29 Haziran 2008 Pazar

Depresyonda misunuz; yoksa neredesunuz?- FARUK SÜRENER

Çok deyerli bi o kada da kiymetlu arkadaşlarum. Bi Toplum Aydinlaticisu olarak gun geçmiyor ki başima ilgunç olaylar celmesin. Bunlardan birinu da dün yaşadum. Hakkaten çok ilgunç ve enterasan idu. Ama yaşadiğum olayin bucünkü konumizla bi ilcisu olmadiğu içun size anlatamayrum. Kusura bakmayun.

Haa şimdu, içinuzden bazi kendinu pilmezlerun “E Tarik, oldu mi şimdu! O zaman niye oyle bi giruş yaptun yaziya daa!” dediğunu duyar cibi olayrum. Onlari bu konida aydinlatayum. “Ula kendinu bilmez! Bi kere yazi, üç bölumden oluşir. Giriş, geluşme ve soniç. Giruş bölumu olmadan yazuya nasil cirebilirsun ki! Misal, senun oturduğin evin giriş bölumu (yani kapi ve antire) olmadan evine girebilir misun? Giremezsun. Eee, o zaman neyi tartişayruz (kendume not: Bu penzetme iyu cittu, daha sonra da kullanayim).

Neyse efendum, bugünkü konimuz depresyon. Size “Çağimizun en onemli hastaliklarinu sayin” desem. Dersiniz ki, “Şimdi mi sayayum?”, ben de derim ki “E herhalde, yazi yazayruz burada, interaktif olsin, hemen soyleyun”. Siz de bunun uzerine “Peki” dersinuz ve sayarsinuz, “AIDS, Sitres, Depresyon ve Feysbuk. Bildum mi?”. Ben de size “Teşekkur ederum” derum, siz de “Rica ederum benim içun zevkti... Bu arada saat kaç oldi?” diye sorarsinuz. Muhabbet boyle uzar cider, ben de bu sefer size kizarum, “Kardeşum ha buraya bi yazi yazmaya çalişayrum, koniyu dağitmayun daa!”

Depresyon dişunda diyerlerinu beş aşaği 3 yukari hepinuz biliysinuz. Ama acaba depresyon nedur, oni bi açiklamak lazimdur. Daha da onemlisu ya depresyonda isenuz ve depresyoni bilmediğinuz içun depresyonda olduğunizun farkinda değulseniz, nasil çikacaksinuz depresyondan! Di mi! Bu onemli! Nasil ki, evinizun çikiş kapisu olmadan evden çikamazsanuz, bu da oyle bişey (kendime not: oh oh bu ev penzetmesu ile iyu yere tezgah açtuk) (kendume tekrar not: yazinun sonunda bu kendume notlaru sileyum de, yanlişlukla pilogda yayimlanmasun).

Evet, depresyon nedur? Misal sabahlaru bi türlu uyanmak istemezsenuz, gece geç saatlere kada anlamsiz anlamsiz şeyler yaparsanuz, surekli “ölem ben, ölem ben” diye inlersenuz depresyonda olabilirsinuz. Tikkat edun!

Size bucün fazla yuklenmeyeceğum ve tek soriluk bi test yapacağum. Çikarun maus kilavyeleru! Lutfen yanitinuzu kendinuz verun, yanitinuzu yazarken yaninizdakilere bakmayun. Zaten internetten bişey yazarken surekli sağinuza soluniza bakiyorsanuz, şuphe uyandirirsinuz, (ula ne haltlar kariştiriyor bu heruf şeklunde).

SORU: Diyelum ki sevdiğinuz adam ya da kadin sizu terkettu. Ne hissedersinuz?

YANIT:
a. Ölesum gelir! Kendimu kötu hissederum. Bi yere girerum ama nereye girdiğimu bilemem! (Dedim ya, depresyona girmuş ama zavallicuk depresyoni bilmediğu içun oyle olayi)

b.Çişum gelir. Genellukle terketme konişmalaru uzun olur ve karşimizdakinun sözunu “tuvaletum geldu” diye kesemeyuz.

c. Tarik Bey! Tarik Bey! Benim hiç sevgilim olmadı. El değmemiş bi insanım ben. Ohhh ne kadar etkileyici testleriniz var. ;) (Ula ara ara testlerde bana hafiften sarkintiluk yapan bi payan var ama tam anlayamayrum oni)

Evet şimdu de testi deyerlendireyrum. Tikkatli dinleyun. Eğer A şikkunu işaretlediysenuz, depresyondasinuz da haberinuz yok. Hahh hahh hah. Çok komik di mi! Bence siz de gülun. İşte boyle, kendinizu ve olaylaru bu kada kafaya takmazsanuz ve yaptiğinuz hatalara gülup geçersenuz depresyona da girmezsinuz.

Gelduk yazinun sonuç bölümune. Bu kisumda yazinun girişunde soylediğimuz bişeyi artik soniçlandirmaliyuz. Evet girişte de dediğum cibi bi toplum aydinlaticisu olarak başima surekli ilgunç olaylar geliyor. Sonuç: Zaten gelmese şaşardum!..

Bi kere daha siz deyerlu toplumumi aydinlattum. Sizce de oyle değil mi! İçinuzden bazilarinun “Evet Tarik, depresyondaymişum da, senun sayende ancak şimdu farkedebildum, çok yaşa sen e mi!” dediğinu duyar gibi olayrum (Duyar gibi olayrum ama sonra “Acaba bana mi oyle geldi” diye de düşunmeden edemeyrum). Neyse...

Hoşçakalun daa!
Tarik (Toplum Aydinlaticisu)

Resim: Arnold Böcklin

Continue Reading...

Çılgın kalabalıktan uzak- FULYA

Hayır hayır beni yanlış anladınız. Thomas Hardy'nin "Çılgın kalabalıktan uzak" adlı kitabından söz etmeyeceğim. Kaldı ki o kitabı henüz okumadım bile. Henüz... High Fidelity adlı filmde eski sevgililer arasında bir diyalog geçer. Kadın eski sevgilisine yeni tanıştığı başka bir adamdan söz ederken "Henüz onunla beraber değilim" der. Kıskançlıktan kıvranan adam önce çılgınlar gibi sevinir ama bir süre sonra henüz kelimesine takılır kalır. Çünkü henüz kelimesi kadının şu an o adamla beraber değilse bile onunla ileride bir zaman beraber olmaya niyetli olduğu anlamına gelmektedir. Evet, Thomas Hardy'nin Çılgın Kalabalıktan Uzak adlı kitabı için "henüz okumadım" diyorum. Niyetim iyi yani. Okuyacağım. Bu arada tek bir kelime ne kadar çok şeyi değiştiriyor. Bak şu "henüz" kelimesinin yaptığına.


Çılgın kalabalıktan uzak diyordum. Evet başlığı çaldım. (Kendimi Hardy'e affettirmek için 1 dakika sonra bu kitabı sipariş edeceğim. Söz) Çünkü anlatmak istediğimi Thomas Hardy'nin kitap isminden başka anlatacak üç kelime (illa 3 kelime olmak zorunda değildi elbet) bulamadım. Tembellik ya da yeteneksizlik adı her ne ise o dertten muzdarip olabilirim. Duyduğuma göre bu kitap kırda yaşayan çiftçilerin hayatını anlatıyormuş. Doğa üzerine kurulu yani. Şu aralar benim gibi "Ah keşke çiftçi olsaydım. Gündüz inekler (ineklerden korkarım ama bir süre sonra dost olabilirdik sanırım) tavuklar, koyunlar ve atlarla, bahçedeki çiçekler, sebzeler, ağaçlarla ilgilenseydim, akşamları da şömine (bak bak hayale bak sen) başında kitabımı okusam müzik dinleseydim." diyen biri için bulunmaz bir nimet bu kitap. Hemen okumalı. (İlk başta kitaptan söz etmeyeceğim demiştim değil mi? E ne yapalım insanlar değişir. Yılları bırak bir kaç dakika içinde bile değişebilirler. Hatta bir yazının tam ortasında bile fikir değiştirebilirler ki ben böyle yazıları okumayı severim. Ruhun ve aklın zıplamaları. Bundan doğalı var mıdır? (Vallahi kendi yazdıklarımdan söz etmiyorum.) Ama ne yazık ki hepimiz güçlü, akıllı ve acaip derecede normal görünebilmek için aklımızın içine yerleştirilmiş bir çiple yaşıyoruz ki yeni sloganım şu: "Toplumun aklımıza yerleştirdiği tüm çiplere ölüüüüüüüüüüüüm".) Tamam sadede geliyorum.

Bazen, kendimi kocaman bir çılgınlar topluluğunun ortasında hissediyorum. (Bazen mi? Külliyen yalan. Genel olarak demek daha doğru. Son 10 yıldır desek çok daha doğru.) Sanırım bir zaman kafamın tam ortasına görünmez bir sopa indi. (İşte çipim o sırada zarar görmüş olmalı.) Ve o sopa bana şu cümleyi söyletti: "Ne işim var benim burada?" Tek bir yer için değil. Pek çok yer için söyledim bu cümleyi. Evde, sokakta, işyerimde, tuhaf, garip dilini bilmediğim insanların yanında (en çok da onlar arasında galiba) söyleyip durdum. Ben bir dahi değilim. Deli de değilim. (Deli olsam, deli olup olmadığım üzerine düşünmezdim herhalde değil mi? Peki ya dahi olsam. Dahi olup olmadığım üzerine düşünür müydüm?)

Bir bilim kurgu filmi gibi. (belki de hayat bir bilim kurgu filmidir.) Bir zavallı yuvasından koparılıp bilmediği bir dünyaya götürülür. Tanrım herkes aynı üniformayı giymekte ve genel olarak aynı yöne doğru gitmektedir. Öyle ki yüzlerindeki ifade bile aynıdır. Bu bir kabus olmalıdır. Bizim zavallı yuvasından koparılmış adam ya da kadıncağız pijamalarıyla tüm bu üniformalı topluluk içinde şaşkın şaşkın durmaktadır. Kendini yabancı, ait olmayan hissetmekte evini, kitaplarını, yatağını özlemektedir. Ama dünya fersah fersah uzaklıktadır. Ve bizim pijamalı oraya nasıl gideceğini bilmemektedir. O pijamalı, şu an işyerinde masanın başında oturan ben oluyorum. (İşte çılgın kalabalık böyle birşey. Üniformalılar arasında pijamalı olma durumu diyebiliriz.)

Hayır hayır beni yine yanlış anlıyorsunuz. Kendimi birşey sandığım falan yok. Keşke sansaydım, ama bu ayrı bir konu. Şöyle bir adam tanımıştım. Adam balık gibiydi. Hayır yüzü balığa benzemiyordu. Yüzgeç ve solungaçları da yoktu. Ve yine hayır balık adam kıyafeti de giymemişti. Ama balığa benziyordu işte. Sanki hayatın içinde öylece yüzüyordu. Doğal bir su gibiydi hayat. Bir okyanus içinde yüzüyor gibi yaşıyordu. İşte hep öyle biri olmak istedim. Ama sanırım benim ruhum bir balıktan esinlenerek imal edilmemiş. Daha çok yabani olan ve tek başına dolaşan bir kuşa benzediğimi söyleyebiliriz. Hangi kuşun yüzünde umursamaz ya da şaşkın bir ifade var acaba? Kendimi ona ruh kardeşi hissedeceğim de. Bir çizgi filmde kızılderililer kendi ruhlarını seçtikleri bir hayvandan alıyorlardı. Kimbilir belki ben de o kuşun hayatını inceleyerek ne yapmam gerektiğini bulabilirim. İyi bir yöntem mi bilinmez ama denemekten zarar gelmez.

Tüm bu kelimelerin, cümlelerin, paragrafların ve parantez içlerinin anlamı ne? Gerçekten bilmiyorum. Belki biraz eğlenmek istemişimdir. (Bize ne bundan mı dediniz? Eh haklı olabilirsiniz.) Belki de anlatmak istediğim birşey vardır ama ben o anlatmak istediğimin ne olduğunu bilmiyorumdur da yaza yaza bulmaya çalışıyorumdur. (Aptalca mı? Kim bilir belki. Belki de değil) Ya da benim bile bilmediğim birşey ama sizin bildiğiniz birşeydir. Ya da hiç birimiz bilmiyoruzdur. Şunu söyleyebilirsiniz: "Amaaan ne anlamsız sözler bunlar?" Sadece gülümserim. Alay ederek değil ama. Dedim ya sadece gülümserim. Sadece, sadecedir öyle değil mi? İçine başka bir anlam karışmaz ve sözü bulandırmaz.

Anlatmak istediklerimi anlatabildim mi? Henüz değil. Ama niyetim iyi. Dedim ya henüz değil. Sadece anlattım. İçine başka birşeyler katmadan ve sözü bulandırmadan. (Sahi söz bulanmadı mı?)

Bitti.

Resim: Gina Leslie


Continue Reading...

Dantel keyfi-HOŞSADA


Ben gelenek-göreneklerine bağlı bir insanımdır. Annemin yetiştirdiği gibi( anneannem de annemi, onun annesi de anneannemi öyle yetiştirmiş) büyüklerime saygılı, eski değerlerimizi korumaya özen gösteren, el işi gibi el emeği göz nuru uğraşları devam ettirmeye çalışırım. Ben böyle yetiştirildim. Çizgimden, özümden asla kopamam :)))


Bu aralar bu hevesim ve bağlılığım en üst seviyeye ulaştı. En büyük uğraşım dantel, oya, örgü gibi insana zevk verip, stres attıran işler yapmak. Ailemin beni hayranlıkla izlemesi de bana büyük bir gurur ve istek veriyor :)))) Size yaptıklarımdan birkaç örnek vermek istiyorum.

— Kuzenlerim Alper ve Tarık öğretmen. Onlara öğretmeler gününde yetiştiremediğim hediyeyi şimdilerde yaptım. İki tane dantel kravat işleyip, hediye ettim. Susup kaldılar. Sanırım sevinçten ne diyeceklerini bilemediler :))))

— Fulya’nın hatırı sayılır miktarda kitabı vardır. Yazarları ülkelerine göre ayırıp, kitap kapağı ördüm. Fransız yazarlara yeşil, Amerikalı yazarlara mavi, Rus yazarlara daha ciddi bir renk olması için siyah, Türk yazarlara tabiî ki kırmızı renkte örgü kaplar yaptım. Onu odasında bıraktığımda çığlık çığlığa bağırıyordu. Ay canım çok mutlu oldu. Sevinçten çığlık atıyor :)))) Ama sonrasında biraz yüzsüzlük yaptı. Neymiş “kitabı kaplarından dolayı okuyamıyormuş. Üzerine isimlerini yazacakmışım”… Yüz verince astarını istemek diye ben buna derim :)))

— Bizim Fulya işyerini değiştirdi. Daha doğrusu bina değişti. Artık yaka kartları ile giriyorlar. Bende boş durmadım tabii… Yaka kartı için muhteşem bir dantel ördüm. Ama nankör bizimki, takmıyor. Neymiş efendim; “Turnikeler dantel olunca okumuyormuş”… Bu gençlerimiz günden güne geleneklerinden kopuyorlar. Çok üzülüyorum :)))

— İş yerini değiştirdi dedim ya; bir hediye yapmalıyım dedim. Hemen sabaha kadar uyumadan 6 adet örtü işledim. Bilgisayarının, masasının, dolabının, klavyesinin, telefonunun ve sandalyesinin üzerine serdim. Birde ahşap boyama tekniği ile tüm masasını boyadım. Görünce çok mutlu oldu. Çünkü ben “güle güle kullan” derken; gözlerini ayırmış sesi çıkmadan o muhteşem görüntüye bakıyordu :)))) Şimdi tüm valilikten “benim masamı da böyle güzel hale getir” diyen çok arkadaşım var ama bu kuzenime özel bir durumdu. Birde hoş görünsün diye iğne oyasından çiçekler yapıp, etaminden bir tablo yapmayı planlıyorum. Ayrı bir hava katsın diye :))))

— Patronum lüks bir araba aldı. Yalakalık bu değil mi? Hemen dantelden yastık ve karpuz dilimi işledim :)))) Bayıldı vallahi. Maaşıma zam yapmayı düşünüyor :))))

— Metrekaresinde 5278 sık iğne olan halı yaptım dantelden. Bembeyaz, kar gibi :))) Çeyizime koydum. İleride evime gelen misafirler uçarak geçmek zorunda kalacaklar üzerinden :))) Ehhh geçmemeleri durumunda başlarına ne geleceği konusunda garanti vermiyorum :)))

— Geçenlerde el işlerine bağlılığımı bilen ve hayran olan bir belediyemiz; yaptığım haritaların kâğıt çizimlerini değil de; dantel üzerinde gösterilmesini istedi. Biraz yorucu oldu ama haritayı tamamladım. Muhteşem görünüyordu :)))) Eserimle gurur duyuyorum :))

— Ailem elektrik işleri ile uğraşır. Babam ve ağabeylerim. Onlara takımlarını koymaları için dantel ve kanaviçeden kılıflar yaptım. Üzerine pullarla isimlerini işledim. Çok şık görünüyorlar :))))

— Rüyamda mükemmel bir çiçek modeli gördüm. Uyandığımda saat 02:43 gösteriyordu. Üşenmedim… Kalktım gördüğüm o modelden çaydanlık örtüsü yaptım :)))) Çay bardaklarının altına koymak içinde küçük parçalar ilave ettim. Süper bir takım oldu :))))

— Ailenin kızlarına sık iğneden yapılan bir modelle yaka ördüm. Kazakların üzerinde muhteşem görünüyor :)))) Her ne kadar kızlar takmak istemse de ben zorluyorum. Biliyorum ki; hayranlıklarından dolayı kullanmak istemiyorlar :))

— Bizim Fulya duvarına resim, fotoğraf, afiş yapıştırmayı çok sever. Dedim şuna bir sürpriz yapayım. Yine dantelden en sevdiği yazar olan Paul Auster’ın afiş büyüklüğünde tablosunu yaptım. Astım duvarına. Görünce ağlamaya başladı. Çok sevindi yaa… İyi ki yapmışım :))))

— İşyerimde evimdeki gibi rahat olmayı severim. Bu yüzden masamın üzerine büyük bir örtü yaptım. Takımı tamamlamak için 6 parça küçük örtü, sık iğne yöntemi ile işlenmiş kalemlik ve iğne oyasından bir perde yaptım. Evimdeki gibi rahatım şimdi.

— Geçenlerde programlardan birinde gördüm. Renkli dantel iplerinden sabunluk yapmışlar. Bende denedim. Gerçekten güzel oluyor. Yaptım 5-10 tane… Sevdiklerime hediye ederim artık :))))

— Bahar geldi çattı. Botlardan kurtulmanın vakti geldi. Ne yapabilirim diye düşündüm. Pembe, beyaz, mavi elbiselerimizin altına çok şık dantel ayakkabılar yaptım. Çok kibar görünüyor. El emeği gibisi yok vallahi. Her kıyafetime göre ayrı model ve renkte yaptım :))) Hem daha ekonomik :)))

Aslına bakarsanız dantele hiç merakım yoktur. Bu sadece her şeye dantelden örtü, kılıf yapanlarla uğraştığım bir yazı oldu. Ben yazarken pek bir keyif aldım. Okurken keyif almanız dileğiyle… Okuyana bir adet dantel sabunluk hediye edeceğim :))) Ahahahahah

Fotoğraf : http://2.bp.blogspot.com/_U9j8A12eT5g/R92oRq3EDOI/AAAAAAAAFS0/Ywh8sLzuFeU/s1600-h/833447406040303868.jpg

Continue Reading...

Macera dolu bir gün- KEREM OĞUZ

Ellerim cebimde tek başıma okulda dolaştığım bir günü hatırlıyorum. "Kerem" diye bir ses duydum, döndüm baktım, annemdi. Okul aile birliği toplantısı için gelmişti. "Oğlum sen neden yalnız geziyorsun" demişti. Bu sorunun cevabını hiç düşünmemiştim. Yalnız olduğumu farkında değildim. Demek istediğim bu benim için bir sorun teşgil etmiyor olaktı. Bu soru şu sorlarla eş tutlabilird benim için;


senin neden kulakların var?
işemek için neden pipini kullanıyorsun?
neden senin kanatların yok?
denize atlayınca neden ıslanırız?

işte bu sorularla eş bir şeydi annemin dediği. ne diyebilirdim ki, bir günlük bir şey değildi. hep böyleydi. hala da böyle. iş yerinde de türlü bahanelerle yemeğe tek başıma çıkıyorum. çünkü kolay strese giriyorum ve etrafımdakileri de sıkıyorum gibi geliyor bana. mesela dört kiş yemeğe çıktık. en yavaş ben yiyorsam panik oluyorum. herkes beni bekliyor gibi geliyor. hızlı hızlı yutuyorum, sonra boğazımda kalıyor. devamında fabrikadaki açık kafeye gidelim çay içelim diyorlar. o allahın belası sigara dumanı da her zaman benim üstüme geliyor. dumanı geçtim küllerde gelince tepem atıyor. bir kaç hafta daha tek başıma çıkmaya devam ediyorum.

benimle aynı saatte yemekhanede sadece bir tip oluyor. o da beş vakit namaz kıldığından yemek vaktini namaza göre ayarlıyor. yani yine de benim kadar yalnız sayılmaz. netice olarak başkasıyla bir randevusu olduğun için yemeğe tek geliyor. ya ben? ya ben ne olacağım, hep böyle acıların çocuğu olarak mı kalacağım?

bu sefer bir değişiklik yapayım dedim. yine arkadaşara karıştım bugün. kafede siparişleri verdik. ikisi bir şey içmezmiş, birisi sütlü neskafe dedi. ben ise az şekerli istedim.

kahvem hemen geldi ama arkadaşımınki gelmedi. onun kahvesi bayağı bir geç kaldı hatta. "sarı kızı arkaya bağladılar, sütü sağıyorlar" diye espiri yaptı kahve içmeyenlerden birisi. komikmiş gibi güldüm. sonra ben daha da komiğini demek istedim. "kahve çekirdeklerini ekmişler berezilya'da. suluyorlarmış" diyecektim. ama çekindim. hiç komik değildi aslında ama ben çok söylemek istedim. lafı değiştirdiler. ben hala aynı espiriyi yapmak istiyordum. almanya maçı ne olur falan diye konuşuyorlardı. tam o sırada kendimi tutamayıp ;

"ABİ SENİN KAHVE ÇEKİRDEKLERİNİ DAHA YENİ EKMİŞLER BEREZİLYA'DA HAHA HA HA HAA"

diye bağırasım geldi. insanın kusası gelmesi gibi bir durum. kusmuğu da tutamazsın. elinle ağzını kapasanda fşşş diye taşarı, sızar bir yerlerden. etraftakiler ağzından uranyum salgılıyormuşsun gibi panik olup kaçışır. bence bu kadar telaş yersizdir. pis ciğerden çıkan sigara dumanından kimse kaçmaz. oysa kusacak olsam kustuğum 15 dakika önce hepsinin yediği yemeğin aynısı. bir mideye girip çıkması onu nasıl bu kadar tiksinçleştirebilir?

işte bunu düşünürken birisi kusmak üzere olduğumu anlayıp "kerem sen bir şey mi diyecektin" dedi.

berezilya...
kahve çekirdekleri...
geç kalan kahve...

Bu kötü espiriyi yapsaydım bir daha kimse benle konuşmak istemeyebilirdi. Belki de kurtuluşum olurdu bu, beni hiç bir yere çağırmazlardı ben de mescitten çıkmış nur yüzlü arkadaşımla takılırdım. hem namaza da başlardım ne güzel. demin bir hesap yaptım en son camiiye gideli 21 sene olmuş. Mahalledeki arkadaşlarla teraviye gitmiştik o zaman. O zamanlar ramazan yaza denk geliyordu. Ben önceki abinin ayaklarını gıdıkladığım için adam dönüp yanımda oturan İlker'e tokadı çakmıştı. İlker yapıyor sanmıştı. Bizi camiden kovdular. İlker gıdıklayanın kendisi değil ben olduğumu söylemeye çalışırken ben mekaplarımı elime alıp çıplak ayaklarla eve doğru koşmaya başlamıştım bile. eve gidince babama "çocukların işediği günahların kaç yaşına kadar yazılmadığını" sormuştum.

"nerden bileyim lan ben" demişti babam.

"bir şey mi diyecektin kerem" diyen çocuk ilgisini kaybetmek üzereyken uzaktan elinde kahveyle yaklaşan garsonu gördüm. "aaa bak kahve de geldi, inekte süt varmış bari" dedim. Bunu dedim evet, en azından bu kadarını demek zorunda kaldım.

Kahve çekirdeklerini de bloguma yazayım, oradakiler beni olduğum gibi kabul ediyorlar gülmeseler de dışlamazlar diye düşündüm.

Allahım ne maceralı bir gün oldu bugün de... Ve daha sadece yarısı bitti...

K.

Resim: http://aufgaben1.deviantart.com/art/coffee-17366918

Continue Reading...

Kesişmeler- MEHMET SAĞLAM

Bir bedene bürünmüş benliğimiz yaşamdaki hedeflerine doğru yol alırken, gördüğümüz her kilometre taşı bize iki şey düşündürür: Ne kadar mesafe aldığımızı ve geriye kalan yolun uzunluğunu... Birinci düşünce bizi sevindirir, ikincisi sabırsız kılar. Sabırsızlandıkça daha hızlı gideriz. Çünkü ilk duraktan sonra uğranacak daha çok yer vardır. Oysa her hızlı gidiş potansiyel tehlikeler taşır, ama buna pek aldırmayız. Zira risk almak gidişe heyecan katar ve bunu da cesaretimizin bir ödülü olarak algılarız. Fakat riskler alındıkça kazaların yakınlaşması kaçınılmazdır. Ve kaza anında ilk düşündüğümüz şey bahtımıza sitem etmektir: “Kime ne kötülük yaptım ki bunlar başıma geldi?” diye yakınırız çoğu kez. Oysa kaza “geliyorum” diye kaç kez haykırmıştır da, duymamış veya duymazlıktan gelmişizdir.


Aslında yaşamdaki her deneyim bir kazadır. Yaşananlar olumlu olduğu sürece bunu mutlulukla karşılar ve şanslılık veya başarı olarak etiketlendiririz; olumsuz olunca da kaza, kaos, kriz, talihsizlik diye dışlamaya uğraşırız. Hâlbuki yaşam bunların tümüdür. Nerede, hangi tesadüflerin kesişeceğini asla bilemeyiz. Çoğu kez bu kesişmeler hep olumlu gidince, hiçbir olumsuz kesişmenin olmayacağına inandırırız kendimizi. Ve işte hayal kırıklıkları da o zamanlarda gösterir kendini tüm şiddetiyle.


Bence yaşam bir sanattır ve hiçbir sanat kolunun gerektirmediği kadar geniş hayal gücü, hazırlık ve uğraş ister. Bedeli ağırdır mutlu yaşamanın. Bir çocuğun uçurtmasından aldığı hazzı her zaman yaşayamazsınız. Bedeller ödenmeden kana kana içemezsiniz yağmurlu bulutların getirdiği tatlı suları. Ve yarattığınız yaşam tablosuyla yetinirseniz, ilerleyemez yaşam sanatınız. Yeni kesişmelere yol açamaz ve aynı havuzda yüzmek zorunda kalırsınız çağıl çağıl akan coşkulu ırmaklar varken. Veya ciyak ezgili bir çıkrık gibi aynı kuyunun giderek ağırlaşan suları ile doyumsarsınız susuzluğunuzu. En kötüsü de bunları yaşamın kendisi zannetmeye başlarsınız. Oysa yaşam sanatkârlık ister ve ancak kesişmelere izin verdiğiniz sürece sanatınız yücelir, eserleriniz çoğalır, hazzınız artar.


Yaşam, yaşanmış ve yaşanacak monoton kesitler ve düzlemler değildir. Akıcı, devingen, evrimcil ve değişkendir; bazen bir kasırga kadar güçlü duygu fırtınasının depremiyle sarsılır, bazen düz bir ovada mışıl mışıl uyuyan bir gölet olur, bazen çıkılması gereken bir zirveye veya kolayca inilen bir yokuşa dönüşür.


Yaşam tüm bunları doyasıya yaşama sanatıdır. Ve uçurtmanızı bir deli rüzgâr havadayken yırtarsa, gözyaşı dökmeden yenisini yapmaya koyulma ve buna hazırlıklı olmaktır.

Yaşam sanatına kavuşmanız için muhtaç olduğunuz kudret yaşamdaki kesişmelerde mevcuttur. Ve yaşam sanatınız, ancak kesişmelere izin verdiğiniz oranda yücelir.

Yaşam, kesişme halkalarından oluşan upuzun bir zincirdir.

RESİM: Gaetano Previati

Continue Reading...

Sağlaklar dünyasında solak olmak- NİHAL YETKİN

Biz solaklar daha bebekken "Eller gider Mersin'e biz gideriz tersine" misali sol elimizi bol bol ve becerikli bir şekilde kullanmaya başlar ve etrafı şaşırtırız önce. Ne de olsa sağlaklar dünyasıdır burası, dikkat çekeriz hemen. Kimimizin ailesi diğer ele geçmemiz yönünde psikolojik baskı yapar, "bak bu cici elin, onu kullan" diye. Bilmezler ki bu beynin işleyişinin bir yansıması ve dayatmalar zararlı olabilecek. Kimimizin ailesi ise benimki gibi sevgiyle kucaklar bu durumu, "biliyor musunuz bizim çocuk solak, zeki olurmuş solaklar"ya da "sadece ne farkeder ki ha o el ha bu el" diyerek…

Yazarın dediği gibi "bir kitap okudum ve hayatım değişti" diyemeyeceğim bugüne kadar, ama birkaç sene önceydi, bir dükkana girdim ve solaklığıma ve geçmişe bakışım değişti, aydınlandı. "Sol Elim" diye bir mağazaydı bu. Müze gezer gibi merakla her bir parçayı inceledim ve hayretler içinde kaldım. Her şey sağlaklar için düşünülmüş önce... bizim akla gelmemiz çok yakın bir geçmişe gidebilir ancak…

Makasın önünde durdum ve düşündüm, ne zorlanırdım geçmişte diye, kesme yönü bana ters geldiğindenmiş meğer. Sonra dolmakalemi inceledim, demek dolmakalem kullanmayı da bu yüzden sevmiyormuşum dedim içimden. Benim yazış yönüm ters kalıyormuş meğer. Ya cezve, uzun süre kahve yapmayı hiç sevmedim, cezvenin tutuşu bana tümüyle tersmiş de ondan. Bir yandan bizler için üretilmiş bu ev eşyalarına bakıyor, bir yandan da geçmişe gülümsüyordum. Satıcı çocuk alışkındı bu tepkilere. "Pardon, bir saniyenizi alabilir miyim, şu duvar saatini bir okur musunuz?" dedi. Tereddütsüz bir şekilde "3'e çeyrek var" dedim."Bir daha bakın bu saatte bir şey var, farkettiniz mi?"dedi. Bir değil defalarca baktım ama nafile. Sordum sabırsızca, "eee,söyleyin nedir burada farklı olan?Solaklıkla ne ilgisi olabilir ayrıca?" Çocuk güldü, zafer kazanmış bir edayla: "akreple yelkovan yer değiştirmiş burada, bu saati sadece solaklar rahatça okuyabiliyor, sağlaklar bakar bakmaz bu değişikliği bize iletiyorlar."dedi.Bir yaşıma daha girdim ben de! Derken solak müşteriler olarak birbirimizle sohbet etmeye ve anılarımızı anlatmaya koyulduk. "Siz de benim gibi geceyarısı odamdan çıkmam gerektiğinde kapının kulp tarafına değil de diğer boş tarafa elinizi atıyor musunuz?Bilinçaltımız sol tarafta kulp olması gerektiğini iletiyor bize, ne ilginç değil mi, gündüzleri ve yıllarca tekrar edilen bir davranış bilinç yarı yarıya uykudayken yerini bilinçaltına bırakıveriyor!" "Ben insanlarla tokalaşırken hemen sol elimi uzatıyorum, sonra yanak yanağa öperken birbirimizi, yine herkesin tersine önce soldan başladığım için bol bol çarpışma yaşanıyor!" "Sporda avantajlıyız ya, tam da bu yüzden, hele de teniste, boksta solaklar sağ gösterip sol vuruyorlar ya bayılıyorum izlemeye bu maçları" "Dil öğrenimine ve matematiğe de yatkın oluyoruz genelde" "Öğrenci olmak zor ama…Sınavlarda sol kolçak bulmak bir dert, en fazla üç tane oluyor,dershanelerde, ee biz de dil bölümündeyiz,üç kişiden fazla oluyoruz her dönem, döne döne yazmaktan oramız buramız tutuluyor, solak tasarımcılar yöneticiler uyuyor mu?" gülüyoruz sonra. Garip bir sevinçle oradan uzaklaşıyoruz, bu kadar solağı bir daha nerde bulup bunlardan bahsedip gülüşürüz ki...

Solaklık bence ne çok ayrıcalıklı ne de hayatı zindan eden bir durum. Diğer solakları bilmem ama bana solaklık tektip düşünüşe aykırı olma hali gibi gelir. "Evet, böyle de yazabilirim, böyle de topu atabilirim, böyle de düşünebilirim vs." diyorsunuz insanlığa bir şekilde. Leonardo da Vinci'nin sırf değişik bakış açıları geliştirmek için sol eliyle bir şeyleri düzenli olarak çizmeye zaman ayırdığını da bu noktada hatırlatayım. Ama sonuçta solak doğulur, olunmaz, belki de solaklık aykırılıklar içinde aykırı görünmek için olunamayan yegane haldir, ne dersiniz?

Resim: http://www.paulneaguhyphen.com/pictures/art_hand.jpg

Continue Reading...

Veda- ÖZLEM AKAYDIN

Her şey yerli yerindeyken ve hayat yolunda gidiyormuş gibi gözükürken, hatta kendimize göre kurulu şahane bir düzenimiz varken, günün birinde taşlar yerinden oynayıverirse; örneğin, yaşadığımız ülke, dünya ülkeleriyle girdiği, neden girdiğini bile bilmediği savaşı kaybederse, yaşadığımız şehir, düşman kuvvetleri tarafından işgal edilirse ve her şeye rağmen, ülkeyi yönetenlerin, bir bildiğinin olduğunu düşünmeye devam edersek, bizi neler bekler hiç düşündük mü?

Ters giden bir şeyler varken, hayat yolundaymış gibi nereye kadar yaşanabilir?

Acaba, günün birinde, istemeyerek de olsa, yaşadığımız toprakları terk etmek zorunda kalır mıyız?

Bu durumda katlanacağımız sonuçlar nelerdir?

Gitmek mi daha zordur yoksa kalmak mı?

****

Yıllar önce, 1. Dünya Savaşı bitmiş, İstanbul işgal edilmişken, Beyazıt’ta eski bir konakta yaşayanlar tam da bu düşünceler içinde hayatlarına devam etmektedirler.

Ülkede yaşananların yolunda gitmediğini fark etse de, padişaha gönülden bağlı, son Osmanlı Meclisi’nin Maliye Nazırı Ahmet Reşat Paşa ve ailesinin yaşadığı konaktaki insanlar, -özellikle kadınlar-, içinde bulundukları durumun vehametinden habersiz, yaşanmakta olanları görmezden gelmektedirler…


Oysa hayatın konakta yaşayanların her birine ayrı ayrı sunacağı sürprizleri olacaktır.

Roman, üç önemli kadın kahraman ve bunlardan ikisinin gölge gibi hayatlarının peşinde olan yaşlı bir kadın kahraman üzerine kurgulanmış.
Azra Ziya, Behice, Mehpare ve Behice ve Mehpare’nin bir şekilde hayatlarına müdahale eden/edebilen Saraylı Hanım.

Yazar romanı kurgularken, çağdaş, vatanı uğruna her şeyi göze alarak aşkı geri plana itebilen kadın kimliğini Azra Ziya’ya, eşine çocuklarına bağlı, tek amacı, eşine iki kız evlattan sonra erkek çocuk vermek olan, yüzünü batıya dönmeye çalışırken geleneklerinden kopamayan, batılılaşma isteği ise özentiden ve taklitten öteye gidemeyen Maliye Nazırı eşi kimliğini Behice’ye, Osmanlı geleneklerinden kopamayan, padişahtan ve saraydan ayrı düşünmeyi asla kabul etmeyen kadın kimliğini ise Saraylı Hanım’a yüklemiş. Bu kadınlar içinde cesareti ile ön plana çıkan, vatanı ve sevdiği adama olan aşkı için her şeyi göze alabilecek cesur kadın kimliğini ise Mehpare üstlenmiş.

Veda, okurların dikkatini iki tür insan tipiyle çekmeyi başarıyor:

Bir yanda Milli Mücadele için canlarını tehlikeye atmaktan korkmayan ve Anadolu’ya yer altından bile silah kaçırmaya çalışan yürekli insanlar, öte yanda İstanbul Hükümeti’nin hâla bir şeyler yapabileceğine inanan, - esir şehir-de yaşamlarını devam ettirmeye çalışan ancak işgal kuvvetlerinin havai fişek atışlarıyla yeni yıl kutlamalarını bile bomba sesleri sanarak bulundukları yerlere sığınmaya çalışan ürkek insanlar.

Veda, diğer adıyla – Esir Şehirde bir Konak- aslında bir üçlemenin ilk kitabı olarak tasarlanmış.

İşgal yıllarının İstanbul’u ile başlayan Veda’yı, ikinci kitap izleyecek.

İkinci kitap esir şehirdeki konağın sahibi Ahmet Reşat’ın ülkesine dönmesiyle başlayıp 1940’lı yıllara kadar devam edecek. Son kitap ise günümüze kadar ilerleyecek.

Benim kitap hakkındaki yorumum mu?

O dönemlerde yaşamış olsaydım, İstanbul'un işgaline dayanamaz, yerimde duramaz, her şeyi göze alarak çoktan Anadolu yollarına düşmüş olurdum.

Continue Reading...

Sizin de sakarlık gününüz var mı?- TUĞBA

-Sen iyi misin?

-Evet, iyiyim.

-Gerçekten iyi misin, aklımdan geçtin de sormak istedim'' derken bir iki saat sonra olacakları görmüştü ısrarla nasıl olduğumu soran arkadaşım.

Gelelim iyi ruh halinden sakarlığa geçişe...Evet evet yanlış yazmıyorum sakarlık hali...Nasıl dilbilgisinde ismin ''i'', ''e'', ''de'', ''den'' ''yalın'' halleri varsa, hayatımızın da sakarlık hali var süreklilik ya da ara sıra varlığını gösteren, etkisini sürdüren.


İki yaşındaki yiğenimine her türlü oyunu oynayıp, kanal kanal reklamları arayarak yedirmeye çalıştığım bir kase çorbanın yarısını geçmişken saniyelik hata ile önce üzerime, ardından oturduğum kanepe ve halıya dökülmesiyle başlangıcı yaptığım sakarlık günümün faturası şimdiden kabarık. Kendime kızıp söylendiğim için dışardan gelecek olumsuzlukları bir ölçüde engellemiş olmak anı kurtaracak rahatlık olsa da ardından yenilenen durumlarda hiçbir katkısı olmuyor bunu da özellikle belirtmek isterim.


Bu çocuğa yemek yedirmek kolay değil elbet, halimi görmüyor musun? Annesinden daha sabırlıyım. Üstelik, reklamlar olmazsa kaşığı görür görmez başını çevirmeye başlıyor...Gerçi, onun için de iyi bir bahane oldu bu durum..Sandalyeden kurtulmak için kıpırdanıp duruyordu beş dakikadır. Neyse, fazla değil, iki kaşık dökülmüş...Silerim hemen, leke olmaz.

Havanın kapalı olması da ister istemez karamsar bir ruh hali yaratıyor. Herşeyin nedeni bu sanki ?
-Hadi hadi bahaneyi havada arama. Sen değil miydin, yağmur yağsın. Yazın yaşadığımız kuraklıktan sonra bu kış daha çok yağmur görmek istiyorum, işlerimi yapmak için dışarı çıkamasam bile şikayetçi olmayacağım, yeter ki yağsın ''diyen?
Evet, bendim. Yağmur yağmasını hala çok istiyorum ama bu kapalı havanın ruhuma yansımasının olumsuzluğundan şikayetçiyim. Yoksa yağmuru istemez miyim ? Neyse, ben biraz atıştırayım mutfağa gidip.
Pilav ısındı....Sebze yemeği de tamam....Bir şey eksik ama ne? Aaaaa yoğurt alacaktım dolaptan....Tamam işte burada...Üç kaşık yeter gündüz vakti uykumu getirir yoksa fazlası...

Şu yoğurdu dolaba tekrar koyunca herşey tamam.....

Olamazzz... Nasıl düştü bu böyle....Nasıl da kayıverdi elimden ? Tüh her taraf kirlendi....Bugün bir şeyler var bende ama çözemiyorum kaynağını? Gitti güzelim yoğurdun tamamı. Üst üste de bu kadar olmaz ki.? Sakarlık günü var mı kutlaması yapılan ya da sakarlığın nedenlerinin tartışıldığı konferanslar düzenlenen ?Yoksa bugün benim sakar günüm mü ?
Gitti güzelim yoğurt....
Arkadan annemin geldiğini görünce ona fırsat vermeden söylenmeye başlamak iyi bir taktik gibi görünüyor o an için.
Bu kadar da olmaz ki canım..Bugün bende ne var böyle..Tuttuğum herşey dökülüyor..Anlamadım gitti. Tam da yeni temizlik yapılmışken. Ahhh ah gitti güzelim yoğurt.

''Yoğurdun hepsi mi döküldü. E aşkolsun be kızım nasıl becerdin bu kadarını, aşık mısın nesin ?''

Aslında zor olmadı ama....Senininki de laf mı şimdi? Bir anda oldu işte anne...Sanki kasten yapmış gibi. Ayrıca, kasıt olsa bile yoğurdu harcar mıydım hiç ?
Siz buraya gelmeyin lütfen. Ben temizleyeceğim etrafı.
''Silmekle geçmez o lekeler..Yıkanması gerek halının. Bırak da çık dışarı''.
Yok yok...Ben yine de denemeden bırakmam.. Hata benim, temizlemek te bana düşer. Olmazsa yıkanır.. Bak sen ufaklığa....Emre sende mi gülüyorsun teyzene ?. Demek çok hoşuna gitti. Hadi durma burada üzerin kirlenecek doğru salona...Marş marş...
Hadi dedim ama....
Yoğurt koydum dolaba ellere vay.
''Ohhh keyfe bak...türküyü de bulmuş...''
Ne yapayım ağlamakla düzelmiyor ki durumlar....Zaten gitti güzelim yoğurt.
''Hala gitti güzelim yoğurt diyorsun..Biraz dikkat etseydin olmazdı bunlar...''
Tamam kabul ediyorum hatamı....Beceriksizliğimi.....Başka ne kaldı.....
''Başka ne olsun bu kadar işten sonra be kızım. Bu kadarı yeter fazlasıyla.''

Hep bu kapalı hava yüzünden...Sakar değilim yoksa ben. Dikkatliyimdir de genellikle ama....Bugün ne olduysa...
Bütün bunlar olmasa ne güzel yazı yazacaktım uzun zamandır aklımda olan konuları tek tek ele alaraktan.
Sürpriz sakarlık ne moral bıraktı ne de şevk....Gitti işte yarım günüm. Neyse ki daha büyük olumsuzluklara, moral bozukluğuna neden olacak durumlar yok...

O saatten itibaren mutfağa girmemeye özen gösterdim. Akşam olduğunda ne salata yapmak, ne de masa hazırlamaya girişimim oldu.. Neme lazım bir aksilikle daha karşılaşmaktansa uzak durmak iyidir.

Ve tarih 20 Kasım Salı...sabah saat 09:00 civarı....Kahvaltı yapmak üzere mutfağa girerken annem;
''Biraz bekler misin? Şu halıyı yerleştireyim de rahatlıkla dök dökeceklerini.. Bu arada dolapta 2 kilo süt ve taze yapılmış yoğurt var...Hangisinden başlamak istersin? '' diyor gülümseyerek....

Bimem ki...Yoğurt hakkımı dün kullandığıma göre sütten başlayayım bugün de...
''Geveze sende.''

Karşılıklı gülüşmelerle geçen günaydın faslı... Artık bir süre dalga geçip dururlar eminim...

Düşünüyorum da hakikaten, sakarlar günü var mı, varsa ne zaman kutlanıyor? Yoksa kapalı havalar mı neden oluyor bu aksiliklere ? Peki sizin sakarlığınızın yoğun olduğu günler var mı ?

Yine kapalı ama yağmurlu bir gün...Öyle güzel yağıyor ki dışarı çıkıp yürümek istiyorum saatlerce...Kimbilir bu sayede Fulya'ya uğrar kahve molası veririm. Ohhh mis gibi kokusunu hissettim şimdiden. Az şekerli Türk kahvesinin.......
Yağmur yağıyor ağır ağır çalan bir melodi ritminde..Bu saate kadar herhangi bir sakarlık olmadığına göre geçmiş olsun diyebilirim dünde kalan sakarlık günüme.....

resim kaynağı:http://files.myopera.com/cornebarrieu/blog/deviantARTists.jpg
Continue Reading...

Hep özlenen Muhsin Bey -ÜÇ NOKTA

Ne zaman ekranda görsem otururum başına, ortasıymış sonuymuş demem iştahla izlerim. Öyle bir filmdir Muhsin Bey. 1987 yılında seyirciyle buluşan bu güzelim film bir fidandır. O fidan sonraki yıllarda Yavuz TURGUL-Şener ŞEN birlikteliğinin devamını getirdi ve beyaz perdede en güzel meyvelerini verdi.

Turgul, senaryosunu yazdığı bir çok filminde oyuncu olarak kendine yer edinen Şener Şen ile yönetmen koltuğunda da aynı şiirsel uyumu yakalayıp bunu Sinemasal zerafete dönüştürmeyi bildi.

"Bitirim ikili " beyaz perdede çeyrek asıra dayanan Gölge Oyunu, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni, gişede fırtınalar estiren Eşkıya, Gönül Yarası, ve son olarak vizyona giren Kabadayı ile önemli başarılar kazandı. Çok gözyaşı döktürdü, yanaklarda ıslaklığı dururken kahkahaya karıştırdı.

Bu filmografide herkesin beğeni sıralaması farklı, karar vermek de zor elbette ama benim nazarımda Muhsin Bey bambaşka. Sanki bu film sayesinde inceden bir su yolu açılmış da sonrakilerle coşkun sel halini almış gibi gelir bana.

Nasıl olmasın ki, her izlediğimde, şarkıları, çiçekleriyle mutlu ve iddiasız bir yaşam süren Muhsin Bey"in ellisinden sonra hayata karşı verdiği meydan muharebesinin öyküsüne dalarım.

İyimser bir hevesle başlayan girişimin zamanla "bu kaseti yapacağız" sözüne dönüşmesine, o sözün, altında kalmamak pahasına uğruna sermayeyi kediye yüklemesine, varolma mücadelesine, kimseye minnet edip kapısına dayanmamışken Ali Nazik gibi düşmekten korkan toy bir Anadolu delikanlısını "adam" etme uğraşıyla peşinden savruluşuna, ol sebepten dost bildiklerinin hiç de umduğu gibi çıkmadığını görünce ince bir sitemle " ne çok dostum varmış" deyip düştüğü derin hayal kırıklıklarına, sistemin pespayeliklerine direnmesinin hazin dramına akıp giderim yine.

Bir dönem filmidir aynı zamanda. Herşey değişmekte , köklerinden sökülmektedir. Moral değerler, incelikler saksıda çürüyen çiçekler gibidir. İzlerken güvenin, dostluğun, paraya tahvil edildiğini plakçılar çarşısında baba dostlarından yediği silleler, yüzüne kapanan kapılarla görürsünüz.

Bir hüzün havası, yıkılan eski evlerle birlikte çöker üstünüze. Pencere önünde sularken konuştuğu çiçeklerine:

"Güneş tamam, yerleri aynı, ama kurumuşlar.

Bunlara suni gübre veriyorsun, kuduruyor namussuzlar.

Sonra anlamıyorum bir anda soluyor" derken sahte sevgilerin varlığından dem vurur.


Muhsin Bey , kalitesizliğin, günübirlik beğenilerin, piyasaya göre iş yapanların nemalandığı bir dünyayla kendi hayatının ipini çekmek pahasına mücadele eder. Ne ki hayat hoyrat, o beş parasız ve gururludur. Sıkışır kalır. Nasıl çıkacak bu girdaptan diye sürükler izleyiciyi peşinden.

Aşkı da, onuru da yenilir yabancısı olduğu piyasada. Kendine verilen değeri sınarken, kimin ne olduğunu daha iyi anladığı bu zorlu yolculukta hep düşer. Yine de içten içe bir umut büyütür, filizini hep taze tutar. O sebepten birden fazla final yaşanır filmde. Kimi, hapiste plağı dinlediğinde "nihayet başardı" der.

Kimi, uğruna yaşamını hallaç pamuğu gibi dağıttığı adamı alemin emrine amade, pavyonda başına güller dökülürken ki halini gördüğünde bitirir filmi.

Her izlediğimde akla nakşedilen repliklerde gönül gezdiririm ben. Çarçabuk köşe dönücülük varken, kendi bildiklerinden taviz vermeden yaşama kafa tutması az bir adamlık değildir. Her daim keşke dedirtir, keşke daha çok olsa bu adamlardan.

İzledim yine bugün Muhsin Bey'i.

Koydu döner plağını, inceden bir sanat müziği sesiyle bir yudum aldı rakısından. Sonra seyirtip penceresine, itiraf edemediği aşkına çiçeklerin diliyle serenat yaptı.

Continue Reading...

Armağan- YEŞİM ÖZDEMİR

Önce, gözlerini kapat! Avuçların yukarı bakacak şekilde iki elini birleştirerek öne doğru uzat... Şimdi, seninle bir oyun oynayacağız; hazır mısın? Güzel… Sadece söylediklerime odaklanmanı istiyorum. Düşün! Şimdiye kadar yaşadıkların geçsin aklından. Yüreğinin bir kuş gibi kanat çırptığı mutlu anları anımsamaya çalış… Böyle anların çok az değil mi? Ya kendini dipsiz bir kuyuya düşmüşçesine çaresiz hissettiklerin? Ya da beklemediğin bir anda ansızın midene yediğin bir yumruk gibi, gafil avlandığın anların? Peki, çıkışını bir türlü bulamadığın sonsuz bir labirentte kayboldun mu hiç? İsyan ettiklerin olmadı mı? Kafan karışmadı mı? Bana cevabını verme; bırak sende kalsın. Sen, sadece düşün!

Avuçlarının içinde ne görmek istiyorsun, ona karar ver. İyice düşüncelerine yoğunlaş ve gözlerini aç! Ne görüyorsun? Hiç bir şey mi? İnan bana, daha iyisini yapabilirsin… Sadece benden ne istediğini düşün ve bir daha dene! Ya şimdi? Yavaş yavaş belirginleşmeye başlıyor işte! Bir deniz kenarındasın… Sakin ve dingin bir sahil, aynı senin gibi. Bütün yüz hatların gevşemiş, gülümsüyorsun. Elinde bir bardak dumanı tüten demli çay; gazete okuyorsun. Açıktaki balıkçı teknelerini izliyorsun bir yandan da. Önce ve sonranın olmadığı bir an! Zaman ve mekandan bağımsız gibi… Biliyorum, buna çok ihtiyacın var. Mutlu olup olmadığını sormama gerek yok; bu, o kadar belli ki!

Tekrar gözlerini kapat ve düşüncelerini serbest bırak... Şimdi ne görüyorsun avuçlarında? Bir müzik sesi duyuyorum uzaklardan. Gecenin lacivert koynunda, yumuşak bir ses, bir şarkı mırıldanıyor usulca... Dinliyorsun; senin için olduğunu bilmenin keyfiyle dinliyorsun! Gözlerin ışıl ışıl… Kulaklarından yüreğine akıyor melodiler adeta. Daha önce hiç ürpererek bir melodi dinlemiş miydin? Ya gözlerin dolmuş muydu birdenbire? Gene çok mutlusun; farkındayım… Yoo! Hayır! Asla veremeyeceğim bir şey istemedin henüz… Rahat ol!

Hadi , şimdi bir daha dene… O kadar hızlı koş ki, korkuların nefes nefese peşinden yetişemesin sana!

Kendini mi anlatıyorsun? Çekincesizce? Haklısın, elbette zordur insanın kendisini anlatması, ama imkansız değil. Başkasının yanında çırılçıplak kalabilmek ve “sen” olabilmek… Düşüncelerin dur durak bilmiyor, daldan dala atlıyorsun belki de. “Biliyor musun , bu gün ne oldu?” ile başlayan cümleler kurmak keyifli, değil mi? Dost zamanlar yaşamak? Başını yastığına yasladığında, rahatça uykunun kucağına bırakmak kendini? Beş duyunla var olduğunu iliklerine kadar hissetmek? Harikasın sen!

Sağlığını kaybettiğin zamanları hatırla! Şimdiye kadar seni üzen her şey, o anda ne kadar da anlamsız geliyor değil mi? Daha önce kafana taktıklarının ne kadar boş olduğunu görmek, seni dehşete düşürmüyor mu? Bırak kendini, ya bir sevdiğin hastaysa ya da yitirilmişse, ağzının tadı mı kalıyor insanın? Üstesinden gelinemeyecek ne var ki bundan başka? Avuçlarından, neşeyle gülen yüzünün yansıması, bana bunları düşündürdü bir anda… Haklısın, herkesin ağzının tadında olmasını istemek en önemlisi belki de… Ağız dolusu kahkahalar atabilmek! İstediklerine ve özlemlerine şöyle bir bakıyorum da… Bence, sen artık hazırsın!

İşte şimdi, sıra bende! Gözlerin kapalı öylece bekle… Sana bir armağanım var; hatta avuçlarına bıraktım bile… Sen… Yıllardır bu anı bekliyordun biliyorum. Hep, ters giden her şeye lanet okumuştun ya; hatırlarsın! Biliyorum, bana çok kızgınsın. Ben de biraz fazlaca üzerine gittim, haklısın. Sen zamanı tutamazken ve ben geçerken tam da senin içinden… Ve önemli olan o “an” ların hakkını vermekken… İşte şimdi silkinme zamanıdır… Omzundaki yüklerden ve olması gerekenlerden belki de. Ne görüyorsun parmaklarının arasında? Dikkatli bak… Evet! Beyaz bir gül… Yıllardır özenle senin için büyütüyordum onu. Bu gül, artık senin... Sadece senin…

Ben, herkes için ayrı bir gül yetiştiririm. Zamanı geldiğinde de asıl sahiplerine veriririm usulca. Kimisi bir gülden, gül bahçesi yaratır kendisine; kimisi ise çürütür gider hoyratça ve umursamazca. Kurumuş gülleri yerlerden toplarken içim sızlar her seferinde… Sen, istersen, ömrünün sonuna kadar gülün hep taze kalacak; eğer istemezsen fırlat, at gitsin! Tercih sadece senin... Bu kararı vermeden önce iyi düşün ama! Önce derin bir nefes alarak, şu kokuyu bir güzel içine bir kez daha çek… Sen istediğin sürece, o hep senin olacak; bunu unutma! Sakın korkma ve bana bu kez güven!

Ne duruyorsun hala? Haydi kur şu bahçeyi artık!

Resim: Albert Braut

Continue Reading...

22 Haziran 2008 Pazar

Obes misunuz; üzülmeyun- FARUK SÜRENER

Canimdan çok sevdiğum pilogir kardeşlerum. Yazilarimla topluma hizmet etmeya devam edeyrum daa. Yaz celdu, pilajlar açildu, bikinu mevsimu (Bu kelimeler zayiflama ile ilgilu herhangi bir yazida sitandart olarak bulunmalidur diye ben de koydim). Ozellikle "obez" diye tabir ettiğimuz insanlar bu yaziyu iyi okuyun. Tüm sikuntularinizdan beş dakika sonra kurtulabilirsinuz da!

Oncelikle obez misinuz, deyil misinuz, nesinuz, oni anlamak lazimdur. Bunun için sizlere kendi ellerimle aşağidaki obezlik testinu hazirladum.

OBEZLİK TESTİ
Bu test içun eşinizun karşisina bikinilu olarak çikun (erkek olanlar bikininun üstunu ciymezler, hatirlatayum dedim). Eşinizun karşisunda oyle bikinilu olarak durun ve sorun, "Canim ben bu aralar piraz kilo mi almişum?" (tabi benim dilum tam dönmuyo, o yuzden kendu şivenuzle sorun ki, eşinuz tumur olmasin). Şimdu durun! Kipirdamayin! Burada eşinizun vereceği cevap çok onemlidur. Ha oni iyu dinleyin ve ona core aşağidaki şiklardan birinu işaretleyun.

a. Eğer eşinuz, "Yok canim, nereden çikardin oni, gayet supersun" diyorsa, piroblem yok, obez deyilsinuz.

b. Eğer eşinuz, "Bilmem, belki piraz kilo almiş olabilirsum ama pek anlaşilmiyor" gibi ve sayire geveliyorsa o zaman bilun ki kesin kilo aldinuz, ama o gada kötü deyil. Hala obez deyilsinuz.

c. Eğer eşinuz kafasinu başka tarafa çevirup, "Boşver şimdu kiloyi miloyi, bu akşam Melih'lere cidelim mi?" diyorsa sizden umidi çoktan kesmiştur. Çiplak oldiğunuzda size pakmaya bile dayanamiyordur. Yani tip dilunde "Obez" şeklunde tabir edulen kilo pirobleminuz vardur (Durun daa! Hemen üzulmeyun, yazinun sonina gada bekleyun).

d. Eğer eşinuz sorduğinuz soruyu anlamayip "Evet bu bikinu sana yakişayi, niye sordin oni?" diyorsa, sizi duymamiş olabilur, tekrar sorin "Canim ben oni mu sordum sağa? K.çunla mi dinleysun benu canimin içu? Kilo mi almişum diye sorayrum sağa!". Eğer bu sorinuza da garşiluk eşinuz hala "Yok bu bikinu cuzel diyorum" falan diyorsa, sağir duymaz uydurur misali vardur bu pozisyonda, eşinizu bir kulak doktoruna cöturun. Doktor muayenehanelerinde mutlaka bir tarti vardur. Orada tartilup anlayabilirsinuz kilo alip almadiğinizu. Bir kuşla 2 taş yani..

e. Hiçbiru (Eşiniz yoksa bu şikku işaretleyun)

Neyse, yukaridaki testi yaptinuz ve doğru şikku (c şikku) işlaretleyerek obez olduğunuzi anladinuz. Hemen "Uyyy ben obez mişum... vay ben obez mişum... off aman aman aman..." diye üzülup dovunmeyun daa. Obezlik oyle kanser, verem veya Drakula cibi korkunç bişey deyildur. Ben de oni daha once belali bir hastalik saniridum. Deyulmuş daa! Dün oğrendim oni. Obezler sıkı durun, iyi dinleyun beni, yahu siz sadece şişkosunuz daa, üzulmenize cerek yok. Obez demek şişman demekmuş, oyle kanser cibi bişey deyul! Aynen yazimun başliğinda da dediğum cibi "Obez misinuz, üzulmeyun"

İşul işul aydinlatan bir yazinun daha sonina celdum sevgili pilogirlar. Demek ki neymuş? Hiçbir şeyu der etmeye değmezmuş. Hoşçakalun daa!

Fotoğraf: http://www.52lives.com/wp-content/uploads/2008/02/lose_fat_not_weight.jpg

Continue Reading...

Çok sular aksın zamanı silercesine- FULYA

Çok sular aksın bu köprünün altından çok. Yağmurlar yağsın üzerine ve sonra kar... Mevsimler gelip geçsin, gün parlasın, yaprak düşsün yaşlı bedenine. Ve öyle dursun şu koca hayat içinde, minicik. Öyle dursun hüzünle ve kendisiyle. Unutsun o küçük çocuğu. Bağrına, tam orta yerine taşı atıp kahkahlarla gülen o küçük çocuğu unutsun. Nasıl bir anda şaşkına döndüğünü, taşın ağırlığından ziyade atan ince koldan incindiğini unutsun. Çok sular aksın bu köprünün altından çok...


Bir parıldayan gün gelir şimdi aklına. Ve nehrin kıyısına gelmiş bir çocuk. Saçları gün ışığında parıl parıl. Öyle bakıp durur koca köprüye, kayıtsız. Bakar durur köprünün tam orta yerine çizilmiş, çizgileri kaybolmaya yüz tutmuş bir kalp ortasındaki okunaksız iki harfe. Köprü sever çocuğu. Tıpkı baharda ayakları dibindeki papatyaları sever gibi, koca çınar ağacının üzerine yağan yaprakları gibi, köpüren sular gibi, gece üzerinde parlayan ay gibi, yıldızlar gibi sever de sever. Çocuk yaklaşır köprüye bakar da bakar. Kimbilir belki köprünün kendisine belki de tam ortasında solmaya yüz tutmuş kalbe... Nedendir bilinmez bir anda kıyıdaki bir taşı alır atar tam kalbe. Nedendir bilinmez? "Bu zalimlik bu yüze çok fazladır" der köprü şaşkın. "Bu zalimlik bu masumiyete çok fazla..."

Ve bunun içindir ki çok sular aksın ister altından köprü. Zamanı ters yüz eder gibi, geçmişten yapraklar koparır gibi, bir yüzü ebediyen siler gibi akıp gitsin ister sular. İster ki o çocuk hiç gelmiş olmasın o kıyıya. Hiç gün ışığında parlamamış olsun saçları. İster ki o taşı almasın yerden ve atmasın onu cansız zannederek. İster ki o çocuk tümüyle silinip gitsin de inansın hala masumiyete ve yalansız bir hayata. Ve hala inanmak ister taş görünenin altında yatan kalbi gören gözün varlığına. İnanmak ister o masum yüzlerin altına gizlenmiş bir canavar olmadığına. Ve yine inanmak ister taşı atan o elin, şimdi içinde duyduğu sızıya. Oysa bilir ki o el başka köprülerin kalplerine atacaktır ceplerinde biriktirdiği taşları. Böyledir hamuru parçalar kendine dönmüş kalpleri. Böyledir. Ve sırf bu sebeple ister ki çok sular aksın altından çok...

Ve sırf nefret etmemek için ister silinmesini o bir tek günün. O çocuğun o kıyıya geldiği günün dünyanın bu koca kitabından silinmesi için yakarır her gece yıldızlara bakarak. Ve ister ki inansın yeniden masumiyetine hayatın. Nefret olmadan zulmü unutarak köpük köpük aksın hayat ayakları altından çok çok...

Resim: John William Waterhouse

Continue Reading...

Un kurabiyesi kıvamında-HOŞSADA

Diyor ki; "Hiç un kurabiyesi yaptın mı?"

Şaşkın şaşkın bakıyorum yüzüne. Durup dururken ve akşamın bu saatinde bu sorunun gerekliliğini düşünmeye başladım... "Neden?" dedim gülümseyerek... “Canın un kurabiyesi mi istedi?”

— Hayır. Canım un kurabiyesi istemedi… Sadece bu dünyadaki her şeyin birbiri ile bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Ve aklıma ilk olarak un kurabiyesi geldi.

— Nasıl bir bağlantı kurmayı düşünüyorsun peki?

— Un kurabiyesinin kıvamını tutturmak çok zordur biliyorsun. Yağı, unu, şeker oranını çok iyi ayarlamalısın ki, kurabiyeler hem çok güzel görünmeli, hem de ağzına aldığında o mükemmel tada ulaşmalısın… Dağılmalı ağızda ve tüm lezzeti yaşamalısın… Aklıma geliyor ama bir türlü bağlantıyı kuramıyorum…

—Yardım ister misin peki?

— Evet, lütfen…

— Bak şimdi un kurabiyesi mükemmel lezzeti ve kıvamı ile özen isteyen bir tat… Aynen insan kişiliğinin oluşması gibi… Uygun sıcaklıkta bekletilmiş yağı ister kurabiye, uygun bir çevre ister kişilik… İyi bir buğdaydan yapılmış bir un gerekir un kurabiyemiz için, iyi bir mayalanma süreci ister kişilik… Görüyorsun basit bir kurabiye insanın kişilik gelişimini gözler önüne nasıl seriyor… Kıvamdan bahsediyorsun mesela… İşte insan kişiliği ruhu içinde en önemli şey kıvamdır… Ne çok sert, ne çok yumuşak olmalı kurabiyenin de, insanında hamuru… Her şey kararında ve yeterli miktarda olmalı…

— Şöyle diyebiliriz o zaman. Kurabiyeler için yeterli miktarlar belirlendi ve iyi bir kıvam elde edildi… Mükemmel bir görüntü ile tabaktaki yerini aldı… Eline aldığın zaman dağılmayacak, uygun ortamı yani bulana kadar kendini koruyabilecek ve en sonunda mide yolunu tuttuğunda dağılıp o güzel lezzeti bırakacak… İnsan ruhu-kişiliği ise ne kadar olumsuz ortam olursa olsun kendini koruyacak, kıvamının verdiği güvenle şeklini koruyacak ve uygun bir ortamda yani sevgi-güven-huzur olan bir ortamda kendini bırakacak… Bir nevi ruhunu havalandırma işlemine girişecek…

— Ya da kıvamı tutturulamamış kurabiyeler vardır… Görüntüsü mükemmel ama yediğinde ağzının tadını bozan… Un gibi dağılmayıp, taşı çiğner gibi bir his uyandıran… Midene girdiğinde külçe gibi oturan… İşte kötü ruh dedikleri de kıvamı tutmamış kurabiyeler gibi… Albenisi olan ama tanımaya başlayınca aklını, ruhunu, duygularını, hayatını kemirmeye başlayan… Hayatına karabasan gibi müdahil olan…

— İşte kurabiye gibi kişiliklerimiz… Kıvamı tutturmak önemli olan… Sevgiden, aşktan, saygıdan, merhametten, duygusallıktan iyi bir hamur elde edip, güzelce muhafaza etmek işin sırrı… Hayat bu uygun şartları bir anda tersine çevirebilir… Bu yüzden kıvamı çok önemli ruhumuzun-kişiliğimizin… Aynen un kurabiyesi gibi…

Fotoğraf: http://www.tatlimutfak.com

Continue Reading...

Kelebek- KEREM OĞUZ

Haftaiçi rutin bir iş gününde her sabah yaptığım gibi uykum kaçmasın diye yüzümü yıkamadan, patlamış gözlerimi bile tam olarak açmadan zombi adımlarla siteden çıktığımda saat altıyı yirmibeş geçiyordu. Bu saatler ne tam olarak uyanabildiğim ne de uyuduğum saatler olarak bilincimin tam manasıyla "arada" kaldığı tuhaf, ayakta rüya görmeye ve türlü sürprizlere açık saatlerdir benim için. O sebeple gece kıyafeti ile alçak kaldırımın kenarında oturmuş, uzun bacaklarını nasıl topladığına şaşırdığım, kısa saçlı, sarı röfleli genç kadının varlığından tam olarak emin olamadım. Emin olmak için zihnimi gerçekten açmam gerekiyordu ve bunu yapmak istemiyordum çünkü bu seferde servisteki yarım saatlik ekstra uykumdan olacaktım.


Kadının hayal olduğunu varsayıp, kendime de icat çıkarmak istemeyip yanından kayıp geçtim. Kadının kafasının yanından geçen beni takip ettiğini hisettim, ama hiç bir şey uykumdan daha değerli değildi o sırada.

Ve servisi beklemeye başladım. Güneş ufuktan kurtulmuş, eğik ışıklarını gözüme gözüme sokup uyanmam için baskı yapıyordu. Sabah serinliği de sırtımı ürpertti. Bu bekleyiş bir kaç dakikayı bulduğu için uykum elimde olmayan bir şekilde yavaş yavaş açılmaya başladı. Uyanık ruh hali, gündüzgezen işe yaramaz benliğimi yavaş yavaş ele geçiriyordu. Uykum avucumdan kaçan bir kelebek gibi göğe yükseldi. Artık kuş olsam tutamazdım onu. Uyanmıştım.

Uyandığım zaman ilk aklıma gelen arkamda oturan kadın oldu. Onun gerçekten orada olup olmadığını görmek için dönüp baktım. Orada olmasaydı şaşrımayacaktım.

Oradaydı, işte buna çok şaşırdım.

Biraz evvelki ayaklarımı yere sürüyen, uykusunu tutmaya çalışan yürüyüşümden sıyrılıp sıradan bir sabah mamuru halimle yanına gittim. Bir bacağını kırmış, diğerini uzatmış dertli bir tribe girmişti, erkek gibi sigara içiyordu.

"Günaydın" dedim.

Kaldırımda oturan kadın bir fahişeydi. Bunu sabah ilk defa yanından geçerken de hissetmiştim. Sadece onun gerçek olup olmadığına karar verememiştim. Kıyafeti çok açık değildi, alnında öyle yazmıyordu. Tam olarak bile görmemiştim onu. Ama işte evet, bu bir şekilde çok belliydi.

"Günaydın" dedi.

"İyi misiniz?"

İyi değildi. Suratının yarısını kaplayan iri güneş gözlüklerinin arkasındaki taze, kabuk tutmamış yaraları ve çizikleri görebiliyordum. Tüm yaralara, yorgunluğa ve ucuz röflesine rağmen gerçekten de güzeldi. Gece verdiği hizmetin karşılığını alamamış, bir de üstüne dayak yemiş ve de soyulmuş olarak buralarda bir yere atılmıştı. Bu onun için ilk olmayabilirdi, ama ben öyle birisine ilk defa rastlamıştım. Nasıl yardım edeceğimi bilemedim.

"Eve gitmek için paraya ihtiyacım var" dedi. Elimi cebime attım. Üç lira yetmiş kuruş çıktı. Dizlerimin üstüne çömeldim. Kafasını kaldırıp bana ve arkamdan gelen parlak güneşe bakmaktan kurtulmuştu. "Kusura bakma," dedim. "Böyle sadaka verir gibi olacak ama... Üstümdeki tüm para bu. En az iki vasıta yapabilirsin"

" Kalsın, sağol" dedi. Bir vasıtaya binmek için iki kilometre kadar yürümesi gerekirdi. Ve otoyol kenarında yürümek istemiyordu. Yürüyemeyecek kadar bitkindi, henüz darp edildiği içinde fazlasıyla ürkekti.

O sırada korna sesi duydum, servisim gelmişti. Dönüp omuzumun üstünden baktım. Sonra yine önüme dönüp ona baktım. Bu sabahki ikinci kelebeğinde avucumdan kaçıp gitmesine izin vermek istemedim. Bugün değişik bir gün olsun istedim. Haber vermeden işe gitmeyeyim dedim, hayatımda ilk defa. Hayatımda ilk defa bütün bir günü hiç tanımadığım, güvenmem için hiç bir sebep olmayan birisini tanımaya çalışmakla geçireyim istedim. Eve bir kedi yavrusu alamazdım ama yaralarını temizleyip karnını doyurabilir ve okşayabilirdi onu. En azından bir günlüğüne.

Pervasız kalemim kalem olmakla kalmasın, elime saplansın, damarlarımdan yürüsün, önce kalbime sonra da beynime gitsin, ikisini de sırasıyla kuşatıp ele geçirsin ve tüm günümü pervasızca harcayayım istedim. En azından sadece bu günümü.

Servis ikinci kez kornaya bastı. Geri dönüp elimi kaldırıp "ben gelmeyeceğim" işareti çaktım.

Sonra kaldırıma konmuş kelebeğe döndüm;

"Kahvaltı edelim mi" dedim...

K.

Resim: Lord Frederic Leighton

Continue Reading...

Susamış ruhlar- MEHMET SAĞLAM

Her şeyi, her yeri ve herkesi didik didik tarıyoruz; ama o şeyi, o neyse o, onu bulamıyoruz...

Herkeste dillendirilmeyen bir susamışlık, farkına varılmamış gizli bir bıkkınlık ve yüzlerden apaçık okunan bir gönül yorgunluğu var.

Ruhumuz mu acıktı, bilincimiz mi susadı, bedenimiz mi bıktı, bilemiyorum; fakat süregiden bu yeni dünya düzeninden -bir avuç insan dışında- memnun olan kimse yok galiba.

Ne yapsak tatmin olamıyoruz. Öyle ki:
- Lüks arabalara, batmayan yatlara, konforlu katlara,
- Alışveriş merkezlerindeki sonsuz seçeneklere,
- İnternet’e, cep telefonuna, uydu antenine,
- Teknolojinin sunduğu binlerce mucizevî ürüne,
- Özel hayatlara, özel okullara, özel banka kasalarına,
- 10 dakikada katarakt, 4 saatte kalp ameliyatına,
- 7 saatte Amerika’ya, 17 saatte Çin’e,
- Para olunca dünyayı satın alabilme gücüne,
- Bireyselliği, özgür ifadeyi ve cinsel tatmini bütün çağlardakinden daha fazla elde etmiş olmamıza rağmen tatminkâr değiliz.

Neden?... Sahip olduğumuz bütün bu olanaklara, sabahtan akşama boş kalmayan midelerimize rağmen, neden hâlâ bir şeylere aç ve susuz; böylesine sıkkın, bıkkın ve mutsuzuz?!

Gerçekten neden bir aralıksız arayıştayız:

Kâh âşık olmayı deniyor; kâh derin dostluklar kurmayı...

Kimi zaman delice eğlenmeyi, bazen bir koltukta sızıp kalmayı...

Maske takıp rollere bürünmeyi, kalabalıklara nutuklar atmayı...

Mabetlere kapanmayı, daha fazla ibadet etmeyi...

Fallardan, muskalardan, yatırlardan medet ummayı...

İş kurup meşgul olmayı, şans oyunlarından zengin olmayı...

Filmlerdeki senaryolarda, romanlardaki hayatlarda ipuçları bulmayı...

Her şeyi, her yeri ve herkesi didik didik tarıyoruz; ama o şeyi, o neyse o, onu bulamıyoruz... Ruhumuzu doyuracak, susuzluğumuzu giderecek o şeyi..

.

Belki de yanlış yollarda yürüyor, yanlış yöne bakıyor, yanlış yöntemler deniyoruz!

Yoksa biz insanlar hep böyle miydik, böyle mi kalacağız? Aç ruhluluk insanlığın kaderi mi, ne?!

Ne bileyim, arayış bitince hayat biteceği için, belki de bu üç kuruşluk huzur arayışı zaten insan olmanın bir gereğidir.

Sözün özü; ruhsal açlığımın kökenine ben bir türlü inemedim dostlarım! 22 ülke, 200 şehir, binlerce kasaba; hiçbiri doyurmadı beni; kesmedi açlığımı ne doğal yaşam, ne modernizm, ne post-modernizm.

Neden, neden, neden!? Bir bilebilsem sizlere de duyuracağım; ama.

Resim: George Hillyard Swinstead


Continue Reading...

Zarf ile mazruf- NİHAL YETKİN

Zarfa bakma, mazrufa bak" diye bir sözlük girişi buldum geçenlerde. "İşin özü orda.Bakma ambalaja, aç paketi, gör ve sonra kararını ver"diyor yani. Peki biz nasıl bugünkü biz olduk? Sadece mazrufa bakarak mı? Ve şimdi sadece mazrufla yetinebiliyor muyuz?

Başta çocuktuk ufacıktık. Önce dünyayı gördük, kokladık, dokunduk, tattık, duyduk. Ve karşılaştırmalar yaptık kendimizce. İlk tercihlerimiz de buna göre oluştu. Mesela görüntüsünü beğenmediğimiz yiyecekleri yemedik baştan veya kulağımıza hoş gelmeyeni dinlemek istemedik. Yani zarf mazruftan önce geliyordu…

Sonra büyüdük. Farkettik ki zarf iyi görünmediği halde mazruf iyi çıkabiliyordu veya tersine zarf çok parlak görünüyordu ama içinden çıkan o kadar da ahım şahım bir şey olmayabiliyordu. Bu yüzden zor da olsa görüntüsünü beğenmediğimiz şeyleri tatma aşamasına geldik ya da önce sevmediğimiz bir müzik sonra güzel gelmeye başladı. Yine de zarftan kendini toptan soyutlamak mümkün olmadı. Yani her ne kadar "aslolan mazruf" diye kendimize telkinler yaparsak yapalım, zarfın da bize yakışmasına önem verdik. Örneğin araba alınacaksa ayağımızı yerden kesmesi yeterli olmadı, zarfı da fiyakalı olmalıydı ya da bir ev alınacaksa evin içi ne kadar iyi olursa olsun nerde olduğu da en az metrekaresi, planı kadar önemliydi.Tüketim toplumu olmuştuk bir defa.Daha yenisi, daha havalısı çıktı mı bir malın veya hizmetin, ona sahip olmak istiyorduk. Öyle ya yoksa niye kazanıyorduk, hayat kısa değil miydi? Hayata bir kere gelmemiş miydik?

Sadece metada kalmadı bu zarf hırsı. İnsan ilişkilerine de yansıdı. Etiketler insanların önüne geçti. Hiyerarşik iş düzeninde artık yalnız muadiller birbirine selam verir oldu. Üst alta selam veriyorsa "ne kadar mütevazı bir insan" dendi bu yüzden, alt üste hatır soramadı, "haddim değil" dedi, "nasılsın'a "teşekkür ederim" diyebildi,"ayıp olmasın" diye. Sanki herkesin herkese selam vermesi normal değilmiş gibi! Etiketler o kadar önem kazandı ki araç olmaktan çıkıp amaç oldular. Kendinizi tanıtın deyince etiket ilk üç cümlenin birinde mutlaka vardı. Bazıları ancak onunla saygı görebildi, bazıları ise bu prestije kavuşmak için kendini yedi bitirdi.

Zarfla olan bu ilişkimize şaşıracak ne vardı ki? Bizim Atalarımız değil miydi bu dünya "Ye kürküm ye!" dünyası diyen. Doğru demek değil bu, bizim kültürden çıkma demek, bizden bir şeyler taşıyor demek. Yüksek sesle "ben görünüşe aldanmam, ben etikete, markaya önem vermem" diyen kaç kişi hayatında bunu uygulayabilme başarısını gösterdi? Zarf tabi ki önemli ve insan önce algılayarak başlıyor işe. Kabul! Ama mazrufla ilgilenme sabrı yıllar geçtikçe kaç kişide kalabildi? Etrafta bu kadar uyarıcı varken, insan doğası hep daha fazlasını isterken bu sorular havada kalabilir,tümüyle uygulaması pratik da olmayabilir. Ama iddia ediyorum ki sadece görüntülerle bu kadar uğraşılmasa, insanlar hem kendileri hem de çevreleriyle daha barışık olabilir ve yalnız kendi tercihleriyle-moda olan diğerleriyle değil- yaşayabilir.

Sözlük anlamıyla zarf dönemi çoktan geride kaldı. Protokol işleri bir yana kimse zarfla da mektupla da uğraşmıyor. Kabullendik durumu "Yandı mı bu postaneler, yıkıldı mı yoksa?" da demiyor kimse şimdi. Ama aslında hayatımız metaforik zarf ve zarfın içindekileri değerlendirmekle geçiyor, ne dersiniz?

Continue Reading...

Uçurtma avcısı- ÖZLEM AKAYDIN

Uzun, çok uzun zamandır başladıktan birkaç saat sonra bitirdiğim bir roman okumamıştım. Bir kitabı elinden bırakmadan okumanın verdiği hazzı ancak kitap kurtları bilebilir. Bana bu hazzı yaşatan kitabı paylaşmak istedim.

“ Yeniden iyi biri olmak mümkün... Bir kez daha yukarıya, ikiz uçurtmalara baktım. Hasan’ı düşündüm. Baba’yı, Ali’yi, Kâbil’i. Her şeyi değiştiren o 1975 kışına kadar olan yaşamımı. Her şeyi değiştiren ve beni, bu gün ne isem o yapan kışı”…

Emir ve Hasan iki küçük çocukturlar.

Çocukluğun getirdiği doğallıkla çok da iyi arkadaştırlar.

Yeni başladıkları hayatlarında ortak paylaşımları o kadar çoktur ki. İkisi de annesiz büyümektedir. Birinin annesi ölmüş, diğerininki doğumdan kısa bir süre sonra kaçmıştır. Yaşadıkları ev ortaktır, süt anneleri ortaktır. Üstelik yaşadıkları topraklarda henüz savaş yoktur ancak savaşın habercisi küçük belirtiler vardır. İki çocuk bunun farkında değildir henüz. Patlayan bombaların, ördek avı için yapıldığını sanacak kadar da masumdurlar.

Kendilerince mutlu geçen çocukluk anılarından en önemlisi, ikisi için de Kâbil’in mahalleleri arasında her yıl düzenlenen uçurtma yarışlarıdır. Kâbil’li her oğlan çocuk için uçurtma turnuvasının başladığı gün kış mevsiminin en önemli günüdür çünkü. Üstelik iki çocuk bir gün uçurtma yapmaktan çok, uçurtma yarıştırmayı becerebildiklerini fark ederler.

Günün birinde, bir sabah uyandıklarında hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını hissederler.

Emir babası ile birlikte zorlu bir yolculuk sonunda Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmeyi başarır. Hasan ise kalır, kalmak zorundadır, çünkü Emir ünlü bir iş adamının oğludur, Hasan ise hizmetkârın.

Amerika’da yeni bir yaşam kuran Emir’in günün birinde Hasan’la ilgili eski bir dosttan aldığı haber karşısında Kâbil’e gitmesi gerekir. Zorlu ve katlanılması güç bir durumdur bu. Zira Emir Kâbil’de gördükleri karşısında hayal kırıklığı ile sarmalanmış derin bir sızı duyacak ve Kâbil’in yeni halini, durumu çok iyi olan eski bir dostunun sefalet içine düştüğüne tanık olmaya benzetecektir. Ancak Emir’in zorlu yolculuğunun sonunda mükemmel bir de kazanımı olacaktır.

* * * * * *

Kitabın ilk basımı Everest yayınları tarafından 2004 yılında yapılmış. Yazar Khaled Hosseini Kâbil’de bir diplomatın oğlu olarak doğmuş ve halen ABD’de yaşayan bir doktor. Kendisi ile yapılan bir röportajda edebiyatla hiçbir ilgisinin olmadığını, yazdıklarının kendiliğinden ortaya çıktığını söylüyor. Okura, bizim için yakın bir coğrafyada neler olup bittiğini çok güzel bir dille anlatmış yazar.

Afganistan özgür olma fırsatı verilmemiş bir ülke. Bu da üzerinde yaşayan insanların geleceğini ve özgürlüğünü bir şekilde etkiliyor. Yazar romanın satır aralarında bunu da başarı ile okura aktarıyor.

Uçurtma Avcısı’nın filmi de çekilmiş, sinemalarda rastlamadım, DVD olarak bulmak mümkün, film de güzel ancak şunu söylemek isterim ki, kitap filmden çok daha güzel.

Continue Reading...

Dostluk- TUĞBA

Sessiz sedasız içeri girişinden, ses tonundan, her zamanki neşesinin olmamasından farklılık olduğu hissedilmişti. Yanaklarından eksik olmayan tebessümün yerini hüzün almış, gözleri şişmişti duyulmayacak bir ''günaydın'' kelimesi dudaklarından çıkarken.

Kimsenin alışık olmadığı bir durum olduğu için meraklı bakışlar üzerine çevrilmişti ister istemez. Durgunluğundan, canını sıkan bir konu olduğu, etkisinden de kurtulamadığı belliydi. Konuşmak istemediği mesajını verircesine yerine geçerek, dikkatini elindeki işe verdi. Rahatsızlık vermeden, bakışlarımı belli etmeden bir süre hareketlerini inceledim, üzülmesine neden olabilecek konuların neler olabileceğini düşünerek. Etrafla ilgilenmiyor, karşı masaya laf atmıyor, çimen gözlü ile uğraşmıyor ve göz göze gelmemeye çalışıyordu ''herşey yolunda mı?'' sorusu ile karşılaşmamak için.

Yarım saatlik bir sürenin ardından, ''çay alacağım, ister misiniz ?'' diyerek yerinden kalktı. ''Bitki çayı içtik. Belki daha sonra'' diyerek teşekkür etti masadakiler. Çıtır çıtır yanan sobanın üzerindeki çaydanlıktan yeni demlenmiş, ''tavşan kanı'' tabirine uygun bir bardak çay aldı. Demini fazla koymuştu yine. İki kaşık şeker ilave ettikten sonra masaya doğru gelirken telefonu çaldı. Bir elinde bardak, kısık ve bozuk bir ses tonuyla '' Efendim'' diyerek arayan kişiyi dinlemeye başladı. Sakin ve dikkatliydi. Konuşma uzadıkça, bakışları sertleşiyor, başını ve elini ''olur mu canım, sende'' anlamında sağa sola sallıyordu. Hala karşı tarafı dinliyordu. Gözleri masanın üzerindeki pakete takılınca uzanarak bir tane aldı, çakmağını çıkardı ve arka bahçeye doğru yürüdü.

Tam karşımdaki pencereden rahatlıkla görebiliyordum, derin derin çektiği sigarasının dumanını. Dudaklarının kıpırdamasından konuşmaya başladığı anlaşılıyordu. Konuştu, konuştu, uzun bir süre dolaşarak konuştu. Sonra, kanepeye oturdu. Arkası dönük olduğundan yüzü görünmüyordu artık. '' Ne zaman başladın bunu yapmaya ?'' sorusu bakışlarımı lale desenli, geniş yapraklı çini tabağa çevirdi. Yeşil yapraklar, türkuaz yuvarlak motiflerin ardından sıra laleleri boyamaya gelmişti. ''Dün'' dedim yavaşca. ''Hızlı boyamışsın, öğleye kadar biter harhalde'' sorusu konuşmayı devam ettirince ''evet, az kaldı '' yanıtı çıktı dudaklarımdan. Aklım dışardaydı. Başımı kaldırıp pencereye baktığımda arkadaşımın oturduğunu gördüm. İçeri gelmediğine göre, beni bekliyor olabilir düşüncesiyle ayağa kalktım ve arka bahçeye doğru yürümeye başladım.

Kapıyı açtığımda, elindeki ince belli bardaktan çayının son yudumunu içiyordu. İçten bir tebessümle kenara çekilerek, yer verdi oturmam için. Öylesine oturdum, soru sormadan. İsterse paylaşacağını çok iyi biliyordum. ''Altı yıllık dostluğum bitti dün akşam'' dedi, şaşkın ve üzüntülü bir ses tonuyla ve devam etti. ''Arkadaşım, dostumdu, ailemi, sevdiklerimi karşıma almıştım onun için ama yanılmışım, kandırılmışım yılllar boyu. Güvenmiş, inanmıştım ama bak yaşadığım hayal kırıklığına... Dostluk bu mu, hak ettiğim sonuç böyle mi olmalıydı, bunun bana nasıl yaptı, yıllarca yalanlarıyla kandırdı, uyuttu ?'' derken yaşadığı üzüntü, şiş gözlerinden anlaşılıyordu. Neden, niçin sorularının yanıtını arıyordu biraz olsun rahatlamak adına ama yoktu işte. Oysa, ne kadar uğraşmıştı onu çevresine kabul ettirmek, iş ortaklığını uzun yıllar sürdürmek için. Herşey anlamını yitirmişti artık. Güvendiği, dost bildiği insan yıkmış, hayal kırıklığına uğratmıştı. ''Yazık, çok yazık'' dedi sesi titreyerek.

Söyleyeceğim sözlerin teselli olamayacağını bildiğimden sessizce dinleyerek, rahatlamasını sağlamaktı gayem. Konuştukça açılırdı belki. Konuştukça eskilere, sevinçli yıllara döndü derin iç çekişlerle. Gülmüyordu bugün ve komiklikler yapamıyordu. Gerçeklerle yüzleşmek üzmüş, acı vermişti. İnanamıyordu, hak etmediği davranışlarla karşılaşmış olmaya. ''Of of ne kadar zormuş, dost tarafından kandırılmak'' dedi, gözleri dolu dolu olmuşken.

Bakışlarından akşam olmasını istediğini anlıyordum, evine gidip, rahatça ağlayabilmek için. Işıkları açmadan, aile üyeleri sesini duymadan ağlamak istiyordu. Gözyaşlarını içine akıtmaya alışmıştı yıllardır. Dışardan bakıldığında hiçbir sorunu olmayan, soğukkanlı, güçlü bir insan izlenimi veriyordu ama gerçek böyle değildi. Akşam olup, kendiyle kaldığında, sessizliğin şarkısını dinlediğinde durum değişiyordu. ..

Yaşadıklarının kötü bir rüya olmasını ne kadar isterdi kimbilir. İsterdi de biliyordu ne yazık ki rüyada olmadığını. ''Yapabileceğim, birşey var mı?'' dışında rahatça ağlayacağı güvenilir bir omuz gerekliydi şimdi. Güvenilir ve acı vermeyen. Zordu elbet unutmak, yeniden güvenmek. Başını kaldırdı, gülümsedi ve '' İyi ki varsın, dinliyorsun, güç veriyorsun...Yoksa kolay olmazdı'' dedi içtenlikle. Arkadaşımdı o benim, sevincini, hüznünü paylaştığım arkadaşım. Elbette yanında olacak, dinleyecektim. Gözlerim, ışıl ışıl olmuştu mutluluktan ''iyi ki varsın'' kulaklarımda çınlarken...........

Resim: William-Adoplhe Bouguereau

Continue Reading...

Blogger templates

Blogroll

About