30 Ağustos 2008 Cumartesi

SERBEST RADİKALLER SAYI 19

Continue Reading...

İslak ve karanliktu gece 3- FARUK SÜRENER

“...Yok yok... Yok cuzelim yok oyle bişey daa.. Ben o Hilmu’nun var ya.. Ta.... aydinlatayum e mi!..” Efendum? Yaziya başladuk mu? Tühh.. Ula niye uyarmaysinuz? Afedersinuz sevcilu arkadaşlarum, ben telefonda konuşur iken Editör yaziyu canli yayina almiş da.. Ondan oyle oldi. (70 milyona da rezil olduk iyi mu)
Deyerli arkadaşlarum aydinlaticu bi öykü olan ‘İslak ve Karanliktu Gece’nin 3. bölümü az sonra başliyacaktur. Lütfen, yazi esnasinda cep telefonlarinizun kapali olduğuni tekrar kontrol edinuz.
İSLAK VE KARANLİKTU GECE (3)
Genç adam (yani adamimuz) sirilsiklam islanmuş vaziyette hastane sokağinda ve gece karanliğinda beklemeye devam ediydu. O sirada karanliklarun içunden bir ses duydu. “Hah celdu” diye sevindu. Ama aniden üç tane sokak köpeği karanliklarun içunden çikup havlamaya başlayunca “Yahu ne oliyor, saat kaç oldi, hala celmedu, acaba ben yanliş bişey mi yaptum?” diye düşündu. O düşünurken köpekler daha fazla yaklaşti ona, hatta dişlerinu gösterip hirlama olarak tabir ettiğimuz sesleri çikarmaya başladular. Adamimuz “Eyvah, gündüz uyuz uyuz dolaşip, geceleri gruplar halinde dolaşirken vahşileşen çete köpekleru!” dedu kendi kendine. “İşte şimdu tam da filaşbek yapma zamani” derken, köpeklerun görüntüsu hafif hafif kararmaya ve akşamüstü aşik olduğu kadinla yaşadiklaru aklina celmeye başladu.
Kadin en son “Eyvah babam” deyip hizla ondan ayrilmişidu. Aşik olduğu kadinun ne isminu ne de telefon numarasinu öğrenebilmişidu. En azindan isminu bilse belki feysbuk’tan kontak kurabilirdu, ama onu bile öğrenememişidu. “Acaba feysbuk’ta “Melek” yazip sörç etsem oni bulabilir miyum?” diye kendi kendine düşündu. Ama meleklerin soyadinu bilmediğu için bu fikirden vazgeçtu.
Sonra hizla hastaneye cirdu. Kadinu bulmak amacuyla tek tek odalari dolaşti. Nihayet bir odada oni buldi. Kafasinu kapidan uzatip baktiğinda kadinun babasinun uyumakta olduğuni cördü. Kadin da adamimizun kafasinu kapida görunce önce korktu, ama sonra birden cülumsedi. Bakişlarunda, adeta çölde yillardur aradiğu suyu nihayet bulmuş bir insanun sevincu varidu. Ama sonra kendinu ağirdan satarsa daha bi iyi olur diye düşünup birden cidduleşti (Yazarin notu: Aslinda var ya, bence bu kadin da adamimuza aşik oldu ha! Valla bak ben anladim oni!).
Kadin hemen odanin dişuna çiktu ve adamimuza “Buyrun birini mi aradınız?” diye sanki adami tanimazmuş cibi sordu (Yazarin notu: bak bak ayak yapayi). Adamimuz biraz hayalkirikliğina uğramiştu. “Beni tanimadinuz mu?” diye sordu kadina. Kadin, “Ee sanki daha önce bir yerde görmüş gibiyim” dedu. “Sizinle aynı lisede okumuşuzdur belki” diye devam ettu tanimamazliktan celmeye. Akli sira ağirdan satayidu kendinu. Adamimuz sinurlendi, “Ne lisesu?” diye sordu. Kadin, “Çamlıca Kız Lisesi” dedu. Adamimuz kadinun numara yaptiğinu işte o anda anladi. “Ne yani madem benu tanimaysinuz, neden boynuma sarilarak konişaysinuz daa!” diye azarladi kadinu. “Birakun boynumi da kendimu tanitayum” dedu kadina.
Kadinimuz yine açik vermişidu. Kollarinu adamimizdan çözerken hiçkirarak ağlamaya geçen bölümden kaldiğu yerden devam ettu. Hiçkiruklar arasinda “Bana büyük ablalar hep ‘erkeklere karşi kendini ağırdan satmalısın kızım’ diye öğütler verirdi. Ama size karşı gene rezil olduuum” dedu ve “Böhhü.. böğkkk... hönkkk” şeklunde ağladi. Sizun de cördüğünuz cibi kadinun iyrenç bi ağlama şeklu varidu. Adeta boğuliyor cibi sesler çikaraydu ağlariken. Adamimuz da bu sese dayanamadiğu içun her seferinde kadinu susturacak teselliler söylüyoridu. Kadina sarildu, “Bakin bayan bunlarin hiçbirisune cerek yok. Bunlar aşik etmek içun yapilan taktikler. Ağlamayun daa! Ben zaten aşik oldum size” dedu. Kadin sustu ve o da adama simsiku sarildu “Ben de.. ben de size aşık oldum, hem de ilk görüşte” dedu. O an birbilerune sarilirlar iken ikisinun de gözlerunde birer damla mutluluk gözyaşi varidu. (Yazarin notu: Ben dememiş miydum?)
Kadin kafasinu adamimuzun göğsune yasliyarak konişmaya başladu. “Ohh. Bu hayatımın en mutlu anı. Bundan sonra hiç, ama hiç ayrılmayalım Memedim” dedu. Adamimuz “Mehmet kim lan?” diye bağirdu irkilerek. Kadinun söylediğunden mi irkilmişidu yoksa kendi sesi birdenbire yuksek çiktiğu için mu irkilmişidu anlaşilamadu o an. Kadin sakince, “Sensin, senin ismin bu” dedu. Adamimuz “Ama ben bile bilmiyrum ki adimun ‘Mehmet’ olduğuni” dedu. “Boşver” dedu kadinimuz ve devam ettu, “Baktım ki, şaşkın yazar bi punduna getirip isimlerimizi söyleyemedi bir türlü, ben de senin ismini kendim koydum” dedu. Adamimuz cülumsedi, “O zaman ben de senun isminu ‘Melek” koydum” dedu. O sirada bi ses işitildu gaipten celen, “Sağolun çocuklar, ben de bu isum konisinu nasil aydinlatacağum diye düşüniydum” dedu. Çevrelerune baktilar ama sesun sahibinu bulamadilar.
Genç adam ile kadin birbirlerune telefon numaralarinu ve msn adreslerinu verduler. Artikun hiç ayrilmayacaklaridu. Genç adam, “Kusura bakma Melek, ben şimdi ayrilmak zorundayim” dedu. Kadin, “Hayırdır, nereye gidiyorsun?” diye sordi. Adamimuz “Uzun hikaye, sana sonra anlatirum, ama darilacaksan şimdu de anlatirum” dedu. (İşte boyle aşik olan insanlar karşindakinu kaybetme korkusiyla saçma sapan konuşabilurler bazen, bunun mizahla ilcisu yoktur, dedu yazar). Kadinimuz “Anlat o zaman” dedu.
Adamimuz, “Şimdi, benim işum öykü aktörlüğu. Öykülerde, ne zaman bi “genç adam” lazim olsa, yazarlar beni çağirurlar. Ben de öyküde “genç adam” olarak rol alirum ve öykü başina para alirum. Bi tek Sait Faik hariç, ondan hiç para almadim. Açliktan öleceğimu bilsem yine de ondan para almam zaten” dedu. Kadin iyuce meraklandi. “Eeee?” diye sordi. “Eee si, bu öyküde yağmurlu bi gece vakti, sokaklarda beklemem gerekiydu. ‘Genç adam’ olarak rolüm buydu. Saat de gece vaktine celdu, artik citmem lazim, yaziyu bekletemem, ayip olur” dedu.
Kadinimuz, “Tabi tabi sen git. Aşkımız işimize engel olmasın. Hem yazarın gönlünü hoş tutmak gerekir. Yoksa neme lazım, bizi ayırır falan!” dedu. Ama içunden “Vay şerefsiz yazar! Demek beni “genç kadın” olarak bedavaya çalıştırdı bu öyküde” diye düşunmeden edemedu.
Yağmur kesilmek uzereydi. Ama gece karanliğundaki köpekli sahne kaldiğu yerden devam ediydu. En son “Saat kaç oldu, hala celmedu. Acaba yanliş bişey mi yaptim” diye düşünüyordu adamimuz. “Hem bu köpekler de daha önceki taslakta yoktu” diye düşündu. Köpekler adamimuza iyice yaklaşmıştı ki, birden karanliklardan bi adamin ayak sesleru yukseldi. Köpekler ayak seslerinu duyar duymaz ortadan kayboldu. Karanliktu, sislerun arasindan uzun pardesülü, fötr şapkali bir adam çikageldu. Pardesülü adam, adamimuzun yanına 2 adim kadar yaklaşinca, adamimuz “Tanidum sizi. Siz, siz bu öykünun yazarisinuz” dedu. Pardesülü adam, “Köpekler içun kusura bakma, öyküye biraz heyecan versun diye yaptim oni” dedu. Sonra bir çek yazdi. “Al bu da paran. Anlaştiğimuz cibi ‘İslak ve Karanliktu Gece” adli öyküde ‘genç adam’ rolüyle iyi iş çikardun” dedu. Genç adam teşekkür ettu. Yazar ağir ağir sislerun içune doğru yürüyup genç adamdan ayrilirkan, bu karanliğun artik bitmesinun vaktinun celdiğinu söyledu ve aydinluk günler diledu. Hepinuze.
SON Tarik (Toplum Aydinlaticisu)
Continue Reading...

Yaşamak dediğin bir yamalı kumaş FULYA

Bir kedi yavrusu...
Mutfak penceresini açık bırakıyorum. Dışardaki ılık bahar gecesi eve, odalara, yüzlerimize dolsun istiyorum. Annem pencereden kedinin gireceğini söylüyor. Gözlerim bir tabak içinde duran yemek kaşığına çarpıyor. Bir kedi gelse mesela. Bir yavru kedi... Ben onu o kaşığı yalarken yakalasam, ona kızabilir miyim? Bunu düşünüyorum. "Açık kalsın pencere anne" diyorum "belki bir yavru kedi gelir, karnı açtır." Annem öylece bakıyor. Aklımdan ne geçtiğini okumaya çalışıyor. Gülümsüyorum.




"Her yere çiçek dökmüşler"


O kadar küçük ki; bir insanın nasıl böyle küçük elleri ayakları olabileceğini düşünüyorum ona bakarken. Kelimeleri sanki başka bir dilden. Henüz bizim kelimelerimizle konuşmayı bilmiyor. Kendine özgü bir dünyanın kelimeleriyle konuşuyor ve umutsuzca anlaşılmayı bekliyor. Tüm çocuklar bu yüzden şaşkın değiller mi zaten? Elinden tutuyorum. Çiçekleri yerlere saçılmış bir erik ağacının altından geçiyoruz. Elimi çekiştiriyor, duruyorum. Şaşkın şaşkın toprağı kaplamış çiçeklere bakıyor. "Heyyere çiçek dötmüşleeer" diye sevinçle şakıyor. Ah çocuk ah senin gördüğün gibi görmeyeli dünyayı ne çok zaman geçti. Her yere çiçek dökmüşler ya. Sen böyle şaşkın bir sevinçle şakı diye hem de. Her yere çiçek dökmüşler.




Ayaklarımız bile...


Ayakkabılarım canımı acıtıyor. Kapının önünde ayaklarıma bakıyorum. Ve yeni ayakkabıların o parlak suratlarının bize işkence etmekten zevk alan bir keyifle sırıttığını görüyorum sanki. "Görürsün sen" diyorum hınçla. Babam "neyi görürmüşüm?" diye soruyor. Ona söylemediğimi, ayakkabılarla konuştuğumu söylüyorum. "E peki sana ne diyorlar?" diyor gülerek. "Henüz birşey demediler ama sanırım asıl sen görürsün diyorlardır." Ayaklarımı oynatıp dururken ayaklarımızın, ayakkabıları kendi şekline sokana kadar bir türlü rahat edemediklerini düşünüyorum. Ayakkabıyı kendi şekli ile olduğu gibi benimseyemiyorlar bir türlü. İlla ona kendi şeklini verecek de öyle rahat edecek. Kendi şeklini verdiği ayakkabıyı da sıkıldım diye bir kenara atacak daha sonra. İnsanın ayakları bile bunu yapıyorsa kalbi ve beyni herşeyi ya da herkesi kendine benzetmeye çalışmaz mı? Ancak böyle rahat edebileceğini düşünmez mi?




"Öldürmezsen özgürleşemezsin"


"Kendi geçmişinde, sende yaralar açan insanı öldürmedikçe özgürleşemeyeceksin." diyor. Filmi durdurup uzun uzun düşünüyorum. Kimin geçmişe dair yaraları yok ki? Ve kim özgür olmak istemez, kim o yaraları düşünüp durmaktan, sürekli "neden?" diye sormaktan kurtulmak istemez ki? Bunun için illa intikam mı almalı insan? Geçmişi öldürüp yeni, yepyeni bir hayata başlayabilmek için bir ölü mü bırakmalı ardında? Geçmişte olan herşeyi bugün gibi yaşıyor olmak, o berbat batalıkta gömülüp kalmak ve geleceğin mavi göğünü görememek değil mi her birimizin hayatını "boşa harcanmış ömürler" kataloğunda bir sayfaya çeviren. Evet insan özgürleşebilmek için onu yaralayan eli kırıp atmak zorunda. Geçmişin o eski filmini kusana değin izleyip durmaktan vazgeçmek zorunda. İyi ama nasıl? Bir katil olmadan yaralardan arınmak mümkün değilse, o yaraları ömür billah taşıyacak kaç merhametli yürek vardır yeryüzünde? Bu kadar yaralandıysan eğer nasıl katil olabilirsin ki? Değil birini öldürmek hatıralarını bile öldüremiyorsun daha? Öyle bir "kıyamamak" durumu var. Ve en çok da kıyamayanın dizlerinde olmaz mı yaralar?Filmdeki adamın kocaman açılmış gözleri ekranda donup kalmış. Kendi geleceğinin resmini çizerken oraya bir katil yerleştiremiyor, yaralarına bakıyor öylece. Zaman onların üzerine polenler dökecek henüz bilmiyor belki. Ve o polenlerden yeni bir bakış doğacak daha farkında değil. Ve tüm bunlar olurken, o kocaman kederli gözler aynı masumluğu taşıyacaklar. Tüm yaralı kalpler masum oldukları için yaralı değiller mi?




Yaşamak dediğin bir yamalı kumaş...


Kapımın önüne bir gece önceki rüzgarın yığdığı yapraklar gibi günün görüntüleri. Oradan buradan, sarı yeşil, solgun canlı yapraklar gibi... Gecenin bu vakti sessizce tıklatınca aklımın kapısını geçen günün rüzgarı ve bir armağan gibi sununca günü bana "hoşgeldiniz" diyorum gülümseyerek. Hayat bu küçücük görüntülerin toplamından başka nedir ki zaten? Yaşamak dediğin bir yamalı kumaş; pembesi, siyahı ile kırmızısı mavisi ile bir beyaz örtü üzerine dikip durduğumuz. Ve ömür sonunda "onun hayatı" diyerek sevdiklerimizce üzerimize örtülüveren...Öyle işte... Yaşamak dediğin bir yamalı kumaş...

Fotoğraf: Tarık Gürbüz

Continue Reading...

Çok güzel olduğunu bilen kız KEREM OĞUZ

Söyle bana
çok güzel olduğunu bilen kız
Neden sanki süreklibir fotoğrafını çeken varmış gibi
ya ufka ya da boşluğa bakıyorsun

neden hep acelen olur
senin,en son gelirsin ve de ilk terk edersin
kırkyılda bir
biraraya gelen eski cemiyeti?

toplanıtının miladı oluyorsun gelişinle
ve gidişin miyadını dolduruyor o buluşmanın
biliyorsun bunları değil mi
biliyorsun değil mi mınakoyim..


sanki bizden değilmişsin gibi
sanki bir insan değilmişsin de
ruhun yunan tanrıları ile
olimposda yaşıyor,
ve biz sefiller bedenine dokunsak da
sana ulaşamayacağız gibi

çok güzel olduğunu bilen kız
harbiden de çok güzelsin be
kızıyorum falan bazen sana ama
o uzaklara bakan ela gözlerindeki
hafif şehlalık var ya,
onlar bile çok güzel be...
allah seni başımızdan eksik etmesin be!

K.
Continue Reading...

HAYBEY'E MEKTUPLAR


bölüm : 2

kısım : amca diyorlar bana

sevgili hay bey, artık amca diyorlar bana. yok hayır, yaşımızı, başımızı alıp saçımızı döktüğümüzden mütevellit değil bu nida, sahici anlamda amca olduğumuzdandır.

ilk şıktan dolayı amca dedikleri çok oldu. hiç unutmuyorum bugunkülere benzemeyen soğuk ve yağmurlu bir kış günü mahallemizin bakkalını geçip okulunun köşesini döndüğümde önde bir top arkasında karakuru bir oğlanın koşarak bana doğru meylettiklerini gördüm. tam topun altına girip dömi voleye hazırlanıyorken bugüne kadar "abi abi top " diyen veletler "amca amca top" demez mi "şeytan rıtvan"a inat. vole, roveşata, plonjon hepsi uçtu gitti kafamdan hey gidi rehavet hey demek artık amca kategorisinde boy gösteriyorsun bu "taşnaksütyan mahallesinde" dedim, içerledim de biraz kendime!

sonra pollyana olup yağmurdandır dedim ve ilave ettim beyhude, iyi seçememiştir benim genç, diri o biçim gaslı edelelerimi. ikinci tesadüfteki sarışın toparlak velet de amca deyince yıllara karşı mağlubiyetin kaçınılmaz olduğunu anladık. hem de kendi sahamızda!ya işte böyle hay bey.

işin sahici kısmına gelince, sıcak bir kış gününün serin bir cumartesi akşamüstüsünde su gibi akan bu avare yıllar tarihe amca olarak kaydetti ben denizi.sırasıyle dayı, baba ve nihayet amca... ömrümüzün bir eşkenar üçgeni daha tamamlandı böylece.kareası tamamlanacak mı?bakalım. kısfmet!

sağlıcakla.

pendik , 24.01.2007


Continue Reading...

Hadi bana beni anlat MEHMET SAĞLAM

Sizlere eğlenceli, epeyce öğretici ve oldukça çözümleyici yeni bir e-postalaşma yöntemini takdim ediyorum: Hadi Bana Beni Anlat...
Aşağıdaki 20 basit soruyu yanıtlamaya başlar başlamaz; önce, dostlarımız hakkında ne kadar eksik bilgimiz olduğunu fark ediyoruz, ardından, kişilik tanımlarına dair pek çok şey bulup buluşturuyor ve yepyeni keşifler yapıyoruz. Dahası: Gelen yanıtlar, yorumlar ve takip eden yazışmalardan sonra en az dört önemli kazancımız ve maalesef (veya iyi ki) bir de kaybımız oluyor:

a- Dostlarımız hakkında belleğimizdeki boşluklar doluyor,

b- Soğumaya yüz tutmuş dostluk ilişkilerimiz tekrar ısınıyor,

c- Kişilikleri tanıma yöntemlerimiz değişiyor, zenginleşiyor,

d- Başkalarının bizi nasıl gördüğüne hayretle tanık oluyoruz,

f- Buna yanıt vermeyen veya vermek istemeyenlerin dost değil, birer tanıdık olduklarını anlıyoruz.
Aşağıdaki soruları yollayacağınız e.postanızın başına şöyle bir şeyler yazabilirsiniz:
Beni ne kadar tanıdığını, nasıl bildiğini öğrenmek istiyorum. Aşağıdaki soruları yanıtlayıp bana yollamadan önce, bu yazıyı hiç değiştirmeden tüm dostlarına yolla lütfen. Böylece her "kanka"nın eline, sana seni anlatacakları bir olanak vermiş ol; ama tek sözcük dahi silme ve değiştirme ki plânlanarak hazırlanmış bu soru demeti orijinal kalsın.
Hadi Bana Beni Anlat...
1. Senin tam adın:
2. Benim tam adım:
3. Biz nerede tanıştık:
4. Beni kaç yıldır tanıyorsun:
5. Beni ilk gördüğünde ne düşündün:
6. En son ne zaman görüştük:
7. Benim yaşım:
8. Doğum günüm:
9. Göz rengim:
10. Kardeşlerim var mı:
11. En belirgin müzik türü tercihim:
12. Evimde hayvan besliyor muyum:
13. Espri anlayışım hakkında iki üç kelime:
14. Beni hiç ağlarken gördün mü: (Nasıldım?)
15. Benim için bir takma ad yazabilir misin:
16. En beğendiğin yanım ne:
17. Dostluğum senin için neden önemli (sadece 1 cümle):
18. Ben şanslı veya şanssız biri miyim? Kaç puanlık (2 ile 98 arası):
19. Detayları görebilme yeteneğim (10 ile 99 arası):
20. Amaç ve hedef saptamadaki kararlılığım (2 ile 99 arası):
21. Organizasyon becerim (2 ile 99 arası):
22. Zihinsel kondisyonum (10 ile 95 arası):
23. Duygularımı kontrol derecem (5 ile 95 arası):
24. Stresle başa çıkma becerim (2 ile 99 arası):
25. Hayal gücümün gücü (5 ile 95 arası):
26. Öngörülerimin gerçekleşme oranı (%1 ile 99)
27. Dış etkenlerden etkilenme duyarlığım (25 ile 95 arası):
28. Kendime güvenim (2 ile 99 arası):
29. Bu yanıtlara göre beni kaç puanlık tanıyorsun (5 ile 97 arası):
30. Sence ben seni kaç puanlık tanıyorum (3 ile 97 arası):

Fotoğraf: http://www.creativityforkids.com/images/inspire_a_friend.jpg

Continue Reading...

Kırkınca, Kirkince, Çirkince ÖZLEM AKAYDIN

Gezmek için gittiğiniz yerlerde sürekli yaşama isteği duydunuz mu hiç?

Ya da bu yerlere karşı aidiyet duygusu hissettiniz mi?

Gönülden bağlandınız mı üç gün için tatile gittiğiniz bir yere?

Üç günle yetinmeyip tatili uzatmak istediniz mi?

Ve yıllar sonra özlem duyup da tekrar gidip görmek istediniz mi?

İzmir’in Selçuk İlçesi’ne bağlı ve Selçuk’a sekiz kilometre uzaklıkta olan eski bir Rum köyü olan Şirince’den söz ediyorum. Bana yıllar sonra eski bir dost gibi kendini özleten Şirince’den.

Ülkemin her bölgesi özeldir anlamlıdır benim için, ancak Batı Anadolu daha bir anlam taşır.

Uzun yıllar iç içe yaşamış, güzel dostluklar kurmuş insanların savaş yüzünden birbirine düşman olduğu,yine savaş yüzünden yaşadığı yerlerden vazgeçmek zorunda oldukları topraklardır oralar. İşte biraz da bu yüzden görmek istemiştim Şirince’yi yıllar önce.

Denizden yaklaşık 650 metre yüksekte olan, bir vadinin güney ve doğu yamaçlarına kurulmuş olan Şirince Köyü’nün kuruluşuna dair çeşitli söylemler var.

Kırk kişilik bir aşiret tarafından kurulduğu söylenen Şirince’nin kuruluşunun 5. yüzyıla kadar dayandığı rivayet ediliyor.

1924 Türkiye – Yunanistan mübadelesi öncesi 1800 haneli bir Rum köyü olan Şirince’ye mübadele ile birlikte Rum’ların ayrılmasıyla, Müştiyan ve Somokol köylerinden gelenlerin yerleşmesi sağlanmış. Adı Şirince olana kadar bir çok isim almış. ‘’ Kırkınca’’, ‘’Kirkice’’, ‘’Çirkince’’ gibi. Yine rivayete göre burada yaşayan halk, köyün güzelliğinden ötürü kimseler gelip yerleşmesin diye özellikle ‘’ Çirkince’’ diye adlandırmış köyü. En sonunda dönemin İzmir Valisi Kazım Dirik köye şimdiki adını ‘’ Şirince’’ yi vermiş.

Şirince’ye gidildiğinde ilk göze çarpan eski Rum evleri oluyor. Çok kısa bir süre içinde, doğanın bu güzel köye aslında biraz torpil yaptığını fark ediyoruz.

Denize kadar uzanan Efes Ovası, zeytinlikleri, bahçeleri ve üzüm bağlarının mükemmel uyumu, kelimelerle ifade edilemez bir duyguyla sarıveriyor yürekleri.

Huzur mu, dinginlik mi, doğa tutkusu mu tanımlanmaz bu duygu oralarda biraz daha kalmak, tatili biraz daha uzatmak, hatta mümkünse oralara yerleşmek isteği uyandırıyor.

Tarihi ve bembeyaz Rum evlerinin yanında, mükemmel çöp kebabı, ev yapımı şarapları, köy ürünleri, doğası ile bir daha hiç kopamayacak bir bağ oluşuyor Şirince’ye dair.

Cennet burası olmalı diye düşünüyor insan, tıpkı çocukluğunun önemli bir bölümünü Şirince’de geçirmiş, Yunan yazar Dido Sotiroyo’nun unutulmaz eseri ‘’ Benden Selam Söyle Anadoluya’’ da sözünü ettiği gibi: Şu yeryüzünde cennet diye bir yer varsa bizim Kırkınca – Şirince ‘nin cennetin bir parçası olması gerekir.’’

Mutlaka ama mutlaka en azından bir kez ( aslında bana sorarsanız birkaç kez) görülmesi gereken bu güzel Rum Köyü’ne yolunuz düşerse mutlaka gidin. Hatta yolunuz düşsün diye elinizden geleni yapın, pişman olmayacaksınız.


Fotoğraf: http://www.sirince-evleri.com/default.asp?L=TR&mid=149

Continue Reading...

Sıtma SERDAR ÖZDEMİR

Kendine küçümseyen gözlerle bakan saray doktorlarını çok görmüştü.. Bu bakışlara hazırlıklı olmasına karşın, Versay sarayının, benzerlerinden çok üstün, ihtişamından etkilenmiş olmasından belki, Fransa kralı 14. Lui ve doktorlarının karşısına çıktığında heyecanını gizleyememişti.. Sadece dokuz yılda eczacı çıraklığından şu anda olduğu noktaya nasıl geldiğine(her anını planlamış olsa da) kendi bile inanamadığı anlardan birini yaşıyordu..
Kral Lui, hiçte beklemediği kadar genç görünümlü bu doktoru(aslında ne tam anlamıyla doktor, ne de göründüğü kadar gençti..) karşısında gördüğünde umutsuzluğa kapılır gibi oldu.. Yine de kendini toparlayarak, İngiltere kralının doktoru olan bu gencin eline hararetle sarıldı.. Böyle bir davranış, devasa boyutlardaki salonda bulunanlar için tam bir süpriz olmuştu.. Dr. Talbor, terli elleri kralın avuçlarında, dizlerinin üzerine çökmüş, yakında göstereceği başarıyı düşünerek heyecanını yatıştırmaya çalışıyordu..
“Saygıdeğer şövalye, siz ki kadim dostum, İngiltere kralı Charles’ın saygı ve güvenini kazandınız.. Tek oğlum, Fransa tahtının varisini şifalı ellerinize emanet ediyorum..” Lui bir çırpıda konuştuktan sonra, baktığını bir hiç olduğuna inandıran, aristokrat ifadesini yüzüne tekrar yerleştirip salondan çıktı..
İşini yapıyor olmanın verdiği özgüvenine tekrar kavuşan Sir Robert Talbor, Fransız doktorlardan sıtmaya yakalanmış hastası ile ilgili bilgileri aldıktan sonra üstünlüğünü kabul ettirmek için hamlesini yaptı; “Siz baylar sıtmanın ne olduğunu bilebilirsiniz, ben bilmiyorum.. Ama onu tedavi ediyorum, ya siz?”
Kral Lui oğlunun hayatından endişelenmekte son derece haklı idi.. Pers kralı Büyük İskender’i öldüren, Mezapotamya, ve Antik Yunan uygarlığının yeryüzünden silinmesine, Büyük Roma İmparatorluğunun yıkılmasına neden olan, tıp biliminin tanımladığı ilk hastalıklardan biri, sıtma, yaklaşık 30 yıldır Avrupa’yı pençesine almış, on binleri yok ediyordu.. Lui de çocukluğunda bu hastalığa yakalanmış ve Güney Amerika’da misyonerlik faaliyetleri yapan Cizvit papazlarının Avrupa’ya getirdiği “kınakına ağacının” kabuğu(bu gün de sıtmanın tedavisinde kullanılan, “kinin” adıyla bilinen ilacın etken maddesi) ile iyileşmişti.. Ancak geçen yıllarda Cizvit tozunun tedavide etkisiz olduğuna inanılmıştı.. Aslında doktorların/papazların bilmediği, sıtmanın birden fazla tipte hastalık yapma şeklinin olduğu ve kullanılacak kınakına tozunun miktarı idi..
İşte böyle bir ortamda, 1670 yılında İngiltere’nin güneyinde, Essex adı verilen bölgede yaşayan, genç bir tıp öğrencisi ve eczacı çırağı olan Robert Talbor, “Ateşli Hastalıklar Uzmanı” olduğunu duyurarak, Londra’da süratle ün kazanmaya başladı. "Piretoloji, ya da sıtmanın sebebi ve tedavisi" adlı bir de kitap yazan Talbor, kitabında "cizvit tozu ya da peru tozu" olarak bilinen ilaç ile yapılan tedavinin tehlikelerinden bahsediyor, formülünü gizli tuttuğu kendi ilacının hastalığı kesin tedavi ettiğini yazıyordu.. Essex deniz kenarında, aynı zamanda içinden nehirlerin geçtiği “sulak” bir bölgedir.. Sıtma hastalığının taşıyıcısı olan sivrisinekler bu bölgede çok sayıda bulunmakta ve yüzlerce İngiliz’i hasta etmekteydi.. Talbor, “sıtma salgınının görüldüğü bir deniz kıyısında, kendimi alkışlıyorum” derken, aslında fırsatçılığını gözler önüne sermekte idi..
Ünü yayıldıkça, talep ettiği tedavi ücreti astronomik rakamlara ulaştı.. Bu başarısı Kraliyet Tıp Akademisi'ni kızdırmaya başladı ve kendisine karşı cephe alınmasına yol açtı.. Bu sırada, Kral 2. Charles sıtmaya yakalanınca Talbor saraya çağrıldı..
Kralın iyileşmesinden sadece birkaç hafta sonra, 27 Temmuz 1672’de şövalyelikle onurlandırılan Robert Talbor, kralın özel doktorluğuna getirildi. Talbor artık asilleri tedavi ediyordu.. 1679 yılında, Fransa Kralı 14. Lui'nin hayatta kalan tek oğlu sıtmaya yakalanınca Kral 2. Charles, Talbor'u Paris'e gönderdi..
14. Lui, oğlu iyileşince Dr. Talbor’u çeşitli hediyelerle ödüllendirdi.. Ancak doktorun gizli formülünü ele geçirmek istiyordu.. Bunun için kendisine 3000 Fransız altını vermeyi kabul etti.. Talbor, Paris'te hatırı sayılır bir servete kavuşmuş oldu.. Yaptıkları anlaşmaya göre formül kralla, doktor arasında kalacak ancak Talbor öldükten sonra açıklanacaktı..
1681 yılında 39 yaşında öldüğünde Talbor'un formülü gazetelerde yayınlandı; "6 dirhem gül yaprağı, 2 ons limon suyu, kınakına kabuğu tozu ve şarap" Hastaları şaşırtmak için arada bir kullandığı şarabı değiştiriyordu.. Aslında tek yaptığı kınakınanın dozunu yüksek tutmaktı.. Böylece sıtmanın tipi ne olursa olsun formül işe yarıyordu.. Ölümünden sonra Talbor'un adı şarlatana çıktı. Şarlatan olduğu doğruydu. Zira doğru dürüst tıp eğitimi görmediği halde doktor olduğunu ilan etmişti.. Kendi formülünde kullanmasına rağmen kınakına kabuğunu kötüleyip başkalarının kullanmasını önleyerek, kendi yaptığı ilacı alamayacak durumdaki binlerce hastanın ölümüne sebep olmuştu.. Bütün bu sahtekârlık hikâyesine rağmen tıp tarihçileri, Talbor olmasaydı, bu ilacın yaygın kullanımının yıllar değil asırlar alabileceğini belirtmektedirler.. Böylece 17. yüzyılın sonlarında Kınakına kabuğu "Peru Tozu" adıyla İngiliz Farmakopesi'ne(tedavi etkinliği kesin olarak kabul edilen ilaçların formüllerinin ve ilaçla ilgili diğer bilgilerin olduğu kaynak) girmiş oldu..
*Bu yazı, yüzde 90'ı tropikal Afrika'da olmak üzere, zaten her yıl 1.5-2.7 milyon kişinin ölümüne yol açan, sıtma hastalığının, "etkeninin güçlenmesi ve birçok ilaca karşı direnç geliştirmesi sonucu, dünyanın gelişmiş ülkeleri için de bir tehdit haline geldiği" şeklindeki, basında yer alan haberler üzerine, yazılmıştır..
*Yazının ilk bölümü kurgu olup, Robert Talbor’un yaşantısı ile ilgili bilgilere aşağıdaki iki kaynaktan ulaşılmıştır..
http://www.pubmedcentral.nih.gov/articlerender.fcgi?artid=1034677
http://www.herbalistatabay.com/kinin.htm
Continue Reading...

Yol'a dolmak ÜÇ NOKTA

Hayat bir otoban olsa sol, orta ve sağ olarak üç şeride ayrılsa neler çıkar ortaya? Otoyolda araba sürenler, yola bir kez girildiğinde istenildiği anda artık oradan çıkamayacağını bilir. O yolda ilerlemek demek, canınızın çektiği anda tali bir yola sapamamak, geriye dönememek, mecburi istikamette ilerlemek demektir. Yol mecburiyettir hani, böyle bakınca onun yerine bazen çalıştığımız iş, yaşadığımız ilişki, sürprizlere pek de açık olmayacağını bildiğimiz bir gün…-hatta yarın, öbür gün- en kötüsü bütün ömür koyulabilir.

Düşülmüşse bir kez yola, daha hızlı ve sorunsuz yolculuğu, mutlu bir patikada yürümeye tercih eder, belli bir hızda ilerlemek durumunda kalırız. Uyulması zorunlu kuralları vardır yolun:Azami ve asgari. Çok yavaş ve çok hızlı gidemezsiniz, her ikisinde de sorun çıkar.Ezerler ya da yoldan çıkarsınız. (bunları da, yaşamın sevimsiz sorumlulukları olarak alsak)



Otoyolda ilerlerken yolun şeridine göre karakter analizi yapılsa ne denir acaba? Yolun solunda ilerleyenler hayata daha alışık, düzenle barışık, zamanla yarışan hız körleridir mesela. Gazdan ayağını çektiklerinde hayatın durduğu sanısına kapılabilirler. Önlerinde kendi hız ibrelerinden düşük olanlarla aynı kulvarda ilerlemelerine tahammülleri de, zamanları da ,düşünceleri de yoktur.Yavaşsan, yol vermek zorundasındır.-“Yol ver” diyen bundan açık bir haz, bir ego tatmini, birini arkada bırakıp, geçmiş olmanın verdiği bencil bir iştah duyabilir-




Son model arabalarıyla orta şeritten gidenler, daha garantili yaşamı tercih edenlerdir.Arabada çocuk olabilir, aile boyu gidiliyordur -öyle ya, aile daha yaşama bağlayıcıdır- Kimileri güvensizlik taşır. Motoru boğmak pahasına , ayağı gaz pedalından uzakta hep frene basacakmış gibi tetikte olur. Yanlarından rüzgarla geçenler içlerini ürpertir, başlarını döndürür. Daha sıkı sarılırlar direksiyona.Her iki yanından akan yollara eşit mesafede durur -sol şeridin davetkar akışına kaptırıp direksiyonu oraya kırmazsa - hayatı orta yol mutluları olarak tamamlayabilir belki de.




En sağdakiler yolun kahrını çekenlerdir. Başkalarının bir kaç saniyede geçtiği yokuşu yarım saatte devirmek, uçarcasına geçiliveren bir inişi yine aynı hızla temkinlice inmek mecburiyetindedirler. Kolay olanı değil, zoru yaşarlar. Onlar, yol bilgeleridir. Hızlı gidenin tepetaklak yoldan çıkışına tanık olur, yolda kalana destek olur, yolun her halini bilenlerdir.




Otoyolun daha hızlı ve sorunsuz yolculuk vaadetmesinden başka birşey düşünmeyenler, yükseklerde seyreden hız ibresinin altına düşmeden hep aynı süratle sol şeritte hayatını çürütenlerdir. Hız eskileridir onlar, dönmekten kanatları eskimiş rüzgar gülleridir. Sağa çekip soluklanmayı, hayatın yavaş yaşanılarak da tadının çıkarılabileceğini düşündüklerinde, artık çok geçtir.



Hayat üç şerit dedim ya...Bakmayın siz bana! Değil aslında. "Başka bir yol mümkündür" diyenler için değil! Yol seçilir. Kimimiz otoyolun kâh ortasına, kâh soluna savrularak, bazen sağa çekip soluklanarak, kimimiz stabilize, kimimiz patikayı seçerek tamamlarız yaşam yolunu.Seçimlerimizle ilerler, tökezleriz...




Bir “yol” dan çıkarılacak ne çok şey var. “ Hayat bir varış değil, yürünülen yolsa ” bazen otoyolun güvenli konforundan uzakta kuş ve su sesleriyle dolu mutlu bir patikada ilerlemeli, sakin yolda olanlar da gürül gürül akan hayatın farkına varabilmek için dalmalı belki de akıveren bir otobana.



Çünkü yolun anlatacağı var. Tüm bunların ötesinde herşeyin "yol"da anlaşılacağı hissiyle doludur insan.




Ezber bozdurur.




O sebepten arada dayamalı kulağı başka yollara, unutmalı kalbi orada.


Continue Reading...

Söz uçar yazı kalır YEŞİM ÖZDEMİR

“Sevgili arkadaşım ...….. Bana kalbin gibi temiz bu sayfayı ayırdığın için sana teşekkür ederim. Hayatın sarp ve dikenli yollarında, hiçbir engele takılmadan ilerlemeni dilerim…” Bu üç cümleyi, kaç hatıra defterine yazdığımı hatırlamıyorum bile. Üstelik o zamanlar “hayatın sarp ve dikenli yolları” tanımlaması, bana ya da yazdığım arkadaşıma o kadar uzaktı ki… Hayat ne kadar zor olabilirdi zaten? Hiçbir fikrim yoktu… Ne kadar eğreti ve ne kadar bilindik… Sadece, kimin başlattığını bilmediğim bir mektup zinciri gibi; sorgulamadan, düşünmeden kurduğum cümlelerdi benim için…

Geçenlerde , eskilerimi koyduğum çekmecemi karıştırırken, hatıra defterim elime geçti. Üzerinde beyaz bir gecelik olan küçük bir kız ve mavi beyaz çizgili pijama giymiş bir erkek çocuk resmi vardı kapağında. Ayaklarında , onlara büyük gelen birer terlik olduğunu farkettim… Kızın elinde bir buket çiçek; erkek çocuğun elindeyse saksıda bir sümbül ; yanlarında da muzip bakışlı tekir bir kedi! Pembe kareli sayfaları olan bir defter…Biraz uçları kıvrılmış ama hala çok da eski görünmüyor. Her bir sayfanın kenarına renkli kalemlerle kenar süslemeleri yapmışım.

Öncelikle annem, babam ve kardeşlerime yer ayırmışım. Annemin titrek bir el yazısıyla yazdığı , beni ne kadar sevdiğinden bahsettiği satırları okuyorum gülümseyerek. Nasıl da naif! Sonra babamın , büyüdüğümde dürüst , erdemli ve onurlu bir insan olmamı öğütlediği cümleler çıkıyor karşıma. Belli ki her zaman yanında taşıdığı lacivert dolmakalemiyle yazmış.Gözlerim doluyor… “ Senin istediğin gibi bir insan olmaya çalışıyorum babacığım! ” diye düşünüyorum. Dikkatlice katlanmış bir kağıt buluyorum tam da o sayfada… Babam ölmeden önce , son doğum gününde yazdığım, yine kenarları süslü bir şiir… “Bunu da onun diğer eşyalarının yanına mı koymalıyım? “diye düşünüyorum. Sonra bu fikirden vazgeçip, tekrar özenle katlayıp, bulduğum yerde kalmasına karar vererek sayfayı çeviriyorum usulca…En büyük ablam, artık genç kız olduğu için , çok romantik cümleler kurmuş. “İleride aşık olacaksın, bulutların üstünde uçacaksın” türünden. Özellikle de elinde kırmızı gül tutan genç kız resmi olan bir sayfaya yazmış... Ahh ablacığım, o da yaşadıkça gördü, yaşamın hiç de beklediği, hayal ettiği gibi olmadığını. Diğer ablam ise aşksız meşksiz , hayatta daima mutlu ve başarılı olmamı dileyerek, bir mani ile son vermiş sözlerine : “Ben haaa! Seni haa! Unutmak haaa! Aslaaa!” Küçük kardeşim, yazmayı yeni öğrendiği için, kargacık burgacık yazısıyla yaptığı yaramazlıklar için özür dilemiş ve komik bir de hayalet resmi iliştirmiş sayfanın alt köşesine… Çok şirin…

Sonra sıra sınıf arkadaşlarıma gelmiş. Çok sevdiklerimin yanına daha fazla çiçek, kelebek resmi çizmişim. Hemen hemen hepsi de benim , hayatın sarp ve dikenli yollarından kolayca geçmemi dilemişler. Henüz ilkokula giden çocukların, hayatla ilgili , boylarından büyük cümleler kurmaları ne kadar da tuhaf aslına bakarsanız! Hepsi hayatımda başarılar dilemiş, kimileri çirkin olan yazılarından ötürü özür dilemişler. Arkadaşlığımızın bir ömür boyu sürmesi dileklerini belirtip, bir hatıra defteri klasiği haline gelen manilerle yazılarına son vermişler…

“Sepet sepet yumurta



Sakın beni unutma



Unutursan küserim



Gözlerinden öperim…”



“Ördek suya dal da gel



Yeşim’i al de gel



Eğer gelmezse



Resmini çal da gel…”




“Hayat bir gemi



Yoktur yelkeni



Unutma beni



Unutmam seni…”




“Dünya hoştur



Gerisi boştur



Elinde dizgin



Koştur Yeşim koştur…”



Yaşamımızın dizginleri dilerim hep elimizde olur…Haaa bu arada! Hayatın sarp ve dikenli yollarına da dikkat edin! Benden söylemesi:)

Fotoğraf: http://studenthacks.org/wp-content/uploads/2007/11/thesis-paper.jpg


Continue Reading...

24 Ağustos 2008 Pazar

SERBEST RADİKALLER SAYI 18

Continue Reading...

Islak ve karanliktu gece FARUK SÜRENER

Deyerli aydinluk sever dostlarum. Geçen hafta sonu bi öykü yazmaya başlamişidum. Özetle, genç bi adam gece vakti yağmur altinda sokakta bekliyordu. Şimdu bu özetu duyan kimu kendini bilmezler, “Neee! Ne yani, tam 5 paragraf suren geçen haftaki yazinun özetu bu kadacuk bi cümle mi? Ben Tarik’u bu şekilde bilmezdum. Tutun çikuşlaru, kandirilduk, parami geri isteyrum.” şeklunde panik yapabilurler. Kulak asmayun bu arkadaşlara. Maharet tek cümleden 5 paragrafi sıkmadan yazabilmekte deyil mi zaten daa!? Bak bak bi de diyorlar ki “Ben Tarik’u bu şekilde bilmezdum” Ula sen kendinu bilmezin tekisun, beni nerden bileceksun! Töbe töbe, yazinun başinda da olmaz ki canim!
İSLAK VE KARANLİKTU GECE (2)
Genç adam sokakta bi oraya bi buraya yürüyordu. İçundeki sıkıntuyu ayak adimlarinun su birikintilerune basarken çikardiğu sesle bastirmaya çalişiyordu. ‘Şilap şilap’ sesleru çocukluğundan beru hoşuna ciderdu. Bu hoşlaşma duygusu içindeki sıkıntıyı belki bastirurdu. Ama çoraplari islanaydu da haberi yoktu enayinun.
Genç adamin bulunduğu sokak büyuk bi devlet hastanesinin çikuş kapisuna bakayidu. Daha doğrusu sözkonusi hastanenun çikuş kapisu sokağa bakayidu. Neyse işte sokakla kapi bakişiyorlardu ozetle.
Adamimuz (artik öyküde epeyce yol aldik ya, samimiyet kurabiluruz “genç adam” yerune “adamimuz” diyerek) tam 12 saat kadar önce o hastanenun bahçesinde hayatinun aşkiyla tanişmişidu. Evet büyuk bi aşkla tutuşmaya başlayali henüz Yirmi4 saat bile olmamişidu. Orada, o sokakta, o yağmur altinda beklemesinun da tabi ki bu koniyla ilcisu varidu. Acaba nasil bi şey olmiştu da oyle olmişidu?
Akşam üstu adamimuz (bak işte ne cüzel samimiyet kurduk di mi “adamimuz” diyerekten. Ne oyle “genç adam şoyle yapti, genç adam boyle yapti” bence biraz yapmacik olayidu. Ben yazida içtenliğu severum) evet adamimuz... heyt be koç gibi adamimuz var daa! Neyse hastane bahçesindeki büfeden bi sigara alacak idu. Tam büfeciye seslenecek iken birden bire arkasindan hayatinda duyduğu en cuzel bi sesle bi hanim seslendu, “Afedersiniz, babam çok hasta ve ben de ona refakat ediyorum, şimdi ona su almak için onu odada yalnız bıraktım, sıranızı bana verir misiniz?”
“Allahum! Yoksa melekler konişabiliyor miydu?” diye düşündu içinden “Eyer ki melekler konişabilse bundan daha cuzel bi sesleri olamazdi!” diye düşünmeye devam ettu içunden. Arkasinu döndu sesun sahibisi kadina bakti.. vee...
“Gene Allahum! Gene ben Allahum, bi sorum daha var. Bi insan nasil bu kadar cuzel olabilir?” diye düşundu içinden. Sonra içinden “Ula hakkaten çok cuzel bi kari” derken genç kadina da “buyrun siram sizun” dedu. Daha doğrusu oyle olduğuni sandi. Kadin “Aaa manyak mısınız?” deyunce farkettu durumu. Aşkindan eli ayağuna dolanmiş, aşiru heyecandan şaşirmişidu. Yani genç kadina “Buyrum siram sizun” sözünu yanlişlikla İÇİNDEN söylemuş. Kadina da –yüzune baka baka- “Ula hakkaten çok cuzel bi kari” diye sesli sesli söylemişidu. Adamimuzla samimiyeti kurduğumuza göre artik direk hiyarlik yaptiğinu soyleyebiliruz.
Kadin elinun tersiyle adamimizu kenara itip büfeden suyunu aldiktan sonra adamimiz kadinun omzina dokundi hafifçe, “afedersinuz” dedu, kadin döndu ve kahramanimuz bir çift gözle (Biri kahverengu, diyeri yeşil olan gözle) gözgöze geldi. “Pardon, ben hayatimda ilk defa bi melek cördum de... ondan yani... demem o ki, çok o kada cuzelsiniz ki.. çarpildum galiba” dedi. Genç kadin bu şaşkin adama gülümsedi. “Kusura bakmayın, ben de biraz stresliyim” dedu. Adamimuz gözlerinu kadindan ayiramadan “Oyle mi neyinuz var?” dedu. Kadin da genç adamdan etkilenmişidu. O da gözlerinu bizim kankadan ayiramadan yanitlamişidu “Babam hasta ya, ondan stresliyim” dedu. Adamimuz kadinu gözleruyle okşar cibi sordu, “Babanizun nesu var?” Kadin derun bi iç çekti, “Kakasi var” dedu. Sonra kendinu toparladi ve “..yani ağır şekilde ishal de... Ay çok utandım, bu romantik ortamın içine s.çtım... Bak gene yaptım ayyy...” dedu ve hiçkiruklarla ağlamaya başladu.
Adamimuz genç kadinun koluna dokundi yan taraftan “Hadiii, bunda üzulecek bişey yok daa!” dedu. “Hepimizun kakasi gelir, bu ayip bişey deyil” dedu gülumseyerek. Sonra koniyu değiştirdu. “Ne kada ilgunç gözlerinuz var, kime çekmiş acaba?” diye sordi. (Hatirlarsanuz kadinun bir gözü kahverengu bir gözü yeşil idu). “Babama” dedu kadinimuz (ee artik o da yabanci deyil). “Hancisu babaniza çekmiş” dedu adamimuz. “Efendim anlayamadım” dedu kadinimuz. “Yani diyrum, babaniz Van’li mi?” dedu. “Ha!?” dedu kadinimuz. Adamimuz, “Hani Van kedisi olur ya sizinkisi de Van babasi herhalde” dedu. Kadinimuz sadece “???” işareti yapti çifte renkli gözleruyle. “Yani kahverengi olan sağ gözünüz mu babaniza çekti, yeşil olan sol gözünüz mu?” dedu adamimuz ve kadinimuz birdenbire durumun farkina vardi. Varir varmaz da gene utandi, “Hii lensimin teki düşmüş. Aman Allahım gene size rezil oldum di mi?” dedu ve hiçkirarak ağlamaya az önce biraktiğu yerden devam ettu. Adamimuz gene kadinimuza yardim etmek istedu “Olabilur, hepimiz lensimizu düşürebiliruz, bu da ayip bişey deyul” dedu.
Kadinimuz hiçkiriklarinu biraz olsin azaltarak “Sizin de mi lensiniz var” diye sordu. Yok ama annemin var, akşamlari su dolu bi kaba koyuyor. Mesela geçen gün o lens kabinu düşürdum ben de” dedu.
Kadinimuz “Eyvah babam!” diye irkildi birden. Odada oni yalniz biraktiğinu hatirlamişidu. Koşarak uzaklaşti oradan..
2. BÖLÜMÜN SONU
Ula o kada yazdim yazdim gene gelemedum öykünun sonuna. Devaminu daha sonra aydinlatacağum.
Hoşçakalun daa!Tarik (Toplum Aydinlaticisu)
Continue Reading...

Aradiginiz kisiye su anda ulasilamiyor FULYA

Öğle arası. Ofiste kimse yok. Onunla rahatça istediğim gibi konuşabilirim. Arıyorum onu. Duygusuz bir kadın sesi "Aradığınız kişiye şu anda..." diye başlıyor devam etmesine izin vermeden kapatıyorum. Kendimi onunla konuşmaya öyle şartlamışım ki birden öfkeleniyorum. Beş dakika sonra tekrar arıyorum. Yine aynı ses. Sonra araları uzatarak yine yine yine ve defalarca...

Saatler geçiyor. İş bitiyor eve geliyorum. Telefondaki kadın sesi beni iyice delirtiyor. "Aradığınız kişiye..." Kendi kendime söylenmeye başlıyorum. Akşam oldu. Yorgunum. Gün içinde bin ayrı şeye fena halde sinirlenmişim ve hala sakinleşemiyorum. Aradığım kişiye hala ulaşamıyorum. Endişe katsayım artıyor ve buna bağlı olarak da baş ağrım... Odanın içinde bir o yana gidip geliyorum. Oyalanmak için bir şeyler yapmalıyım diyorum. Evet mutlaka bir şeyler yapmalıyım yoksa gerçekten çıldıracağım. Bir yerde okumuştum, buna zihinde büyüten sendromu diyorlar. Yani bir kaynak buluyorsun ve onun üzerine felaket senaryoları yazıyorsun. Ben ise buna zihinde büyüten yerine negatif yaratıcı zihin, ihtimaller üzerinde çok duran zihin, haberlerden olaylardan çok fazla etkilenip yarı manyaklaşmış zihin demeyi tercih ediyorum.

Bu kadının sesini duymaktan bıktım çünkü aradığım ses onun sesi değil. Sonunda bir mesaj atıyorum. Mesaj ona ulaştığında telefonun erişilebildiğini iletim raporundan anlayabileceğim. Elimde kitabım öylece boş boş sayfalara bakıyorum. Okuduğum satırların hepsi birer felaket senaryosuna dönüşüyor. İlk paragrafta bir trafik kazasından söz ediliyor. Parçalanmış bir araba ve yerde yatan bir adam. Delirmek işten değil. Sonra aileden birine aniden korkunç bir şey oluyor. Elimi başımın üstüne koyuyorum. Aklım her an çıkabilir yerinden. Telefonu elime alıyorum. Hala gözümün önünden felaketler zinciri geçip gidiyor. Gözlerimi kapasam ne yazar...Zihnimin içine bir güzel yerleşmişler o korkunç senaryolar. Kaç kaçabilirsen. Telefonda iletim raporu hala yok...

Biraz salona geçiyorum. Annem ve anneanneme takılırsam belki zihnim bir başka yöne kayar diye umut ediyorum. Salonun kapısını açar açmaz yüzümde polis sirenleri patlıyor. Televizyonun sesi çok fazla.Ya da benim algılamam aşırı düzeyde. Anneannem bu kadar sakin olduğuna göre sorun ben de. Anneannem "vah yavrum vah" diyor televizyona bakarak. "Ne olmuş" diyorum "Ne olacak yine trafik kazası" diyor. Allah'ım beni mi sınıyorsun? Hemen çıkıyorum bakamıyorum televizyona. O anda telefonumdan bir mesaj sesi geliyor. İletim raporu...Hemen arıyorum. Sesim öyle endişeli ki bastıramıyorum bile. "İyi misin?" diyorum "İyiyim beş dakika sonra konuşalım" diyor. Hayatta olduğunu bilmenin rahatlığı ve "neden beş dakika sonra dedi"nin huzursuzluğuyla bekliyorum. Tekrar konuştuğumuzda bulunduğu yerde telefonun çekmediğini söylüyor. Artık kontrol edemiyorum kendimi. Korku insanı nasıl çılgına çevirirse, onun iyi olduğunu duymak sevinçten insanı ne yaptığını bilmez hale nasıl sokarsa o haldeyim.
Tüm sakinliğiyle benim deli gibi bağırmalarımı dinliyor ve gülüyor. Özür diliyor ve ekliyor "Herşeye rağmen merak edilmek güzel"

Fotoğraf: http://www.deviantart.com/print/445443/
Continue Reading...

Menekse, kanarya, balkon ve kesilen bilekler KEREM OGUZ

Bazen bu beden yetmiş yaşında bir kadının ruhunu taşıyor gibi hissediyorum şekerim. Sana söylüyorum sevgili günlük. Erkek de değil evet, bir kadın. Benim yerime anneannem geliyor gibi iş yerime. Sabah kapımı açtığımda gördüğüm manzara şu; devasa masamın bir köşesinde yetiştirdiğim nane,reyhan ve çeri dometeslere yeni aldığım arnavut biberi katılmış, parti yapıyorlar. Pembe çiçekli kaktüs dersen o zati bir demirbaş. Azıcık bir yer kaldı masamda oraya da menekşe düşünüyorum. Mekekşe şart, domates ve biberin mevsimi geçtikten sonra o pastel güzelliğine bakıp bakıp dalayım, dalıp da oradan çıkmayayım diye... Biraz daha özgürlük alanım olsa arkamdaki duvara bir kafes ve kanarya almak istiyorum ama pek mümkün gözükmüyor. Belki ileride kendi odama sahip olacak bir böyük adam olursam... Kanarya da alırım.



***


Kanaryalarla aram hep iyiydi. Dedemin küçücük evinde yedi sekiz kanaryası olurdu. Gerçi sıcaklarda evin kümes gibi koktuğu olurdu ama o bıcırtıları yok mu onların, kulaklarımızı burnumuza baskın ederlerdi. Gülün dikene rağmen sevildiği gibi, kanaryada pisliğine rağmen sevilir. Şaşılır kanaryaya ve onun gagasını açtığında içeriden çıkan çoşkulu yüksek desibelli, tabiat ana estetiği ile bezenmiş şarklarına. Ben kanaryaları çok özledim ya.




***


Sadece dedemin evinde değil bizim evde deher daim en az bir kanarya olurdu. Çok ayrı bir zevktir kanaryaya bakmak. En uzun süreli ev arkadaşımız "boncuk" on yıl kadar yaşadı. Sağlam öterdi, makarayı bir koyverdi mi apartmanı yıkardı, sokak başından ve hatta ne sokak başısı, te öte sokaktan duyulurdu ötüşü. Komşuların ötmeyen kanaryaları zamanla bize gelirdi Boncuk'tan ders alsınlar diye. Var böyle bir şey, usta çırak şeklinde yayılır kanarya makarası. Bir keresinde mahallede toplarımızı kesmekle mükellef, özünde iyi insan ama kafası patırtı kaldırmayan kel Kani amca babama bir kuş getirdi, şunu biraz boncuğun yanına koysak diye... Velhasıl iki üç haftaya kalmadan gelen küçük turuncu kuşun dili bir çözül... Durdurabiline aşk olsun. Boncuk ile karşılıklı geçip yarışıyorlardı. Gelen her sesi bastırmak gibi bir narsist tarafları vardı. Hani koroda sesini diğerlerinin önüne atan arsız çocuklar gibiydiler. Televizyonu mu açtın, yarışıyorlar. Zil mi çaldı, hemen ötüyorlar. El ele, pardon kanat kanata verip elektrik süpürgesini bastırdıkları bir gün vardır, işte o gün bizim hayrete düştüğümüz gündür.


Kani amcaya kuşu geri verdik, düetleri ve rekabetleri balkondan balkona devam etti.




***


Balkondan balokona, camdam cama devam eden muhabetlerin tadı ayrı oluyor, yerlerini hiçbirşey dolduramıyor. Vakti zamanında mahalleden bir abimiz bizim üst kattaki bir ablamızı ayartmaya çalışıyormuş. Şimdi ben tabi balkonda otururken üst katımdaki ablayı değil karşı apartmandaki abiyi görüyorum. Abi tuhaf hareketler yapıyor. Bir anlam veremiyorum. Bir şeyler işaret ediyor, ben bana yapıyor sanıyorum. Ben de ona işaret ediyorum bir şeyler. O üst kattaki abla ile konuşuyor, ben biz konuşuyoruz sanıyorum. Bir dönem böyle devam etti. Ne şekilde sudaki aksine bakan maymun gibi kendi kendime takıldığımı fark ettiğimi hatırlamıyorum. Hatırladığım şey şu, bu ikisi sonra flört ettiler ve hatta evlendiler de. Ama sonra kız bu herifi terk etti. Çocukları falan da vardı. Herif de bileklerini kesti ama ölmedi. Sonra barışmışlar diye duydum. İşte o abinin kardeşi demişti ki, bilekleri kesmenin çok garantili bir yolu varmış, o şekil kesince kan kaybı az oluyormuş ve seni rahat rahat kurtarıyorlarmış. Ama yakınların tabi ölcen diye çok korkuyormuş falan sana acayip sevgi gösterisinde bulunuyorlarmış.




Nasılımış o yöntem dedim, söylemedi. Ama sanki herkesin bilmesi gereken bir yöntem gibi geldi bana.




Herkes demişken, menekşe, kanarya ve balkondan sohbet etmeyi seven herkesin...




K.


Fotoğraf: http://www.pet.gen.tr/2002/resim_galerisi/kanarya.jpg
Continue Reading...

Gunbatiminda huzun MEHMET SAGLAM

Rüzgârlı bir Ocak günü, Çeşmealtı tepelerinin arkasından yapayalnız batan bir gün saatinde, bir küçük taş evin geniş bahçesindeki o kadın, çocukluk yıllarından kalan o masum nostaljiyi yaşamak, beynini kemiren o hınzır düşünceleri rüzgâra vermek için sanki ağaçları taciz edercesine esen o güçlü kış yeline inat olsun diye, korkak ve titrek uçurtmasını havada tutmanın telaşlı keyfini yaşamaktaydı.



Afrika'dan gelmekte olan tozlu kasırganın rengine bürünmüş pembe bulutlarsa, kendilerine kuyruğunu sallayan mavi uçurtmanın farkına bile varmadan, süzülerek şekilden şekle girmenin zevkini yaşıyorlardı. Kadının saçları da bu doğa dansına uymuş, ağaçların eğildiği yöne doğru saçak saçak dalgalanıyordu. Vücuduysa elindeki ipin kuvvetli çekimi ve deli rüzgârın itişiyle, kaybolmuş bir çocuk gibi panik içinde koşuşturuyordu.





Güneşin simyacı gücü bu dansı birdenbire bambaşka bir tabloya dönüştürdü. Uçurtmanın mavi yüzü bir yağmurlu buluta döndü, kireçli beyaz toprak karardı ve kadın da uçurtmanın ipini makarasına dolamış, ezgili bir çıkrık oluvermişti aniden. Yağmursuz bulutlar çağırmaya başladı yağmurlu bulutu. Yağmurlu bulut ipini tutan çıkrık ve haykıran çağrılar arasında bir yerlerde asılı ve hareketsiz kalmıştı gökyüzünün sonsuzluğu altında.




Yağmurlu bulutun duyguları yamandı. Onun doğasında özgürce gezinen seyyahlık vardı. Şimdiyse çıkrığın ipi ve ruhunu okşayan ezgileri bir yanda, yağmursuz bulutların çağrıları öte yanda onu bir mengenede sıkarcasına eziyordu.





Ezgili çıkrığın lirik sesindeki mısralar öyle yabana atılır cinsten değildi:





Bazen kalmak,


Gitmekten daha fazla


Cesaret ister.


Kısır bulutların


Ve deli rüzgârların


Peşinden gitmektense;


Bir yere


Veya birine


Ait olmayı


Denesene!






Fakat ezgili çıkrığın hüzünlü sesindeki duygu yoğunluğu, yağmurlu bulutun bu söylemlere kapalı kulağını açamadı ve pamuktan yüreğini yeterince titreştirip suyunu oraya boşalttıramadı.




Belki de o sadece gölgelik bir buluttu. Ya da kıraç topraklarda suya hasret birileri olduğunu biliyordu. Belki de kızgın güneşten kavrulanların ezgilerini duyuyordu. Veya bir başka çıkrığın uzun halatı olup, onun kuyusunun karanlıklarına gizlenmiş kovasını çıkarmak hevesindeydi. Kim bilir?




Belki de kapıyı kapatarak hayatından çekip giden birileriyle karşılaşmadan ezgili çıkrığın nağmeleriyle asla titremeyecekti yüreği.




İp gerildikçe, ezgili çıkrığın umutları buharlaşıyor ve sesi, deli rüzgârın uğultusunda kayboluyordu.




Ama o, sevgi ve erdem doluydu. Sevdasından aldığı güçle umutsuzluğu umuda dönüştürmeye başlamıştı bile. Hiç kızgınlık duymuyordu artık. Ve, bir şairin dizeleriyle son bir kez daha seslendi yağmurlu buluta:




“Biliyorum gideceksin,


Bana uğradığın da yeter.


Umuyorum seveceksin,


Bana vermediğin de yeter.


Git, hadi git, göreceksin,


Sevgim, ikimize de yeter.”




Ve batan güneşin simyası kaybedince büyüsünü, daha fazla dayanamadı ezgili çıkrık, salıverdi ipini uçurtmasının. Bir müddet hayretle bakakaldı yağmursuz bulutların peşine takılan sevgilisine ve sordu kendi kendisine:




"Bu uçurtmanın delice uçuşu acaba rüzgârdan mı, yoksa o gerçekten bir yağmurlu bulut mu?"




Hüzünlü bir günbatımının alacakaranlığı, bu sorunun yanıtsızlığı içinde daha da kararırken, küçük taş eve geri döndü kadın.




Yarın, gün mutlaka doğacaktı...

Fotoğraf: http://www.deviantart.com/print/3115311/
Continue Reading...

Senin eskin dusurdu beni dile NECDET REHAVET

daha önceki iki okuyuşumda da aynı durağanlık aynı iç burkulması, tüm vücutta hissedilen titreşim, elektrik yahut diken diken olan tüyler adı her neyse işte.

bu sabah yine bir arkadaşımın gönderdiği mail vasıtası ile tekrar tekrar okurken aynı duygular içindeydim. beşiktaşlıyız ya ondandır belki. evet mümkündür. ya da demirkubuz yönetmenlikteki hünerini yazı dilinde göstermiştir. evet sanırım o da mümkündür. yahut filmlerindeki gibi sade, duru hepsinden önemlisi çok samimidir. evet bu daha çok mümkündür.

zeki demirkubuz’un 30.04.2006 tarihli che ya da feyyaz başlıklı radikal 2 yazısıdır bu satırları yazdıran. yazıyı okurken tabi ki türlü anılarım canlandı gözümde. ama en çok da kendimi gördüm satır aralarında. hem zeki hem de cemil olarak!evet her defasında aynı hatta katlanan hisler içinde okumanın gerçek anlamı buydu galiba.


cemil’dim. zira o'nun yaşlarında feyyazların, kovaçeviç’lerin, ferdinand’ların, kadir’lerin, ulvi’lerin, fikret’lerin, boraların resimlerinden müteşekkil on küsur ortalı harita metod defterimde yine beşiktaş’ımın maç yazı ve fotolarından oluşan gazete manşetlerini arşivliyordum özenle. şimdi nerede bilmiyorum o defter. ama bu kaç yüz sayfalık defterin her bir sayfasını defalarca karıştırıp, “cemil olup ötelere baktığım” çok olmuştur benim de.


sonra “zeki” oldum! tribündeki bir olay ve akabindeki skandallar (bkz.8-0 vs.) nedeniyle futbolu ve büyük beşiktaşımızı uzaktan sevmeye başladım ben de.

üniversite son sınıftı. g.saray ile oynanan bir final maçıydı. mecidiyeköyde 15:30 daki maç için pendik’ten sabah 06:00 da çıktık biraderle evden. rahmetli babam bizi futbolla tanıştırdığına bin pişman ve sanki içine doğmuşcasına “oğlum büyük maç, önemli maç olay vs. olur, gitmeyin etmeyin tv.den izleyin” diyerek bizi engellemeye çalışıyor ama nafile. üniversiteden arkadaşlarla tüm hafta boyunca bu maç beklenmiş, söz kesilmiş kısacası tüm hazırlıklar bu maç için. ya gidilecek. ya gidilecek. nitekim gidildi de.


sabahın köründe karga bokunu yemeden düştük yola. arkadaşlarla buluşuldu, sıraya girildi. samiyen’in yol tarafındaki açık tribün önünde sırada iken hem üstteki otoyoldan üzerimize atılan taşlardan hem de bu taşlama dolayısı ile dağılan sırayı toparlamaya çalışan! polis coplarından kurtulmaya çalışırken bizim on kişilik grup dağıldı. birader yanımda ama. o’nu bırakmıyorum bir yere allah muhafaza bişey olsa bir daha değil maça sokağa adım attırmaz rahmetli babam.


neyse birkaç saat sonra kapılar açılıp içeri giriyoruz birader ve iki arkadaş yanımda ama diğer gruptan eser yok. en uzunlu boyluları olarak set üstü diye tabir edilen yükseltiye çıkıp arkadaşlara bakınıyorum. evet, orhan,kemal,musti,dişlek,hayta hepsi bir arada onlar da bizi arıyor. tam onlarla göz ve mimik temasını yakaladığım an da otoriter bir ses duydum sağ yanımda. “in lan ordan aşağı”. baktım yasal copuyla bir memur bana doğru geliyor. indik ama rahat durmadık. serde delikanlılık da var ya. amerikan filmi de seyrediyoruz bol bol. benim vergimle maaşını alan memurlar falan.

kibarca "niye lan lunlu konuşuyorsun ki, güzellikle söyleyebilirsin.” söylediğimin hepsi bu. başka bişi demedim. lakin “sen gel bi bakiim” dedi abi. bileğimden kaptığı gibi merdiven altındaki diğer memur arkadaşlarının yanına çekti beni iki dakikada. bizim arkadaşlar geldi ama gelene kadar alttan üstten.. "ben sana lan dedim lan. " sorgusunda "demedin abi" diyerek izleyebildim ancak o günkü büyük finali! zaten şampiyonluğu da averajla kaybettik!

ondan sonra da bi on sene staddan değil içeri adımımı atmak yanından bile geçmedim. taa ki 100.yıl muhabbetimize dek.

ama inadına seviyoruz işte beşiktaşkımızı.
öyle.
Continue Reading...

Sari Stockholm NIHAL YETKIN

10 Kasım 2004. Bir iş gezisi için Stockholm'e uçtum. Uzun ama rahat bir yolculuktan sonra ilk iş olarak paramın bir kısmını SEK'e çevirdiğimde 20 SEK'in arkasına Uçan Kazın sırtında Nils'i görüp gülümsedim, çocukluk günlerim aklıma geldi çünkü.
"Haydi başlıyoruz" diyerek otelin yolunu tuttum ama bir şeyler garip gidiyordu sanki. Niye bu kadar ıssızdı her yer? Nereye gitsem sanki bana rezerve edilmiş gibi, bomboş. Başta hoşuma gitti bu kuyruk beklememe hali, ama kısa bir süre sonra bu-nal-dım. Her yer çok temiz, her yer çok sessiz, her yer çok ıssız! İçimden ortama uygun olsun diye bildiğim ABBA, Roxette, Ace of Base şarkıları söylüyorum ama nafile… Paylaşamamanın verdiği ağırlığı hafifletemiyorum bir türlü. Hava da körüklüyor durumu. Gri ve titretecek kadar soğuk. Kışa doğru gittiğim için zaten havanın aydınlık olduğu zaman dilimi çok dar. Karanlık soğukla kolkola girdiğinde sıcak yuvamı nasıl da özlüyorum…


Yolda yürürken kimsenin yüzüne bakmamam gerektiğini öğrendim ilk birkaç dakikada. Hele gözlere bakmak çok tehlikeli. Bizim gayriihtiyari yapmasak da görmeye çok alışık olduğumuz bu "sokakta yürürken birbirine bakma hatta süzme durumu"ndan burada eser yok. Bakmak şüpheyi, şüphe dik bakışları ve ekşi bir surat ifadesini beraberinde getiriyor. Sanki kocaman bir açık asansördeyim ve herkes gözlerini birbirinden saklıyor!


Toplantılar haricinde geçen kısa aydınlık vaktimi şehir merkezinde keşif gezisi için yürümeye ayırıyorum. Elimde harita, dilimde İngilizce, cebimde anı kurtaracak kadar para. Daha ne olsun? Küçük işletmelere bakıyorum, hep "gelişmekte olan ülkeler"den göç etmiş insanlar. Kebab House'lar iyi iş yapıyor. ABD'nin tersine bir ergime potası görüntüsü çizmiyor. Yabancılar belli koşulları yerine getirip onların vatandaşlığını alsa da onlara sözlere dökülmeyen bir yabancılık hissi verdirilmeye devam ediliyor gibi. Bu gözlemimi daha sonra orada yaşayan İsveçli olmayan İsveç vatandaşı meslektaşlara doğrulatıyorum.


Dünyanın en pahalı ve refah seviyesi en yüksek ülkelerden birindeyim. TL'ye çevirdiğimde almayı düşündüklerimin çoğundan vazgeçiyorum. Kafamda bir-iki sembolik şey var alınmayı bekleyen. Bunlardan biri buranın çok yağış aldığını bildiğim için yağmurluk, ki kafama göre bir şey bulamıyorum. Biri de Pippi, hani şu uzun çoraplı Pippi, yine çocukluğumuzdan kalma bir dizi kahramanı. Maskot gibi her yerde var ondan, boy boy. Ama nedense hiçbiri yeterince benzemiyor ona. Bu yüzden hoş bir hatıra olsun diye en küçüğünden bir anahtarlık alıyorum, üzerinde güya-Pippi olan.


Teknoloji şehre damgasını vurmuş. Burası dokunmatik, press-matik ve -matik bir şehir. Metro derseniz çok pratik ve geniş bir ağa sahip. Hiç yorulmadan, insanların arasında en az iki kişilik yer kalan duraklardan gideceğiniz yere, tam denilen saatte yola çıkarak, tam denilen saatte gidiyorsunuz. Saat takmaya bile gerek yok. Tarifelere bakın, şu kadar dakika sonra şu tren gelecek sinyallerini takip edin, yeter. Trafik yüzünden geç kalmak gibi bir talihsizlik yaşamazsınız burda. Tertemiz kıyafetlerinizle araca biner, araçta sessizlikte bir güzel kitabınızı, derginizi okur, sessiz kalabalığın sakin hareketlerini takip ederek dingin bir şekilde araçtan ayrılabilirsiniz. Coğrafya derslerinde nüfus yoğunluğu diye üstüne basa basa söylenen değişkenin ne demek olduğunu ve insanların hayatını ne yönde etkilediğini görebilmek mümkün.
Tipik, eski binalar görmek için Gamla Stan'a gidebilirsiniz. Deniz uzaktan şehrin görüntüsünü yumuşatıyor. Ama kıyısından yürüyünce derinliği ve koyu rengi biraz da ürkütüyor. Heykel Avrupa kentlerinden farklı olarak pek yok. Olanlar bizdeki gibi kahramanlık veya asalet simgelerine ait büst ve heykeller.


Müzelere gelince, burası müze cenneti. Bu kadar müzesi olan kaç şehir var merak ediyorum. Ben ismi garip geldiği için Modern Müze'yi tercih ettim. Çünkü bu benim müze algılamamı tersyüz eden bir başlık. Bakalım burada modernite ne tarihten başlatılıyor ve kapsamı ne? Keşke şimdi yanımda arkeoloji/sanat tarihinden arkadaşlar olsaydı da öğrendiklerimizle gördüklerimizi kafa kafaya tokuştursaydık… derken biri başımdaki kocaman yün şapkayı geriye doğru kaldırıyor ve "sen misin?" diyor. Evet toplantıdan tanıştığım akademisyen İtalyan Francesca ile İspanyol Klara bunlar. Francesca "Stockholm küçük yermiş" diyor. Ben de o İtalyan diye "ee-her yol Roma'ya çıkar" diyorum. Hoşuna gidiyor tabi. Müze ikiye ayrılmış. Mimarlık kısmında şehrin modern binalarının plan, maket ve fotoğrafları sergilenirken, diğer taraf resim, heykel, çeşitli maket ve yapılardan oluşuyor. Bir oda diğerine kronolojik ve sanat akımı olarak geçiş sağlıyor ve her girişte ilgili akımın temel özellikleri özlü yazılar ve belgelerle desteklenerek görselliği destekliyor. 19-20-21.yylar konu alınmış. Turu tamamladığınızda tam bir daire yapmış oluyorsunuz. Müzenin ortasında bu görsel ziyafeti kutlamak ve yorgun ayaklarınızı sevindirmek için bir Café bölümü konmuş ve satış yerinin hemen önünde Menünün yanında Müzede olduğunuzu hissettirircesine şu sözler asılı: "Artık bir şey söylemeliyim" ile "Söyleyecek bir şeyim var" arasındaki farkı biliyorum!


Bir yanda yüksek refah seviyesi, bir yanda yüksek intihar oranları. Bir yanda bastırılmış duygular, bir yanda duyguların salınmasına fırsat veren gözalıcı sanat eserleri. Bir yanda durgunluk ve sessizlik, bir yanda müzik ve spor gibi coşkulu ve bol hareketli faaliyetlerin patlaması. Bir yanda gösterişsiz kıyafetler, bir yanda ışıl ışıl kristaller. Daha bu kadar kısa zamanda şahit olduğum bu tezatlar zihnimde dönüp duruyor.


İnsanların burada yaşlanmak bilmemesi, uzun yıllar yaşaması doğal geliyor, artıları hesaba katınca. Görüntüde yüksek bir yaşam seviyesi yakalanmış. Ama güneş yok, ışık yok, belki de bu yüzden insanların gözünde o umutlu ışık da yok. Her şeyin belirli, kesin çizgilerle yaşanması monotonluğu da beraberinde getiriyor olabilir. Öte yandan, bizdeki günlük hayatta dışarı adım attığımız andan itibaren sık sık karşılaşabileceğimiz, planımız dışında gelişen sürprizler, irili ufaklı problemler de bizim pratik zeka ve dayanıklılığımızı arttırıyor olabilir. İyi ki problemler var diyecek halim yok tabi ama yaşasın hareket, yaşasın güneş, yaşasın ışık diyorum ve uçak İstanbul'a doğru havalandığında içimi derin bir huzur ve mutluluk kaplıyor…
Continue Reading...

Mamma Mia OZLEM AKAYDİN

Nereden başlasam?

Hangi birini anlatsam?

Oyuncuları mı?

Filmin konusunu mu?

Yoksa geçmişe yaptığım kısa süreli yolculuğu mu?

* * * *

Filmi izlerken zaman tüneline girmiş gibiydim.

Genç kızlığa adım atmaya başladığım yıllardan beri dinlemekten bıkmadığım ABBA’nın şarkılarıyla yetmişli yıllara yolculuk yaptım.

Ne zamandır görmek istediğim Yunanistan ve Yunan Adaları’na da kısa bir yolculuk yaptım.

Filmin adının, şimdi bile, yıllar önce dağılmış olsa da en sevdiğim müzik grubu olan ABBA’nın eski bir şarkısından alındığını, filmin yapımcıları arasında Tom Hanks’in de olduğunu veee filmin oyuncuları içinde, mükemmel oyunculuğuna hayran olduğum Meryl Streep’in adını görünce, Mamma Mia’yı izlemek benim için kaçınılmaz olmuştu.

Mamma Mia aslında Abba’nın şarkılarını temel alan aynı isimli Broadway Müzikali’nin sinemaya uyarlanması.

Filmin konusuna gelince;

Sophie Sheridan evlenmek üzere olan bir genç kızdır.

Nikahına bir gün kala annesi Donna’ nın ( Meryl Streep ) yirmi yıl önce tatil için gittiği Yunan Adaları’ndan üç erkek çıka gelir. Bu andan itibaren Sophie, babasının kim olduğunu bulma çabalarına başlar.

Film Yunanistan ve İngiltere’deki film stüdyolarında çekilmiş.

Abba’nın müzikleri eşliğinde, özellikle Abba grubunu seven izleyicinin filmden inanılmaz bir keyif alması kaçınılmaz.

Film gösterime girdikten sonra Abba’nın 1992 yılında çıkartmış olduğu “ GOLD” adlı albümü yeniden satış rekorları kırmış, hatta albümün satış rakamları Madonna’nın son albümünün satışlarının bile üzerine çıkmış.

Film sayesinde zamanda yolculuğa çıkan sadece ben değilim demek ki.J

İyi seyirler…

Not: Film bitince kalkıp gitmemenizi öneriyorum. Amanda Seyfried'in "Thank You for the Music" yorumunu dinlemelisiniz.


Yönetmen Phyllida Lloyd
Senaryo Catherine Johnson
Oyuncular Meryl Streep, Pierce Brosnan, Colin Firth, Stellan Skarsgård, Julie Walters
Filmin Türü Müzikal, Romantik
Orijinal Adı Mamma Mia
Yapımcı Firma Littlestar Productions
Yapım Yılı 2008
Yapım Ülkesi
Orijinal Dili İngilizce
Resmi Sitesi http://www.mamma-mia-themovie.co.uk/


Film Bilgileri: http:www.sinema.com
Continue Reading...

Olum uzerine bir duolog SERDAR OZDEMIR

Adem: “Ölüm neden var Tanrım?”
Tanrı: “Ölümü size yoldaşlık etmesi için verdim..”
Adem: “Bazen anlamıyorum seni.. Ve bu da o anlardan biri..”
Tanrı: “Hemen anlamanı beklemiyorum zaten.. Ama öğrenmelisin..”
Adem: ...
Tanrı: “Ölümü size yoldaşlık etmesi için verdim, yoksa çok yalnız kalırdınız bu dünyada ve bu yalnızlık gün gelir bütün çabanızı alır götürürdü..”
Adem: “Senin için mi çabalamalıyım yani?”
Tanrı: “Bazen nasıl da güldürüyorsun beni.. Benim, senin çabalamana ihtiyacım mı var sanıyorsun..”
Adem: “Ölüm bu dünya için öyleyse..”
Tanrı: “Bak anlamaya başladın işte..”
Adem: “Anlamalıyım seni ve öğrenmeliyim bana ait bütün sırları..”
Tanrı: “Hırslı olma o kadar.. Unutma, ölümünle sınırladım bütün ihtiraslarını ve öldüğünde sen, farkın kalmayacak mayıs böceğinden..”
Adem: “O zaman ölüm bana nasıl yoldaşlık edecek bu dünya için.. Farkım yoksa böcekten niye gideyim ki bir top gübrenin ardından.. Unutma sen akıl bahşettin bana”
Tanrı: “Evet sana akıl verdim fazlaca mayıs böceğinden ve bir de “ölüm bilgisi” ektim zihnine.. Artık sen seçmelisin; ya vazgeçip her şeyden ölümünü bekleyeceksin ya da ölümünle kol kola girip hayatına anlama vereceksin”
Adem: “Ölüm yine de korkutuyor beni..”
Tanrı: “Biliyorum sen zayıfsın çünkü.. Ama yüzleşmelisin ölümünle.. Yüzleştikçe güçleneceksin her şeye karşı ve metaneti öğreneceksin”
Adem: “Ölüm karşısında çaresiz kalacağım güne kadar zamanım var o halde..”
Tanrı: “Zaman o kadar çok ki ölümü ile yüzleşenler için.. Onu inkar edenler, bilinç altına bastırmaya çalışanlar ölüm döşeklerinde fark edecekler aslında ne kadar çok şeyi yapmaya yetecek, ancak kullanmadıkları zamanları olduğunu..”
Adem: “Ya insan evlatlarımın zayıf karakterli olanları.. Bu bilgiyle daha da bencilleşip sırf kendileri için yaşamayacaklar mı dünyada ve bu diğerleri için daha sınırlı yaşamak anlamına gelmeyecek mi hayatlarını?”
Tanrı: “Unutma sen ve evlatların güzelleştirebilirsiniz dünyayı.. Ve bu ideal sizin en büyük mirasınız olur sizden sonraya.. Bu ideali cesaretle savunmalısınız dediklerine karşı..”
Adem: “Yine de gecinden vermeni dileyeceğim sanırım..”
Tanrı: “Bak yine güldürdün beni..”
Continue Reading...

O yazilar UC NOKTA

Sızısıyla yaşayıp durduğumuz ama neden olduğunu tam kestiremediğimiz yaralarımıza -görünmesin diye- kimseleri yaklaştırmadığımız zamanlarda, sadece bazı cümleler yatağını bulan su misali gelip onlara şefkatle, kimi kez de sarsarak dokunabiliyor. Başkasının kaleminden çıkanlarla nasıl bu kadar benzeştiğimize şaşararak, kendimizi yazanın boy aynasında görmenin hazzı, acısı, sevinciyle doluyoruz. Başka hayatlardan çıkan uzun, kısa, kafiyeli, dümdüz kelimeler değdiğinde içimize; hah diyoruz, nasıl da buldu.Tam orası..! Tam orası..!

Buluyor yaranın kaynağını bir yazı. Ya da sevincin, tüm duygu hallerinin...
Bazen de kendi kalemimizle deşiyoruz kendimizi.

Önce huzursuzlanıyor – kaçtığımız kimi gerçeklere yakalandığımızdan belki - sonra usul usul kabuğunu kaldırıyor, uzaklaştığımız ne varsa yüzleşip kimsenin bilmediği, bilse anlayamayacağı sırları taşımaktan yorulmuş ve bunu bir kerede dipsiz kuyulara bağırarak rahatlamış bir masal kahramanı gibi mutlu oluyoruz.

Sadece okudukça, sadece dilediğimiz kadarını alıyoruz.Karşılıksız alınan , az bulunur bir mutluluk bu.
Duruyor orda bir yazı, bir şiir öylece. İstediğimiz zamanda, istediğimiz kadarı elimizden tutup bizi bizimle düelloya tutuşturuyor. Üstüne üstüne geliyor yaşadıklarımızın. Çaresiz bir kabullenişle, anlaşılmış olmanın sevinciyle, okuduktan sonra söylenecek tek kelime bırakmadan izini bırakıyor.

Gözümüzün önünde dursun diye, hep hatırlayalım, sarılalım can simidi niyetine diye, o yazılar o yüzden asılıyor gündeliğin koşuşturmasında buzdolabının üstüne, işyerindeki panomuza. Koyuluyor bir kitabın, defterin, ajandanın arasına, çantaya, cüzdana...
O şiirler, yazılar... Yalnız olmadığımızı hatırlatırlar, içimizin çıkmaz sokaklarını, dönüp dolaştığımız halleri...
Sonra da "bunu bilmeyecek ne var , işte bundan " diye bir çırpıda ortaya döküverirler bizi.
Kalırız çırılçıplak.
İlgimiz, ihtiyaçlarımız, yaşadığımız ruh iklimi ölçüsünde -kendimizi dinlemekten yorgun düştüğümüzden - halimize denk düşen yazıya denk gelirsek değmeyin keyfimize.
Bazen yaz esintisinin gelip geçtiği herkesin birbirini bildiği masalarda oku(n)mak için, bazen yol, iz bilmez yolculuklara çıkıp da yanımıza aldığımız erzak gibi o yazılar...
Bir hayat değiştiren, gel- git anlamlarla kendimize veremediğimiz cevaplar hep o yazılarda...
Dalgaların silececeğini bilerek kumların üstüne, bir peçeteye, sigara paketlerinin üstüne, bir ağacın gövdesine kalbini sıkıştırırcasına kazıyarak döküldüğümüz, okuduğumuz o yazılar iyi ki var.
Continue Reading...

23 Ağustos 2008 Cumartesi

Sokakta YESİM OZDEMIR

“Yeşiiiiimmm! Hadi eve gel artııııkkk! Baban gelecek birazdaaannnn!”… Bu, sanırım benim yaşlarımda olan herkesin, çocukluğunda sokaktan eve girmeleri için klasikleşmiş bir çağrıydı o zamanlar. Bütün gün sokakta kan ter içinde , tüm enerjimizi tükettikten sonra, yorgun, terli ama bir o kadar da sakinleşmiş bir halde evlerimizin yolunu tutardık. Sofraya oturmadan eller , parmak aralarına kum girmiş ayaklar bir güzel yıkanır, temiz pak yemeğe otururduk. Uyurken, kafamızda yarınki sokak düşüncesiyle, huzurlu bir uykuya dalardık. Neler yaşamadık ki sokakta?

Apartmanımızın arkasında bir incir ağacı vardı. O zamanlar bize kocaman görünürdü. Onun gövdesini, kargılarla çevirip minik bir kulübe haline getirmiştik. İçini bir güzel süpürüp, yerlere kilimler sermiştik. Evden ya da bakkaldan gazoz, bisküvi alıp orada yerdik sıcak öğle sonlarında. Yaprakların hışırtısı ve tatlı serin gölgesi hala hatırımda... “Teksas”, “Zagor”, “Tommiks” türü bütün dergilerimizi oraya getirmiştik. Ben , mahallenin çocuklarına dergileri kiraya verirdim. Parayı peşin alır, dergiyi verir, ertesi gün “acaba dergiyi getirecek mi? “diye düşünmezdim. Çünkü o zaman bir söz verildiğinde, tutulurdu; aksini bilmezdik, görmemiştik çünkü… Bazen, artık genç kız olmaya başlamış olan ablamların “Cep Foto-Roman” larını evden gizlice kaçırır, dergideki kadınla erkeğin öpüşme fotoğraflarına bakıp bakıp gülüşürdük.


3 kız, 3 erkekten oluşan bir grup kurmuştuk. Her gün bazen bilen arkadaşlarımız bir halk dansını öğretirdi ( Çayda çıra favorimdi), bazen de o gün populer olan herhangi bir şarkıya ( En çok “One way Ticket”i severdim) kendimiz bir koreografi yaratırdık . Eş zamanlı olarak hareketleri yapmayı başardığımızda da keyfimize diyecek yoktu doğrusu! İyice hazırlandıktan sonra, annelerimize, bakkala, kasaba, kuaföre haber verip, belli bir saatte mahallede gösteri yapardık. Bir arkadaşımızın annesi “Artık kocaman kızlar oldunuz. Böyle ona buna dans gösterisi yapmanız hiç de hoş değil!” dedikten sonra, dans grubumuz dağıldı…


İp atlamak bizi kesmediği için, çift iple atlardık. Atlayanın arkasına yenileri eklenir, bazen de gözümüz kapalı bir şekilde atlamaya çalışırdık. Kızlar olarak “Çin-Çan” diye bir oyun oynardık. Adının nereden geldiğini bugün bile bilmiyorum. Sanki Çin kökenliymiş gibi geliyor kulağa:) Uzun bir lastiğin boş iki ucunu bağlar, onu iki kişi ayak bileklerinden geçirir, gerili iki lastiğin arasına birisi girer ve mecburi olan bir takım hareketleri tamamlardı. Sonra seviye dize getirilir, bu şekilde bele kadar ulaşırdı lastik.Genelde, her zaman akranlarımdan daha uzun boylu olduğum için de, genelde kazanan ben olurdum.Sek sek te o kadar başarılı olduğumu söyleyemeyeceğim. O zaman da , şimdi olduğu gibi tek ayak üzerinde durmakta zorlanırdım.


“Yakan top” en sevdiğim oyunlardan birisiydi. Can kapma konusunda çok başarılı olduğum için, takıma oyuncu seçme aşamasında , kurucu olanlar – ki kurucu olmak için de “ aldım verdim ben seni yendim” şeklinde bir tekerlemeyle ayrı bir mini oyun oynanırdı- beni isterlerdi. Bazı arkadaşlar topu o kadar hızlı fırlatırlardı ki , hakikaten de top canımızı yakardı… Onlarla aynı takımda olmaya can atardım. Canım tatlıdır ne de olsa…


“Saklambaç” oynarken, apartman boşluklarından tutun da, bakkal tezgahının arkasına kadar her yer mekanımızdı. Bazı arkadaşlar çok iyi saklanırdı. Hatta bir keresinde bir arkadaşımızı aramaktan bıkıp, pes edip , “Tamam! Çık artık kurtsun!” diye bağırdığımızda bile çıkmamıştı. Meğerse annesi çağırmış ve haberimiz olmadan çoktan eve gitmiş bile:)


“Güzellik mi, çirkinlik mi?” diye saçma sapan bir oyun oynadığımızı da hatırlıyorum. “Öndeee turnaaa, davul zurnaaa, biiirrrr kiii üçççç” gibi bir şeyler geveliyorduk yanılmıyorsam. Ne demek olduğunu o zaman da bilmezdim zaten…Çirkin olmamız istediğinde, kendimizi en olmayacak hallere sokardık. Gözlerimizi şaşı yapar, dişlek olur ya da saçımızı başımızı dağıtırdık. Güzel olacağımızda da , gözlerimizi süzerek en etkili gülümsememizi takınır ve seçilen olmayı beklerdik. Bu oyunun ayrıntılarını çok hatırlayamıyorum bir türlü. Hatırlayan varsa bana da anlatsın lütfen.
Tabii bir de futbol maceram vardı. Mahalledeki erkek çocuklar, yandaki boş arsada belirli günlerde maç yaparlardı. Biz kızlar da bir taraftan papatyalardan taç ve kolye yapardık , bir taraftan da onları seyredip, tezahüratta bulunurduk. Bazen oyuncu eksikleri olur bizden birilerini alırlardı oyuna. İşte o günlerden birinde beni de oyuna aldılar. Tabii benimle dalga geçmesinler diye var gücümle koştum dururdum. En çok taç atmak hoşuma gidiyordu ama…Elimi kullandığım ender anlardan birisi olduğundan herhalde…Sonra bana diz üstünde top sektirmeyi öğrettiler. Topu göğsümle düzeltmeyi, gerekirse kafamla sektirmeyi, hepsini öğrendim. Hatta onlarla top sektirme yarışmalarına bile girme cesaretini gördüm kendimde.Sonra annemin bana kızıp, futbolu yasaklamasıyla ( O zamanlar bir futbol fanatiği değildi tabii. Şimdi olsa acayip desteklerdi mutlaka) futboldaki parlak kariyerim, henüz başlayamadan bitmiş oldu:)


Sokakta olmak, birlik olmak, bir oyunu paylaşmak, aslında sosyalleşmemizin belki de en ciddi adımlarından birisiydi bizler için. Üzerinden yıllar geçmiş olsa bile, o oyunların izlerini, hissettirdiklerini , yüreğimizin en kuytularında saklıyoruz her birimiz… Aklıma geldikçe içimi ısıtan, bugünün salt gerçeğinden uzak kalmak istediğimde sığındığım anılarımdır onlar benim… Ne zaman sokakta oynayan çocuklar görsem -ki artık ne yazık ki rastlamak çok zor- , aralarına karışıvermek istiyorum. Gene kan ter içinde kalıncaya kadar koşturmak ve annemin beni babam geldiği için eve çağırmasını beklemek....


Continue Reading...

Blogger templates

Blogroll

About