşeti olacak.yarını düşünerek telaş içinde geçirdiğim bir günü aralayıp görüneceksin.seni görünce, tıpkı o ağır poşetleri yere bırakır gibi hayat da kayıp gidecek ellerimden tüm ağırlıklarını bırakarak.adın belki hiçlik olacak.mühimsemiyorum.sonra her yer hafif, ölgün bir gül kokusu dolacak.zamansız.

"tüm yanılgılar tüketildiğinde geriye yalnız hiç kalır.son arkadaş olarak."

Continue Reading...

Yazı havası- TUĞBA

"Yazı yazacak bir hava var" diyorum kendi kendime..Yazmanın havası olmaz ama böyle kapalı, yoğun bulutların hakim olduğu zamanlarda..Kitap okumayı, uyumayı, denize bakan bir yerdeysem de gemileri ve dalgaları izlemeyi çok severim.. Sıcak bir bardak çay yanında bir dilim kek veya poğaça da olursa gel keyfim gel..Çay yoksa kahveye hayır demem elbet ama ilk tercih bellidir.


Uykum yok, kitap seçeneğini de erteleyebilirim ama yazma konusuna gelince..Evet evet bu hava yazma havası.. Konu çok, olay çok, verilen ara uzun....Ne kadar birikmiş her şey böyle..Nereden ve nasıl başlamak gerek..Bakıma gidip bakılamayan bilgisayarın arızası, iki saat kullanmak için pazarlık yaptığım diz üstü bilgisayar,....Ayyy bunun sonu gelmez ki..Olan, güncelliğini kaybeden konularıma, söylemek istediğim sözlerin gün ışığına çıkamadan unutulmasına oluyor...

Bulutların yoğunluğu arttıkça artıyor..Yağmur yağdı yağacak..Keşke bir süre kimse gelmese, çağırmasa, sadece cümlelerimle kalabilsem, uzun zamanların hasretini dindirebilsem diyorum ama nerdee...Annesinin emanet ettiği yiğenim uyanıyor, bilgisayarımla işim var diyen kardeşim kapıyı tıklatıyor, midemden açlık sinyalleri geliyor, annemin "Tuğba" diyen sesi geliyor..Halbuki on dakika öncesine kadar ne kadar sakindi ev..

Yazı yazacak hava var.. Hem de bir tane de değil başlayınca bir iki tanenin ard arda sıralanacağı bir hava ve ruh hali..Biraz rahat bıraksalar, çağırmasalar, bilgisayarı istemeseler.. Offf of..tam da bozulacak zamanı buldu benim bilgisayarım..Ne vardı biraz daha dayanabilseydi sanki..

Şans işte ne diyeyim bu duruma..Yazdırmayacak bunlar anlaşıldı..Kimbilir belki ilerleyen saatlerde yine bir fırsat bulup bilgisayarı da alırsam...belki bir değil iki tane..hem de ard arda...Ne güzel olur ama.


resim kaynağı: http://ggpicturetakings.deviantart.com/art/Hand-Writting-49665747

Continue Reading...

Yitik ömrün bekçisi- ÜÇ NOKTA

Yoksun. Tam buldum sandım zamanların ötesinde, takvimsiz bir anın içine doluşmuş bekliyorsun sessizce.

Hiç aksatmadan günde üç öğün şiir okuyorum ıssızlığımın üstüne. Koşup dizeler altını çiziyor yalnızlığımın. Şair “Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum.” deyince ellerini arıyorum. “Kimse bilmez canım. Bir yara bir ömrü nasıl kanatır.”diyor. Kırılıyor kirpiklerinden gözyaşın. Titrek avuçlarıma akıyor.

“Ben senin olmadığını arıyorum.”

Kızıl güller dermişim bekler elimde, gülü bırakmış kalmışım dikeniyle. “Çoğul türküler” söylediğimde biliyorum başka dünyalar mümkün. Gözlerim o dünyalara takılı çalı.

Yoksun… Öpüşlerin, sarılışların, tüm kalbi çırpınışların, buluşma heyecanların yok.

Sevgililerin yağmurda sığındığı otobüs durakları, anısı olduğu sokaklar, ayrılıkların sahnelendiği tren istasyonları, kitapçılar ve hepsinde yaşanan aşklar dalga dalga vuruyor kıyılarıma. Kavuşmadan bana gerisin geri çekiliyor sonra.

İki kişilik masalarda bir başına içilen koyu çaylarda aradım. Yoksun… Kadehlere koydum keyfe keder katıp içtim. Bütün şarkıları dolaşıp filmlere, şiirlerin içine baktım.Çayım soğudu kalktım tuttum kendime sarıldım.

Lunaparkta balerinsin;dönüyorsun gözümün önünde. Senden gözünü alamayan renklerine vurgun çocuk hevesi bende. Kamaşıyor gözlerim de tutunamadım hiç eteklerine.

Yoksun…

Dönüp duruyor bir şarkı “başka türlü bir şey” diye. Şairin “ilk kez rast gidiyor işi” dediği neyse, yokum o sevincin içinde. Duyguların tetikçiliği şiirlere kalsın. Ben ölüyorum dirilmek için sonsuz sevide.

“Saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi”

Bugün, yarın, uzak, yakın özlenensin. Her neredeysen bir akşam alacasında uçan kuşların kanatlarına gülümseyen yüzünü astım. Kanat kanat uzaklaştılar benden… Ufukta kayboldu gözlerin.

Ben yitik ömrün bekçisi. Bir umut bendeki.Bir ekmeği üleştirircesine, sevinci çoğlatıp acıyı sağaltırcasına ya tutarsa diye kıpkırmızı üç kelime çalıyorum günlerime: Sevmek, umut etmek, beklemek…

Hadi, gel…

Fotoğraf: http://musiclighter.deviantart.com/art/Waiting-25804072

Continue Reading...

Sakarlık tarihim- YEŞİM ÖZDEMİR

Becerikli ve dikkatli insanlara her zaman hayran kalmışımdır. Onlar, büyük bir soğukkanlılık içinde, ne yapacakları konusunda son derece emin, pratik, yapacakları işe konsantre olurlar. Hiç bir kaza belaya sebebiyet vermeden de işlerini bitirirler. Ben , hiç bir zaman öyle bir insan olamadım. Bir işe başlayıp da kendime bir zarar vermeden bitirdiğim zaman, kendimle gurur duyuyorum:)) Bizim gibilere halk arasında "sakar" deniyor. Kendini bilmek iyi bir şey en azından...

Geçenlerde yaşadığım bir olay, sakarlık tarihimi gözden geçirmeme sebep oldu. Yaptığım sakarlıkları bir değerlendirmeye almak istedim. Her sakarlığa bir Sakarlık Puanı (SP) verdim(1 den 10'a kadar). Bu sakarlığı kaç kere yapmış olduğumu belirttim. En sonuna da bu durumu nasıl çözebileceğimi planladım. Bakın nasıl bir liste çıktı karşıma:

1- Yemek yaparken parmak ucu kesme...
SP: 1...
Kaç kere: Sayamayacağım kadar çok...
Çözüm: Şu, metal kasap eldivenlerini mi denesem acaba??

2- Yine yemek yaparken tırnak ucu uçurma...
SP:3 (Ne de olsa daha ince sakarlık istiyor)...
Kaç kere: En az 10...
Çözüm: Bakınız madde 1, ayrıca, tırnaklarımı olabilecek en kısa formda tutabilirim.

3- Eee gene yemek yaparken elimdeki bıçağı ayağımın üstüne düşürme...
SP: 5 (Tehlikeli bir deneme çünkü!!)
Kaç kere: 4 (Ama sadece bir kere saplandı, diğer üçünde bıçaktan daha hızlı davrandım:))
Çözüm: Yaaa düşündüm de… Ben en iyisi yemek yapmaktan vazgeçeyim!!!!

4- Kafamı dolap kapaklarına ve lavabo altlarına çarpma...
SP: 5 (Kafa travması ciddi bir şeydir)...
Kaç kere: Sayamayacağım kadar çok.
Çözüm: Saçlarım kıvırcık ve kabarık olduğu için görüş alanımı bozuyor... Saçlarımı toplayabilirim. Mmm ya da işe yaramazsa bir kask edinebilirim.

5- Düz yolda, spor ayakkabılarla yürürken ayak burkma...
SP: 5 (Her iki ayak bileğimde ne kadar bağ varsa hepsini başarıyla koparmış bulunmaktayım çünkü)
Kaç kere: 6 ( Küçük burkulmalar bu sayıya dahil edilmemiştir. )
Çözüm: Yolda yürürken vitrinlere, havaya, sağa sola bakmamalıyım. Gözümü yere dikip bütün girinti ve çıkıntıları büyük bir dikkatle inceleyerek, mümkünse ay yürüyüşü yapar gibi ağır çekim yürümeliyim. Belki de bir sonar taktırmalıyım???

6- Merdivenden düşme...
SP: 10 (Bu cidden tehlikeli bir durumdu benim için... Son anda tutunmasam neler olurdu bilmiyorum.
Kaç kere: 1 (Umarım!!)
Çözüm: Merdivenlerden inerken mutlaka trabzanlara tutunmalıyım. Altı kösele ayakkabı giymemeye özen göstermeliyim. Herhangi bir düşüş olayını suspanse etmesi için, mutlaka benden önde inen birilerini bulundurmalıyım. Mümkün olduğu kadar asansörü kullanmalıyım:)

7- Parmaklarımı dolap kapaklarına sıkıştırma...
SP: 3
Kaç kere: Maalesef bunu da sayamadım.
Çözüm: Dolapları kapatırken mutlak surette, kapakta bulunan minik kulpu kullanmalıyım. Bu sırada diğer elimi cebime sokarak, parmaklarımın güvenli bir yerde olmasını sağlamalıyım. Ya da en iyisi yanımda birisi varsa ondan istesem, verir mi ki?

8- İçinde semizotu yemeği olan tencereye ayak sokma...
SP: 10 (Bunu hiçbir yerde duymadığınıza eminim. En iddialı olduğum sakarlıklarımdandır:)))
Kaç kere: 1 (Şimdilik)
Çözüm: Merdivenlerde her an bir yemek tenceresi olabileceğini göz önünde bulundurarak, bastığım yeri tanımalıyım. Ya da şu tarlalarda giyilen plastik çizmelerden edinebilirim.

9- Sivrisinekle mücadelede ağızla hortumlama yöntemini yaratma...
SP: 10 (Neler çektiğimi anlatamam; siz sakın denemeyin!!!)
Kaç kere: 1 (Bir daha olmaması için elimden geleni yapacağım)
Çözüm: Yatarken başucumda sivrisinek vızıltısı duyup, yakalamak için hızla kalkarken, ağzımı kapalı tutmalıyım. Ya da bir bukalemun mu beslesem? O da benim yaptığım işi yapar pekala:)))

Evet, gördüğünüz gibi sakarlıkta sınır tanımıyorum.
Bir gün, benim de bir işi başından sonuna kazasız belasız yapacağım günler gelecek; göreceksiniz. Şu yazıyı bitirmeden başıma bir hal gelmezse tabii:)




Resim: http://shadaluupe.deviantart.com/art/Box-Head-5543387

Continue Reading...

18 Mayıs 2008 Pazar

Hayatımızdaki güzel şeylere dair-EDİTÖR

Pazar günleri güzeldir. Güneşli havalar, mavi gökyüzü, bahar, papatya kokusu, bir bardak demli çay, uzaktan gelen bir bebek kıkırtısı, neşeli bir kadının mutfağında söylediği şarkı da öyle…Ayaklarını toprağa basıp bir sandalyede oturmak güzeldir. Açık havada derin derin soluk almak, tam o anda yaşadığının farkına varmak, insan olduğunun farkına varmak da öyle…

Okumak da güzeldir. Ağzında bir kaşık balın bıraktığı lezzeti duyarsın bazı yazılarda. Bazı yazılar ise acısı iyi ayarlanmış yemek gibidir, boğazını yakar ama şikayet etmezsin. Bazı yazılar ise içine havai fişekler atar, geceni aydınlatır o havai fişekler… Bu yüzden güzeldir okumak.

Serbest Radikaller bu pazar da değişik lezzetlerdeki yazılarını sizlerle buluşturuyor. Keyifli okumalar…


Continue Reading...

1 gün-AHMED CEMİL

arada sırada olurdu önceden. şimdilerde ara sıra dinlemiyor ne vakit aklına eserse o zaman uğruyor bana. öyle izin almak falanda yok. ansızın alakalı alakasız çat kapı dalıyor içeri.

-ne oluyor ne yapıyorsun böyle paldır küldür girilir mi içeri dedim bir seferinde.

-sen istemeseydin ben burda olmazdım dedi cevabı hazır bir şekilde

-ama diyecek oldum, diyemedim.

kaldım öylece.

haksız sayılmazdı çünkü.

ben izin vermesem, giremezdi içeri esir alamazdı ruhumu ve bedenimi.

tuhaf şey.

evet kabul ediyorum ben tuhafım ama o benden tuhaf, standart üstü hatta. hep en olmadık zamanlarda dahası keyfimin az çok yerine geldiği vakitler vurup gitmiyor mu deli ediyor beni!

son zamanlardaki zayıflığımı kullandığının farkındayım. o da güçlü olduğunun farkında!


öyle bir duygu ki bu ; iki kişi veya iki kararın arasında kalmak değil ama. karışık bir şey. nasıl desem hani böyle pek çok şeyin özellikle zıt anlamlar arasında kalmak gibi. evet evet sanırım böyle bir şey. iyi ile kötü , siyah ile beyaz , yaşamla ölüm , sessizlik ile çığlık atmak vb. anlamlar , olaylar arasında kalmak gibi işte.


birkaç gündür birkaç ay önce aldığım ama henüz bakabildiğim bir kitabı okuyorum. çoğu birbirinden bağımsız hikayelerden oluşuyor. ama derin, bir o kadar da etkileyici hikayeler. yazarı kadın ama ilginçtir kahramanları erkek. onların ağzından aktarıyor yaşananları. yine ilginçtir ki her kahramanda kendimden bir şeyler buluyorum. işte o kahramanlardan biri hatta birkaç tanesi şu cümleyi tekrarlıyorlar arada ;

“bir gün herkes kendisi olsun”


sanırım yukarıdaki arada kalmışlığım da bu cümlede gizli. derinlerdeki kendimi, beni bulamadığımdan belki de tüm bu karışıklık!
Kimbilir?


Continue Reading...

Eski kentin bilgesi-HOŞSADA

Sen şimdi eski kentte kalmış, yalnız bir yüreksin…
Eski diyorum ya alınma…

Sana söylenen bir şey değil bu aslında

İçinde barındırdığı ve taşa kesmiş ruhlardan dolayı

Hiç kimsenin gitmek istememesinden, çoğu ruhun orayı terk etmesinden dolayı “Eski Kent”

Sen ise eski kentte yalnız olmana rağmen en güzel ruha sahipsin

Eski kentin en gizemli bilgesi de derler ya sana

Haksız da değiller hani

Ve dönüp sorarsın “Geçti mi?” diye

Bakarım gülümseyen bilge yüzüne

“Satırlarımda umut varsa ve unutuyorsa kalbin artık sevmeyi

Bakamıyorsa gözlerim eskisi gibi

Başımı yastığıma koyduğumda, aldırmadan olup bitene uyuyabiliyorsam rahatça

Ve artık anımsamıyorsam yüreğimdeki izleri

Yanından bir yabancı gibi geçebiliyorsam

Kalbimi sevgiye kapatmış ve

Hayatın iplerini yeniden ele almışım demektir…

Peki, şimdi sorun nedir? ”

Der ki bilge;

“Beklentilerini azaltmayı öğrenmiş olmalıydın..

İkisinin beraber olmayacağını da…

Seçimini yaptın sen…

Hayatın ipleri elinde Ve zor olanı da yaptın..

Aklının iplerini saldın…

Yüreğinle birlikte”
Eski Kentin Bilgesi Fulya'ya Sevgilerle
Continue Reading...

Hiçbirşey ve herşey hakkında-FULYA

Yüksek bir binanın çatısına çıkıp bakmak bir nehir kenarında durmaktan farklı değildir. Su, nasıl bilmediğin bir hedefe doğru kararlı bir şekilde akıyorsa, sokaklardaki insan kalabalığı da sanki ortak bir hedefleri varmış gibi akıp giderler zamanın içinde... Onlar hem herşeydir hem de hiçbirşey...

Sağlıklı bir yaşamın peşinde koşanlar, bitkilerin şifasına bağlanıp dağ bayır dolaşanlar, cep telefonu ile uyuyanlar, internet bağımlıları, alış-veriş delileri, ayakkabı sevenler, işkolikler ve aylaklar, müziksiz nefes alamayanlar gürültüye tahammülü olmayanlar, masa başı işçileri, güneş altında ter dökenler, işinden nefret edenler, başka bir yaşam hayali kuranlar, bilgi peşinde bir ömür çürütenler, bu çağa ait olmadığını düşünenler, teknolojiyi sonuna kadar kullananlar, teknoloji düşmanları, alkolikler, çaykolikler, sigara karşıtları, sigara tiryakileri, sinema severler, ressamlar ve müzisyenler, siyasete bulaşmamakla gurur duyanlar, politikayla yatıp kalkanlar, cahiller, sabit fikirliler, okuyan ve susmayı erdem sayanlar, bağırarak haklı çıkmaya çalışanlar, yalancı ve riyakarlar, dürüstlüğünden ödün vermeyenler, adalete inanlar, adaletin ütopya olduğunu düşünenler, adaleti sağlamaya soyunanlar, inananlar, inançlarını kaybetmiş olanlar, ölümü düşünenler, ölümden deliler gibi korkanlar, çocukları için yaşayanlar, kendinden başka kimsesi olmayanlar, düşünenler ve düşünmekten korkanlar, kaybedecek hiç birşeyi olmadığı için cesur olanlar, korkarak ömür çürütenler, hayatı dolu dolu yaşayanlar, hayatlarının sonunda ellerinde hiçbirşey kalmayanlar, hayatı olduğu gibi kabul edenler, hayatı değiştirmek için tüm güçlerini seferber edenler...


Onlar hem herşeydir hem de hiçbirşey... Her birinin "herşey" ya da "hiçbirşey" olarak kabul ettiği şey bambaşkadır. Kimi kez kesişse de toplamda bakıldığında herkes için tamamen farklı doğrular topluluğu ortaya çıkar. Akıp giden insan seli yine de birlikte akmaya üstüne üstlük aynı noktaya doğru sanki ortak bir hedefleri varmışcasına akmaya devam eder. Ve hayat aynı anda içinde hem herşeyi hem de hiçbirşeyi barındaran yegane şeydir.


Ve zaten adı da bu yüzden, hayattır...
Resim: Balthus, The Street (1933)
Continue Reading...

Kumpas-KEREM OĞUZ


İşte şu ışıksız ve dağınık odanın kenarındaki yer döşeğinde uyuyan herif benim. İçerideki loş ışığa aldanmayın. Sabah olmuşsa bile koyu mor kadife perdem güneş ışığına karşı kahramanca bir mücadele verip odayı karanlık tutmak için uğraşıyor olabilir. Size saatin kaç olduğunu söyleyebilmem için uyanmam gerekiyor. Uyanıpta saatime bakmam gerekiyor. Peki bu ne zaman olacak? Bu kadın eli değmemiş oda fotoğrafına daha ne kadar süreyle bakacaksınız? Çok değil. Sadece 5 saniye daha. 5 saniye sonra bir kıpırdanmadır olacak. Sayıyorum;

5,

4,

3,

2,

1,


ve uyandım işte. Fark edilmiyor mu? Vallahi de uyandım billahi de. Kıpırdamamış olabilirim, gözlerimi de açmadım belki. Fakat uyandım ben. Odanın rutubetli havasızlığını da alıyor burnum, dün gece boşalmış şarap şişesinden gelen ekşi kokuyu da. Acilen kalkmam ve camları açmam gerek. Odama yaz havasını buyur etmem gerek.


Haydi bismillah. Kalktım işte. Hepinize günaydın.


Açalım mor perdelerimizi, kurtaralım güneşi. Günaydın hepinize.


Değişik bir gün bugün, tuhaf bir gün. Sanki birisi benim ne yaptığımı anlatıyormuş da birileri bugün başıma gelecek olanları bekliyormuş gibi. Sanki bunları bir tek ben bilmiyormuşum gibi. Kafamın içinden geçenler duyuluyormuş ya da üzerime dikilmiş yüzlerce çift göz, eğlendirilmeyi bekliyormuş gibi. Bir tiyatro sahnesindeyim de haberim yokmuş gibi.


Hişşşşt! Gidin lan burdan! Yok izleyecek bir şey. İlginç bir şey olmayacak bugün. Olacaksa da bana olmayacak. Akşam sarhoş yatmış, sabah baş ağrısı ile uyanmış, komiklik olsun diye çizgili pijama almış fakat kimseyi güldürememiş bir kişiyim ben. Bundan daha da önemlisi varsa eğer, o da huysuz birisi olduğumdur. Karnım aç çünkü, hem de feci...


İşte böyle kendi kendine triplere girmeyi severim ben. Truman Show'dan çok önceydi, evdeki aynaların arkasında kamera olduğunu düşünürdüm hep. Dişlerimi fırçalarken birileri beni izlermiş gibi gelirdi. Gözlerimi aynaya dikip bakardım, "orada olduğunuzu biliyorum"der gibi bakardım. Şimdi yine o oyunu yaptım işte. Sanki ben bir kahramanmışım ve bir perdedeymişim ya da sahnedeymişim gibi. Her kes benim için ağlayacak ya da benimle gülecek gibi. Tek tek kötü adamları haklarken arkamda desteğinizi duyacakmışım gibi...


Oysaki sıradan insanların hayatında ilginç bir şey olmaz. Olsa da bir kaç ayda bir kere ya olur ya olmaz. O anı yakalamak içinde birisini 6 ay boyunca röntgenlemenin bir faydası olmaz diye düşünüyorum. O sebeple, ben orada olmadığınız biliyorum ama, hadi diyorum bir ihtimal orada birileri varsa diye diyorum; Değmez kardeşim değmez. Bu odadan sana ekmek çıkmaz. Sevgilim yok, bir atraksiyon olmaz. Evde kavga edecek kimsem de yok benim, şirin bir kedim ya da enerjik bir köpeğim de. Kapım da çalmayacak birazdan, telefonum da. Öyle şeyler filmlerde olur. Benim odamda olmaz.


İşte şimdi giyinip çıkıyorum. Nereye mi, nereye olacak bakkala gidiyorum. Karnı aç bir kişiyim ben. Bakkala gidip yumurta alacağım ve eve dönünce omlet yapacağım. Bayatlama sınırında peynirlerim var. Onları değerlendirmem gerekiyor. Umarım alacağım yumurta bayatlama sınırında değildir. İkisi bir araya gelirse sonuç kötü olabilir. Hayır bir kere olmuştu da, oradan biliyorum.


Heyyy bakkal amca. Günaydın sana. 3 yumurta, bir ekmek bir de Milliyet alacağım.


Al oğul, al sana yımırta, al sana ekmek. Lakin Milliyet gelmedi daha.


Beheyyy bre bakkal amca söyle bakayım bana, taze midir bu yumurtalar?


Taze oğul taze. 5 dakika olmadı daha geleli. Bak iki tane fazla al, o senin üst kattaki çocuğa da götür.


İşte bu olmadı bakkal amca. Bakma öyle gözlüklerinin üstünden bana. Sen iyi niyetlisin biliyorum. İki tane fazla YIMIRTA satmak için değil, birilerinin işi görülsün diye yapıyorsun böyle biliyorum. Neymiş, benim üst kattaki eşkiya da gelmiş demin. Yumurta istemiş, fakat henüz yumurta gelmediğinden sen onu eli boş göndermişsin. Şimdi bana diyorsun ki, al iki yumurtayı da komşuna götür. Olmaz bakkal amca götüremem. Biliyorsun sen de, ben hiç sevmiyorum o pezemengi. Gelsin bir kere daha, alsın yumurtalarını.


Bu davranışı onaylamıyor bakkal amca. Lakin sünnet düğünümde yastığımızn altına zarfla bırakılan paraları harcadığım günlerden beri beni tanıyan birisi olarak, üstüme gelmiyor hiç. Bu bir bakkal-müşteri ilişkisi değil.


Yumurtalar elimde, ekmeğim koltuk altımda ben giderim evime hey eviiiimee.


Şarkı söylüyorum diye neşeli sanmayın beni. Bir terslik var üstümde, yeminle var. Birileri izliyor gibi beni. Bir sonraki sahneyi bekliyor ve o sahnede başıma bir şeyler gelecek gibi. Herkes bunu biliyor ve bekliyor ve bir ben bilmiyormuşum gibi. Korkuyorum şimdi eve gitmeye. Bir sonraki sahne dediğin işte, ben apartmana girince başlayacak. Yani ben adımımı eşikten atar atmaz. Yani şimdi!


"Amaan" dedim kendime. Ne olacaksa olsun. Bana da bir eğlencele çıkar. Anlatacak bir hikayem olur benim de. Yüzümde bir yara açılır belki. O yaranın dikiş izleri hatıra kalır bana. Ne oldu diye sorar kızlar, "motorsikletten düştüm" derim. Yazarım arkasından bir hikaye. Mesaj açık, "tehlikeli birisiyim ben, dikkat edin" Oysa tehlikeli birisi değilim ben. Keşke olsam. Keşke birileri gerçekten bana baktığında bir ayağını denk alma, bir "bulaşmayayım şuna, tersi bok bunun" triplerine giriyor olsa. Değilim ama, değilim işte.


Yara izimin üzerinde elini gezdirip "çok acıdı mı" diye soran bir kız düştü zihnime. "Hatırlamıyorum" dedim. "Çok sahroştum."


Düş dünyamda fingirdeşirken ve gerçek dünyada merdivenleri çıkarken aniden bir çığlık sesi duydum. Bu çığlık nereden geldi, kulaklarım gerçekten böyle bir ses duydu mu, yoksa yine hayal dünyamda mıyım bir süre idrak edemedim. Sonra bir kere daha duyunca çığlığı kendime geldim. Alt kattaki komşumun evinden geliyordu ses. Kapısı da aralık. Korkudan dizlerim titredi, görmesem de bilirim ki betim benzim attı. Merdivenlerden gerisin geri koşup kaçmak istediysem de yapamadım. Kapıyı tekmeleyip içeri girdim. Bir yandan da avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Bu bağırma hesapta içerideki zalimi korkutmak için. Oysa ben korkudan bağırıyorum.


Sonra ne mi oldu? Hiç bir şey hatırlamıyorum. Kendimi komşumun evinde yerde yatarken buldum. Başımın arkasında şiddetli bir sızı vardı ve yarılan kaşımdan da yüzüme ve yere kan akmıştı. Az evvel uyanmama rağmen yataktan çıkmadığım gibi, pozisyonumu bir süre değiştirmeden bekledim. Ciddi bir rahatsızlık ya da sakatlık geçiriyor olabileceğim için endişelendim. Sonra ortamı dinleyip de içeride kimse olmadığına kanaat getirince ayağa kalkmaya karar verdim.


Benim sağlık durumum baş ağrımı saymazsak gayet iyi görünüyordu. Fakat aynı şeyi yerde bir kan gölünün ortasında yüzükoyun yatan komşum için söyleyemeyeceğim.


Onu gördüğümde sinirlerim boşalmadı. Soğuk kanlılığımı korudum. Hatta yanına bile yaklaştım biraz. Yerde kocaman bir bıçak vardı. Soğuk çelik, ılık kana bürünmüştü.


Bir süre ne yapmam gerektiğini düşünmüştüm. Hastahaneye haber vermeyi lüzumsuz gördüm. Polise gitmekten de kendimi bildim bileli korkarım. Kaç kere sorgulanacağımı, bundan sonra ne kadar vaktimi boş yere harcayacamam gerektiğini hemen fark ettim. Yapabileceğim bir şey olsaydı yapardım yeminle. Komşum ölmüştü ve ben katili görmemiştim. Fakat polis bu kadarcık açıklamadan yetinmeyecek, aynı şeyi bana sürekli ve sürekli soracaktı.


En iyisi benim hiç burada olmamamdı. Yerde bana ait olan küçük kan birikintisini temizledim. Ekmeğim yerde duruyordu fakat yumurtalarım yoktu. Tekrar bakkala gidip yumurta almam gerekiyordu. İşte buna çok sinirlendim. "Allah belanı versin!" diye bağırdım kafama vurup kaçan adama. Güzel sabahımın içine etmişti.


Benim bağırmamla birlikte aralık kapının açıldığını duydum. Ben saklanacak bir yer bulamadan eve birisi girmiş ve benim bulunduğum odaya doğru geliyordu. Az önce muhtemelen benim kafamda patlamış olan sopayı elime alıp kapının arkasına saklandım. İçeri bir kadın girdi ve yerde yatan cesedi görünce sinir krizi geçirip çığlık attı. Arkasını dönüp koşarak kaçacaktı ve eğer arkasını dönmesine izin verseydim beni de görecekti ve ben bu sefer gerçek bir zanlıya dönüşecektim. Hiç tereddüt etmeden elimdeki sopayı kafasının arkasına geçirdim. Patates çuvalı gibi devrildi yere.


Çok sert vurmamıştım, yine de bayıltacak kadar bir etki bıraktığıma memnun oldum. Yanına yaklaştım. Nefes alıyordu. Rahat uyusun diye onu sırt üstü çevirdim. Artık acilen gitmem gerekiyordu. Elinde bir torba vardı. Baktım, torbada ekmek, yumurta ve Milliyet vardı.


Heeeyyy! diye sevindim çocuklar gibi. Bakkala gitmeme gerek kalmamıştı. Ekmeği bıraktım, Milliyet ve yumurtayı aldım. Çok kötü başlayan sabahım biraz heyecandan sonra nihayet normale dönmüştü. Omletimi yapmak için daireden çıkıp merdivenlere doğru yöneldim.


Hayat ne kadar garip olabiliyor bazen.


K.



Continue Reading...

Yedi peçeli insanın kaderi-MEHMET SAĞLAM

Oyunculuk, onları doğanın zor koşullarında yaşamaya hazırlayan bir antrenmandır aslında. Fakat bağımsız yaşamayı öğrenir öğrenmez oynamayı bırakır, birden ciddileşirler bütün memeli hayvan yavruları.

İnsan yavrusu da oyuna düşkündür ama bir farkla; oyunla başladığı hayatı sonuna dek oyunla sürdürür birçoğu. Üstelik artan bir zevkle ve gelişen beceriyle...


Daha konuşmayı öğrenmeden yaratıcı oyunlar öğrenir bebek ve örneğin yalnız kalınca ağlayıp ilgi çekme oyununda kısa sürede ustalaşır. Hele karnı acıkınca camları titreten ses tonuyla oynadığı o rol var ya; Oscar ödüllü sinema sanatçılarına taş çıkartacak cinstendir.


Oynadıkça kazandığını öğrenen çocuk, sonunda, vazgeçilmez bir yöntem olarak benimser oyunculuğu ve böylece hayatı tiyatral bir oyun olarak geçirme eğilimi mantık, zekâ ve duygu örgüsüne nakış nakış işlenir.


Ergenlik çağında duygusal/seksüel senaryolar yazıp oynadıkça tüm yaşamını bir maskeli balo gibi kurguladığının bilincinde değildir aslında. Ama gençlik çağını genellikle yerel tiyatrolarda oynanan yarı profesyonel piyeslerle geçirirken, tiyatral zekâsını daha büyük sahnelere hazırlıyordur çoğu kez.


Ve tabii o çocuk otuzlu yaşlara girmeden önce "makyajsız ve maskesiz" yaşayamayan deneyimli bir “oyuncu insan” olup çıkmıştır artık. Yedi peçelidir. Bir peçeyi açtığında ortaya çıkan gerçek yüz değil, altıncı peçedir.


Yıllar geçtikçe maskelerine, peçelerine ve kabına sığmayan oyunculuğuna öylesine güvenir ki, çapını çok aşan büyük oyunları kurgulamaya başlar ve gözünü kırpmadan sahneye koyar. Yıllarca sahneden inmeksizin, oyun içine oyun sığdırdığı çeşitlemelere de girişir bazen.


Fakat kendini Dante gibi ortasında bulunca ömrün, birden enerjisi düşer, sendeler ve sahneye yığılıp kalır. "Tansiyon düşüklüğü" yüzünden perde bir süreliğine kapanır; ama tiyatro binasını bir türlü terk etmek istemeyen oyuncu insanın tedavisine kuliste devam edilir.


O kriz anında dahi usta sihirbazlara taş çıkaran bir beceriyle daha büyük senaryolar üretir maskeli insan. Sahneye tekrar çıktığında ya sonunun nasıl biteceğini bilmediği bir politik oyunun içindedir ya da hesaplı risklerle dolu apolitik oyunlar; sosyal, müzikal, sportif vs.


Başlar gülenle gülmeye, ağlayanla ağlamaya. Sempati, empati, dertpati artık en sevdiği sözcüklerdir. Şarkılar söyler, operaya yeltenir, oda müziğiyle sakinleşir. Veya Napolyonlaşır; “para para para” diye ritim geliştirdikçe daha büyük sahnelerde rol kapma umuduna bağlanıp gider.


Kısacası oynar da oynar; daldan dala konar, her çiçekten bal alır ve rengârenk peçelerini sürekli yeniler.


Fakat bir gün dank eder kafasına...


Bakar ki, usta senaristlerin yazdığı ve deneyimli koreografların sahne tasarımlarını hazırladığı o küresel oyunda bir figüranmış sadece.


Ve ancak o anda, -büyük bedeller ödemiş olmanın acısını iliklerine kadar hissettiği o dakikada- fark eder hayvanların niçin hayatı ciddiye alıp oyunculuğu zamanında terk ettiğini.


Continue Reading...

Bugünkü ümit med-cezirlerim-TUĞBA

Sandım ki, gördüğüm rüyanın sonu gerçekten başarı olacak, uzun zamandır beklediğim, özlediğim güzel haberler gelecek. Sandım ki, umudun, olumlu düşünmenin faydası sevinç gözyaşları ile yaşanacak. Sandım ki, hedefe ulaşmak için dört elle sarıldığım, gayret ettiğim, ümit etmekten vazgeçmediğim günlerin sonunda yeniden hareketlilik başlayacak.

Hayallere kapılmamaya çalışarak beklerken....Sonunda ümitsizlik ihtimali olsa da ümit "benim" düşüncesi daha fazla yer aldı zihnimde. Hani, Behçet Necatigil'in '' ya ümitsiniz ya da ümit sizsiniz'' dediği gibi.. Ümidi diledim, ümitle bekledim, ümitsizlik oldu sonuç yine...


Binler, yüz binler, milyonların yaşadığı...çalınan kapıların yarısından öteye geçilemediği...karanlık günlerin bitirilemediği.... Ümide adım atılamayan bir hayat. Günler, aylar, yıllara varan bekleyişler. Değişen bir şey yok. Yine ümitsizim...


Yağmur yağıyor karamsarlıkları, üzüntüleri, hayal kırıklıklarını sulara karıştırıp götürmek istercesine...Yağmur yağıyor gözlerden akan yaşlara eşlik edercesine....Yağmur yağıyor ''vazgeçmek yok, yola devam, ümitsiz olma! ''dercesine.


Biliyorum, kışın ardından bahar gelecek yenilikler, yenilenmelerle..Sağnaklarla gidecek hüzünler, can sıkıntıları..İnanıyorum yine umutsuzluğun yerini mutluluk alacak ve yarılanan kapılar sonuna kadar açılacak,


Biliyorum, inanıyorum, hissediyorum...Ümitsizliğim ümit olacak!
Continue Reading...

11 Mayıs 2008 Pazar

Dünyanın umuda ihtiyacı var- EDİTÖR


Bugün Pazar. Koca bir haftayı yaşamış olan yorgun ruhlarınızın, dünyayı bir günlüğüne bile olsa unutup, hayat sanki tüm kötülüklerini toprağa gömmüş de size rahat bir nefes alma olanağı tanımış gibi gülümseyerek uyandığınız bir gün.

Bugün Pazar kahvaltısına oturduğunuzda gazetelerinizi bir yana bırakın. İçinizde vicdan azabı duymadan, bu derin nefesi hak ettiğinizi düşünerek ve dünyayı dışarıda bırakarak çayınızı yudumlayın. Kötülüğe sımsıkı kapayın pencerelerinizi. Sokakta yalnızca çocuk kahkahaları, gülümseyerek dolaşan kadınlar, el ele dolaşan aşıklar olduğunu varsayın. Bugün sadece umutlu şarkılar dinleyin, umutlu kelimeler okuyun. Bir günlüğüne ruhlarınızı o sıkışmışlık hissinden kurtarın. Ve o mavi umudun içinize yayılmasına sizi ele geçirmesine izin verin.İnanın hiç bir şey kaybetmeyeceksiniz. İçiniz umut doldukça dünya da umutla dolacak. Dünyanın hepimize ihtiyacı var. Ve dünyanın içimizdeki umuda ihtiyacı var. İnanın.

Serbest Radikaller umuttan yola çıkarak 3. sayısını sizinle buluşturuyor. Kelimelerini gökyüzünün mavisiyle harmanlayıp, yeni umutlara yelken açıyor.

Keyifli bir Pazar diliyoruz.

Continue Reading...

Biz üç kişiydik - AHMED CEMİL


Sene kaçtı tam hatırlamıyorum mevsimi hiç sormayın ama güneşli parlak bir gündü.
Apartman bahçemizin önüne bir kamyon dayanmış, birer ikişer eşyalar taşınıyordu. Mahalledeki her taşınma ayininde olduğu gibi başta ilgili apartman sakinleri olmak üzere büyük küçüklü her boydaki mahalleli önce bir müddet olayı seyretmeye sonra ucundan kıyısından tutarak eşya taşınmasına yardımcı oluyordu.

Bense eşyalardan çok kendi yaşıtım iki ferdin daha apartman hanesine dahliyle ilgileniyordum o vakitler. Nasıl bir elektrikse artık daha o an da çarptı bizi. Ve yüzük, kan, süt, ayran ne kadar kardeşlik varsa bir hafta içinde tüm prodesürleri tamamlayarak ayrılmaz bir üçlü oluvermiştik.

Evet üç kişiydik biz. Hafız, bir yaş büyük abisi Fiko ve ben.Ve çok iyi anlaşıyorduk üstelik. İnsan bir defa da olsa kavga etmez mi ya? Biz etmedik. Üçümüzün birden aşık olduğu kız yüzünden bile. (Hoş kıza tüm sınıfın erkekleri aşıktı ya. O da ayrı konu.) Beraber ağaçtan düştük, mahalle maçının ardından elbet kavgaya tutuştuk beraber karşı mahallenin veletleriyle. Sokaktaki fenni sünnetçiye beraber teslim olduk. Her ne kadar Fiko biraz uğraştırıp damlara tepelere çıksa da kaçınılmaz son O'nu da buldu. Etek de giydik haliyle!

Sonra ilkokula da beraber gittik. Orta 2 de biz Anadolu yakasına taşınana dek. Ayrılmaz üçlüydük. Yukarıdaki fotograf İstanbul’un yakaları arasında ev değiştirdiğimiz yani taşındığımız gün çekildi. Bir taşınma ile başlayan tanışıklığımız başka bir taşınma macerasıyla kopmadı elbet. Evet mesafe başta biraz sekteye uğrattı arkadaşlığımızı lakin daha da güçlenmesine engel olamadı. Kim komşusunu, arkadaşını 60 km öteye kadar geçiriyor şimdi.

Bir üst çaprazımızda otururlardı. Sadece biz değil ailelerimiz de çok iyi anlaşıyorlardı. Kısa sürede kaynaşıp çok yakın akrabalarımız gibi olmuşlardı. Evde kimseyi bulamasam direk Hafızlardaydım. Tam tersi onlar için geçerliydi. Kulakları çınlasın Müstesna Teyze çok canayakın, bir o kadar da tez canlıydı. Tek sevmediğim yanı ise oğullarını benle karşılaştırmasıydı. İneklik mertebesinde olmasa da çalışkan bir öğrenciydim. Bizimkiler ise biraz daha az çalışkan. "Bakın A. ne güzel çalışıyor derslerine. Notları da güzel. Sizin gibi tembel teneke değil" nutukları başlayınca bizim afacanlardan çok ben yerin dibine girer, ezilir büzülürdüm. Ama bu olumsuzluğa rağmen onlarda vakit geçirmeyi yine de çok severdim.

Misal hali vakti yerinde olan teyze çocuklarının getirdiği kitaplar sayesinde Texas, Tommiks'le ilk kez onlar da yine onlarla birlikte tanıştım. Onlar da ilk futbol maçına rahmetli babam sayesinde gittiler.

Sanırım sekseniki senesiydi. Ama sonucu ve o günü hiç unutmuyorum. (Bjk:6 Antalyaspor: 0) Hafız'la Fiko da unutmuyor. Fiko daha sonra amatör futbola başladı.

Ama Hafız ortamdaki kuru gürültüyü sevmeyerek bir daha futbol maçına gitmedi. Hayır kendini güzel sanatlara da adamadı. Tekvandoya yöneldi. Askerden sonra da pazarlamaya. Özel bir kuruluşta pazarlamacı şimdi. Aynı zamanda evli ve de çocuklu.

Fiko; Güneydoğuda zor bir askerlik yaptı. Sivile intibakı zor oldu. Tam kendine geldiğinde bir darbe de aşkından yedi. Neyse ki onu da atlattı. Bir kaç iş değiştirdikten sonra sağlık sektörünün en aranılan ama en "fırlama" teknisyeni olarak Şişli civarlarında cirit atıyor şimdi. Evli ama ingilizce bilmiyor.

A.; Babasının yoğun isteği ve desteğinin altında zaman zaman ezilse de okudu. Üniversiteyi bitirmeyi başardı. Adam olup olmadığı hala tartışma konusu. Kendisi ile mücadelesi devam ediyor, bunaldığında çocukluğuna, anılarına sığınıyor ve uzunca bir müddet orada kalmayı yeğliyor. O da ayvayı yemiş durumda! İngilizce bilmiyor. İspanyolca hiç bilmiyor. Ama İtalyanca öğrenmeyi çok istiyor.

Müstesna Teyze : Yolda karşılaşanların Fiko yahut Hafız'a ablan mı diye sordukları Müstesna Teyze de zamana yenik düştü, yaşlandı artık. Ama ilk günkü tezcanlılığı çocukları için çırpınışı hala taptaze. O bir anne. Eli öpülesi anne. Tıpkı benim canım annem gibi. Tıpkı tüm anneler gibi.

Evet böyle.

Neerdeen nereye. Hayır, ne münasebet canım! Ağlamıyorum tabi ki. Gözüme bir şey kaçtı sadece.

Ci vediamo.


Continue Reading...

Hanımlar mantolarınızdan kan damlıyor-FULYA

Hanımefendi arabasından iniyor ve o çok havalı, çok parlak, siyah kürküne sarınarak gazetecilere poz veriyor. Fotoğrafın her yanından kanlar damlıyor. O sırtına giydiği, o çok değerli kürkün hikayesini bilmiyor besbelli. O kürk ona sadece çok sevildiğinin bir ifadesi olarak armağan edilmiş... Öyle düşünüyor ya da öyle düşünmenin kolaycılığına sığınıyor. O hikayeyi bilen için o fotoğraf kusma isteği uyandırıyor. O hala güzelliğiyle gurur duyuyor...Öylesi acınası bir ruhu taşıyor o kürkün içinde...O bunu bilmiyor...

Öfke ve kusma isteği var içimde. Savunmasız bir canlının derisini yüzüp onu manto yapan adamın, o mantoyu giyen kadının yüzüne öfkemi kusmak istiyorum. Kendi güzelliğinden başka bir şey düşünmeyen kan kırmızı rujlu kadına bir bir anlatmak istiyorum o çok değerli kürkünün hikayesini. "Bak" demek istiyorum "Bunlar Karagül kuzuları...Görüyor musun? Sevimli mi? Sevimli diyorsun ha...Dinle o zaman bu kuzular doğar doğmaz kesiliyorlar. Neden biliyor musun? Çünkü postlarından elde edilen astraganın kalitesi lülelerinin açılmamış olmasına bağlı...Bitmedi. Dinle, dahası var. Bunlar rakun ve kunduz... Bunlar senin o çok değerli manton için boğularak öldürüyorlar. Hayır hayır kalkma yerinden... Ne o yüreğin dayanmadı mı? Şimdi sana başka fotoğraflar göstereceğim... Bunlar foklar... Daha yavruyken kafalarına demirle vurup öldürüyorlar onları... Neden mi? Neden olabilir sizlerin güzelliği, şıklığı için. Tilkiler, tavşanlar, vaşaklar, su samurları ve çinçilalar...Bunların hepsi sizi süslemek için var..."

Gerçekten kürk giyen bir kadını bulup tüm bunları onun gözüne sokmak, tek tek anlatmak istiyorum. Ona o kürkün hikayesini bilip bilmediğini, neden onu giymekten keyif aldığını, o kürkü giymekle o cinayetlere ortak olduğunun farkında olup olmadığını...Hayat böyle bu kadınlar talep etmediği sürece kürk sanayii var olabilir mi? Kürk satanlar para kazanamazlarsa bu hayvanları öldürmekten vazgeçmezler mi? Yoksa ben su katılmamış bir aptal mıyım da bir gün kürk giyen kadınların kendinden utanacaklarının ve kürk sanayinin yavaş yavaş öleceğinin hayalini kuruyorum...

Ve o birbirinden havalı kürk mantolu parlak hanımlara sormak istiyorum: "Hanımlar mantolarınızdan kan damlıyor...Haberiniz var mı?"

Fotoğraf: http://audreyfortinrioux.deviantart.com/art/Cruel-Fur-17419748

Continue Reading...

Blogger templates

Blogroll

About