30 Ağustos 2008 Cumartesi

Yaşamak dediğin bir yamalı kumaş FULYA

Share it Please
Bir kedi yavrusu...
Mutfak penceresini açık bırakıyorum. Dışardaki ılık bahar gecesi eve, odalara, yüzlerimize dolsun istiyorum. Annem pencereden kedinin gireceğini söylüyor. Gözlerim bir tabak içinde duran yemek kaşığına çarpıyor. Bir kedi gelse mesela. Bir yavru kedi... Ben onu o kaşığı yalarken yakalasam, ona kızabilir miyim? Bunu düşünüyorum. "Açık kalsın pencere anne" diyorum "belki bir yavru kedi gelir, karnı açtır." Annem öylece bakıyor. Aklımdan ne geçtiğini okumaya çalışıyor. Gülümsüyorum.




"Her yere çiçek dökmüşler"


O kadar küçük ki; bir insanın nasıl böyle küçük elleri ayakları olabileceğini düşünüyorum ona bakarken. Kelimeleri sanki başka bir dilden. Henüz bizim kelimelerimizle konuşmayı bilmiyor. Kendine özgü bir dünyanın kelimeleriyle konuşuyor ve umutsuzca anlaşılmayı bekliyor. Tüm çocuklar bu yüzden şaşkın değiller mi zaten? Elinden tutuyorum. Çiçekleri yerlere saçılmış bir erik ağacının altından geçiyoruz. Elimi çekiştiriyor, duruyorum. Şaşkın şaşkın toprağı kaplamış çiçeklere bakıyor. "Heyyere çiçek dötmüşleeer" diye sevinçle şakıyor. Ah çocuk ah senin gördüğün gibi görmeyeli dünyayı ne çok zaman geçti. Her yere çiçek dökmüşler ya. Sen böyle şaşkın bir sevinçle şakı diye hem de. Her yere çiçek dökmüşler.




Ayaklarımız bile...


Ayakkabılarım canımı acıtıyor. Kapının önünde ayaklarıma bakıyorum. Ve yeni ayakkabıların o parlak suratlarının bize işkence etmekten zevk alan bir keyifle sırıttığını görüyorum sanki. "Görürsün sen" diyorum hınçla. Babam "neyi görürmüşüm?" diye soruyor. Ona söylemediğimi, ayakkabılarla konuştuğumu söylüyorum. "E peki sana ne diyorlar?" diyor gülerek. "Henüz birşey demediler ama sanırım asıl sen görürsün diyorlardır." Ayaklarımı oynatıp dururken ayaklarımızın, ayakkabıları kendi şekline sokana kadar bir türlü rahat edemediklerini düşünüyorum. Ayakkabıyı kendi şekli ile olduğu gibi benimseyemiyorlar bir türlü. İlla ona kendi şeklini verecek de öyle rahat edecek. Kendi şeklini verdiği ayakkabıyı da sıkıldım diye bir kenara atacak daha sonra. İnsanın ayakları bile bunu yapıyorsa kalbi ve beyni herşeyi ya da herkesi kendine benzetmeye çalışmaz mı? Ancak böyle rahat edebileceğini düşünmez mi?




"Öldürmezsen özgürleşemezsin"


"Kendi geçmişinde, sende yaralar açan insanı öldürmedikçe özgürleşemeyeceksin." diyor. Filmi durdurup uzun uzun düşünüyorum. Kimin geçmişe dair yaraları yok ki? Ve kim özgür olmak istemez, kim o yaraları düşünüp durmaktan, sürekli "neden?" diye sormaktan kurtulmak istemez ki? Bunun için illa intikam mı almalı insan? Geçmişi öldürüp yeni, yepyeni bir hayata başlayabilmek için bir ölü mü bırakmalı ardında? Geçmişte olan herşeyi bugün gibi yaşıyor olmak, o berbat batalıkta gömülüp kalmak ve geleceğin mavi göğünü görememek değil mi her birimizin hayatını "boşa harcanmış ömürler" kataloğunda bir sayfaya çeviren. Evet insan özgürleşebilmek için onu yaralayan eli kırıp atmak zorunda. Geçmişin o eski filmini kusana değin izleyip durmaktan vazgeçmek zorunda. İyi ama nasıl? Bir katil olmadan yaralardan arınmak mümkün değilse, o yaraları ömür billah taşıyacak kaç merhametli yürek vardır yeryüzünde? Bu kadar yaralandıysan eğer nasıl katil olabilirsin ki? Değil birini öldürmek hatıralarını bile öldüremiyorsun daha? Öyle bir "kıyamamak" durumu var. Ve en çok da kıyamayanın dizlerinde olmaz mı yaralar?Filmdeki adamın kocaman açılmış gözleri ekranda donup kalmış. Kendi geleceğinin resmini çizerken oraya bir katil yerleştiremiyor, yaralarına bakıyor öylece. Zaman onların üzerine polenler dökecek henüz bilmiyor belki. Ve o polenlerden yeni bir bakış doğacak daha farkında değil. Ve tüm bunlar olurken, o kocaman kederli gözler aynı masumluğu taşıyacaklar. Tüm yaralı kalpler masum oldukları için yaralı değiller mi?




Yaşamak dediğin bir yamalı kumaş...


Kapımın önüne bir gece önceki rüzgarın yığdığı yapraklar gibi günün görüntüleri. Oradan buradan, sarı yeşil, solgun canlı yapraklar gibi... Gecenin bu vakti sessizce tıklatınca aklımın kapısını geçen günün rüzgarı ve bir armağan gibi sununca günü bana "hoşgeldiniz" diyorum gülümseyerek. Hayat bu küçücük görüntülerin toplamından başka nedir ki zaten? Yaşamak dediğin bir yamalı kumaş; pembesi, siyahı ile kırmızısı mavisi ile bir beyaz örtü üzerine dikip durduğumuz. Ve ömür sonunda "onun hayatı" diyerek sevdiklerimizce üzerimize örtülüveren...Öyle işte... Yaşamak dediğin bir yamalı kumaş...

Fotoğraf: Tarık Gürbüz

Hiç yorum yok:

Blogger templates

Blogroll

About