24 Ağustos 2008 Pazar

Sari Stockholm NIHAL YETKIN

Share it Please
10 Kasım 2004. Bir iş gezisi için Stockholm'e uçtum. Uzun ama rahat bir yolculuktan sonra ilk iş olarak paramın bir kısmını SEK'e çevirdiğimde 20 SEK'in arkasına Uçan Kazın sırtında Nils'i görüp gülümsedim, çocukluk günlerim aklıma geldi çünkü.
"Haydi başlıyoruz" diyerek otelin yolunu tuttum ama bir şeyler garip gidiyordu sanki. Niye bu kadar ıssızdı her yer? Nereye gitsem sanki bana rezerve edilmiş gibi, bomboş. Başta hoşuma gitti bu kuyruk beklememe hali, ama kısa bir süre sonra bu-nal-dım. Her yer çok temiz, her yer çok sessiz, her yer çok ıssız! İçimden ortama uygun olsun diye bildiğim ABBA, Roxette, Ace of Base şarkıları söylüyorum ama nafile… Paylaşamamanın verdiği ağırlığı hafifletemiyorum bir türlü. Hava da körüklüyor durumu. Gri ve titretecek kadar soğuk. Kışa doğru gittiğim için zaten havanın aydınlık olduğu zaman dilimi çok dar. Karanlık soğukla kolkola girdiğinde sıcak yuvamı nasıl da özlüyorum…


Yolda yürürken kimsenin yüzüne bakmamam gerektiğini öğrendim ilk birkaç dakikada. Hele gözlere bakmak çok tehlikeli. Bizim gayriihtiyari yapmasak da görmeye çok alışık olduğumuz bu "sokakta yürürken birbirine bakma hatta süzme durumu"ndan burada eser yok. Bakmak şüpheyi, şüphe dik bakışları ve ekşi bir surat ifadesini beraberinde getiriyor. Sanki kocaman bir açık asansördeyim ve herkes gözlerini birbirinden saklıyor!


Toplantılar haricinde geçen kısa aydınlık vaktimi şehir merkezinde keşif gezisi için yürümeye ayırıyorum. Elimde harita, dilimde İngilizce, cebimde anı kurtaracak kadar para. Daha ne olsun? Küçük işletmelere bakıyorum, hep "gelişmekte olan ülkeler"den göç etmiş insanlar. Kebab House'lar iyi iş yapıyor. ABD'nin tersine bir ergime potası görüntüsü çizmiyor. Yabancılar belli koşulları yerine getirip onların vatandaşlığını alsa da onlara sözlere dökülmeyen bir yabancılık hissi verdirilmeye devam ediliyor gibi. Bu gözlemimi daha sonra orada yaşayan İsveçli olmayan İsveç vatandaşı meslektaşlara doğrulatıyorum.


Dünyanın en pahalı ve refah seviyesi en yüksek ülkelerden birindeyim. TL'ye çevirdiğimde almayı düşündüklerimin çoğundan vazgeçiyorum. Kafamda bir-iki sembolik şey var alınmayı bekleyen. Bunlardan biri buranın çok yağış aldığını bildiğim için yağmurluk, ki kafama göre bir şey bulamıyorum. Biri de Pippi, hani şu uzun çoraplı Pippi, yine çocukluğumuzdan kalma bir dizi kahramanı. Maskot gibi her yerde var ondan, boy boy. Ama nedense hiçbiri yeterince benzemiyor ona. Bu yüzden hoş bir hatıra olsun diye en küçüğünden bir anahtarlık alıyorum, üzerinde güya-Pippi olan.


Teknoloji şehre damgasını vurmuş. Burası dokunmatik, press-matik ve -matik bir şehir. Metro derseniz çok pratik ve geniş bir ağa sahip. Hiç yorulmadan, insanların arasında en az iki kişilik yer kalan duraklardan gideceğiniz yere, tam denilen saatte yola çıkarak, tam denilen saatte gidiyorsunuz. Saat takmaya bile gerek yok. Tarifelere bakın, şu kadar dakika sonra şu tren gelecek sinyallerini takip edin, yeter. Trafik yüzünden geç kalmak gibi bir talihsizlik yaşamazsınız burda. Tertemiz kıyafetlerinizle araca biner, araçta sessizlikte bir güzel kitabınızı, derginizi okur, sessiz kalabalığın sakin hareketlerini takip ederek dingin bir şekilde araçtan ayrılabilirsiniz. Coğrafya derslerinde nüfus yoğunluğu diye üstüne basa basa söylenen değişkenin ne demek olduğunu ve insanların hayatını ne yönde etkilediğini görebilmek mümkün.
Tipik, eski binalar görmek için Gamla Stan'a gidebilirsiniz. Deniz uzaktan şehrin görüntüsünü yumuşatıyor. Ama kıyısından yürüyünce derinliği ve koyu rengi biraz da ürkütüyor. Heykel Avrupa kentlerinden farklı olarak pek yok. Olanlar bizdeki gibi kahramanlık veya asalet simgelerine ait büst ve heykeller.


Müzelere gelince, burası müze cenneti. Bu kadar müzesi olan kaç şehir var merak ediyorum. Ben ismi garip geldiği için Modern Müze'yi tercih ettim. Çünkü bu benim müze algılamamı tersyüz eden bir başlık. Bakalım burada modernite ne tarihten başlatılıyor ve kapsamı ne? Keşke şimdi yanımda arkeoloji/sanat tarihinden arkadaşlar olsaydı da öğrendiklerimizle gördüklerimizi kafa kafaya tokuştursaydık… derken biri başımdaki kocaman yün şapkayı geriye doğru kaldırıyor ve "sen misin?" diyor. Evet toplantıdan tanıştığım akademisyen İtalyan Francesca ile İspanyol Klara bunlar. Francesca "Stockholm küçük yermiş" diyor. Ben de o İtalyan diye "ee-her yol Roma'ya çıkar" diyorum. Hoşuna gidiyor tabi. Müze ikiye ayrılmış. Mimarlık kısmında şehrin modern binalarının plan, maket ve fotoğrafları sergilenirken, diğer taraf resim, heykel, çeşitli maket ve yapılardan oluşuyor. Bir oda diğerine kronolojik ve sanat akımı olarak geçiş sağlıyor ve her girişte ilgili akımın temel özellikleri özlü yazılar ve belgelerle desteklenerek görselliği destekliyor. 19-20-21.yylar konu alınmış. Turu tamamladığınızda tam bir daire yapmış oluyorsunuz. Müzenin ortasında bu görsel ziyafeti kutlamak ve yorgun ayaklarınızı sevindirmek için bir Café bölümü konmuş ve satış yerinin hemen önünde Menünün yanında Müzede olduğunuzu hissettirircesine şu sözler asılı: "Artık bir şey söylemeliyim" ile "Söyleyecek bir şeyim var" arasındaki farkı biliyorum!


Bir yanda yüksek refah seviyesi, bir yanda yüksek intihar oranları. Bir yanda bastırılmış duygular, bir yanda duyguların salınmasına fırsat veren gözalıcı sanat eserleri. Bir yanda durgunluk ve sessizlik, bir yanda müzik ve spor gibi coşkulu ve bol hareketli faaliyetlerin patlaması. Bir yanda gösterişsiz kıyafetler, bir yanda ışıl ışıl kristaller. Daha bu kadar kısa zamanda şahit olduğum bu tezatlar zihnimde dönüp duruyor.


İnsanların burada yaşlanmak bilmemesi, uzun yıllar yaşaması doğal geliyor, artıları hesaba katınca. Görüntüde yüksek bir yaşam seviyesi yakalanmış. Ama güneş yok, ışık yok, belki de bu yüzden insanların gözünde o umutlu ışık da yok. Her şeyin belirli, kesin çizgilerle yaşanması monotonluğu da beraberinde getiriyor olabilir. Öte yandan, bizdeki günlük hayatta dışarı adım attığımız andan itibaren sık sık karşılaşabileceğimiz, planımız dışında gelişen sürprizler, irili ufaklı problemler de bizim pratik zeka ve dayanıklılığımızı arttırıyor olabilir. İyi ki problemler var diyecek halim yok tabi ama yaşasın hareket, yaşasın güneş, yaşasın ışık diyorum ve uçak İstanbul'a doğru havalandığında içimi derin bir huzur ve mutluluk kaplıyor…

Hiç yorum yok:

Blogger templates

Blogroll

About