26 Temmuz 2008 Cumartesi

Bilinç ve Anadil- MEHMET SAĞLAM

Share it Please

{Dil, dışarı üflenen beyin olarak ufuklarımızın boyutunu gösterir.}



Beş duyumuz ve içgüdülerimizle algıladığımız dış gerçeklerin zihnimizde birer gerçeğe dönüşmesi, hatırlanması ve anlatılır biçime girebilmesi için, birer kavram veya hüküm hâline sokulduktan sonra hafızaya kayde­dilmeleri gerekir. Beyne birer şifre gibi kodlanarak, yani beyin hücreleri arasında fiziksel ve elektriksel bağlar kurularak kayde­dilen bu kavramların oluşumu, daha tâ ana rahmindeyken sesleri tanımakla başlar, doğumdan sonra da önce ke­limelere dönüştürülmesi, daha sonra dil kuralları çerçevesinde bir mantıksal sisteme sokulması sürecini yaşar ve bu süreç son nefese kadar süregider. Kız çocuklarında 12–18, erkeklerde ise 14–24 aylıkken çocuğun birkaç yüz kelimelik anadili, anîden açılan bir şifreyle işlevsel hâle gelir.

Bu, kalıtımsal ama soyut olguyu daha iyi anlayabilmek için şimdi hayal gücümü­zü kullanarak bir ufuk turu atalım: Yeni Gine’deki balta girmemiş ormanları (cangılları) hayal etmeye çalışalım. Bu botanik cennetler, zengin hayvan türleri, bolca meyve ağaçları ve tatlı su kaynakları ile bezenmiş olsun. Bu ormanlardan birinin tam ortasında dört kişi­lik bir şempanze ailesi yaşıyor olsun. Bu aile, daha önce ne bir insanla karşılaşmıştır, ne de uygarlıktan bir eserle...

Şimdi de, düşgücümüz sayesinde, üç aylık bir kız çocuğunu, anne sütünden zalimce ayıralım ve Türkiye’den alarak o ormana götürelim. Adını Türkan koyduğumuz bu bebeği, dişi şem­panzenin şefkatine teslim edelim. Anne maymun Türkan’ı kabullensin ve emzirmeye başlasın. Bebe­ğin koruma altına girdiğini gördükten sonra ülkemi­ze geri dönelim.

Aradan tam 6 yıl, 9 ay geçsin. Türkan’ın yedinci yaş gününü kutlamak için ormana tekrar gidelim. Kızımız hayatta kalmış olsun!.. Türkan’ın o çok farklı dış görünüşünü ve yabani tavırlarını kendi hayal gücünüzü kullanarak beyninizde canlandırabilirsiniz. Bizi asıl ilgilendiren, hayati önemi olan lisanla ilgili sorudur: Türkan nasıl bir dil konuşacaktır ya da ne tür bir dilsizliği olacaktır?

Herkesin kabul edeceği gibi, bu ço­cuğun bizim anladığımız manada mantıklı cümle ya­pılarından oluşmuş bir dili olmayacaktır. Yani bu yabanıl kız, insanoğluna ait yaklaşık 4 bin dilden hiç­birini konuşmayacaktır. Bunun tek sebebi ise, 7 sene­dir kendisine tek bir kelime öğretecek bir insanla kar­şılaşmamış olmasıdır.

Buradan çıkan birinci sonuç şudur: İnsan, anadilini sadece başka bir insandan öğre­nebilir. (Bu, en azından şimdiye dek böyle olmuştur. Dil öğretme işini gelecek yüzyılda bilgisayarların veya robotların üstlenebileceği varsayımı bu hükmü şimdilik değiştirmez.) İkinci sonuç: Hiç bir insan tek başına, sistematik bir dil icat ederek bir toplumun anadili yapamamıştır; çünkü dil, insanların top­lumsal ihtiyaçlarından doğmuştur ve toplumun ortak kültürüdür.

Aklımıza Türkan’ın şempanzelerin seslerini ko­layca çıkarabileceği ve ormanın akustiği içindeki bin­lerce hayvan sesini belki de rahatlıkla tercüme edebi­leceği gelebilir. Ama bunların hiçbiri lisan olarak ta­nımlanamaz. Üçüncü sonuç ise şudur: İnsanı insan yapan özelliklerin başında dil gelir.

Dil, özellikle son 20–30 yılda, bilim adamları ve bilim kadınlarının (ki, bu terimin doğru kullanılışı bilim insanları...) üzerine önemle eğildiği bir araştır­ma konusu olmuştur. Hayalî Türkan deneyinin imkânsızlığına karşın, konuya değişik açılardan ve ters mantıklar yürütüle­rek yaklaşılmış ve araştırmalar yapılmıştır. Bunlardan birisi yaklaşık 10 yıl sürmüş ve ilginç sonuçlar doğurmuştur. Türkan yerine, bu kez Tanya adı veri­len üç aylık bir şempanze yavrusu, insan yavrusu gibi tüm ihtiyaçları eksiksiz karşılanarak, Amerikalı bir bilim kadını tarafından 7 yaşına kadar eğitilerek büyütülmüş­tür. Anadil olarak kendisine İngilizce öğretilmeye çalışılan Tanya, 7 yıl sonra sadece 150 İngilizce keli­meyi tamamen anlayacak ve bilgisayarlı bir seslen­dirme cihazı sayesinde tuşlara basarak kullanabile­cek duruma gelmiştir. Konuşan bir bilgisayar kulla­nılmasının sebebiyse; Tanya’nın beyninin, ses telle­rinin ve ağız ve gırtlak yapısının bu sözcükleri telaffuz etmeye uygun olmayışıdır.

Oysa 7 yaşına gelmiş bir insan yavrusu, en az 3.000 kelimeyi anlar, konuşur ve mantıklı bir dil yapı­sı içinde cümlelendirir. İşte bu beynin kabuğu olan korteksimizin bir hüneri ve yeteneğidir. Bu yetenekle birlikte, yüzlerce ses ve milyonlarca sözcük üretmeye uygun yaratılmış bir gırtlak ve ağız yapısının da rolü büyüktür. İnsanı, Türkan gibi ormanın bir parçası olmaktan kurtarmış ve yeryüzünün görünürde “hâkimi” duru­muna getirmiş olan dil; çocuk tarafından işitme, anla­ma ve taklit etme üçgeni içinde kendiliğinden öğrenilir. İnsanlar ilk çocukluk çağlarını cümle kurmaya başladıkları dönemden itibaren hatırlarlar. O yaşlarda, birkaç yüz sözcükten oluşan bir keli­me hazinesine ve anadilinin sözdizimi sistemine -en basit hâliyle- sahip olmuş olan çocuğun hafızasında artık birçok kavram mevcuttur ve bunlar işlerlik ka­zanmıştır. Çocuk, o döneme kadar gördüğü, işittiği, kokla­dığı, tattığı ve dokunarak hissettiği beş duyusal algı­ların ne anlam ifade ettiğini tam çözememişken, on­lara verilmiş isimleri öğrenerek bu kavramları zih­ninde “anlamlandırmıştır”.

Böylesine karmaşık kendini ifade etme faaliyetinin başlaması, hafızadaki o eşsiz ve hızlı giriş-çıkış mekanizmasının sık sık kul­lanılmasına yol açar. İşte bu tekrarlar düşünmeyi doğurur ve öğrenilen kavramlar (tabii beş duyu aracılığı ile alınan diğer bilgiler de) kalıcı hafızaya ölünceye dek işlenir. Bu nedenle, özellikle 3 yaşına kadar, çocuğun sürekli olarak farklı farklı deneyimler yaşaması son derece önemlidir. Devamlı olarak farklı şekilleri, renkleri, yerleri ve objeleri görmesi, farklı şeylere dokunması, farklı sesler işitmesi ve değişik kokular ve tatlar algılaması; boş ve kullanılmayan nöronları kalıcı ve kullanılır kılacağı için son derece önemlidir. Aksi hâlde; beyin gerektiği kadar deneyim yaşamadığı için, pek çok nöron dumura uğrayacak ve zamanla kullanılmadığı için ölüp gidecektir.

Beynin yüzde yetmiş kapasitesi yaklaşık 3 yaşına kadar oluşmuş olur. Geri kalan yüzde otuzun yirmi beşi ise 7 yaşına kadar tamamlanır. Bilimsel deyimle; bu nörofizyolojik öğrenme süreci -okul çağına kadar- genellikle gözlemsel, işitsel, sezgisel ve hayali verilerle ivme kazanarak devam eder. Okul çağından buluğ çağına kadar çocuğun be­yinsel olarak ulaştığı biyolojik, fizyolojik ve lengüistik yapı, sonraki yaşamı için büyük önem taşır. Çocuğun düşünce limitleri ve hayal gücü, o çağa kadar öğrenebildiği anadil düzeyinin ve deneyimlerinin sınırları ile be­lirlenir. Bir başka ifade ile çocuk, sadece anadili vasıta­sıyla bilincine yerleşen kavramların şekillendirdiği bir dünyanın sahibi ve esiri olur. Yani çocuğun iç ve dış dünyasının parametreleri ve koordinatları ancak anadilinin tasvir gücü oranında bir kapasiteye sahiptir.

O hâlde “kişinin dil eğitimi, onun zihinsel kapa­sitesini daraltacak veya genişletecek bir etki taşır.” Buradan çıkan sonuçları sadece bilmek yetmez. Bu konuda bilinçlenilmesi de gerekir. Çünkü bilmek ve bilinçlenmek ayrı şeylerdir. Son derece zengin kavramlar, yüklü anlamlar ve eşsiz bir kelime hazinesi ile donanmış; işlek, aktif, canlı ve yaygın bir lisan, onu iyi kullananların geniş ufuklara, büyük düşüncelere, sınırsız hayal gücüne ve üstün bir bilince sahip olmalarını sağlar. Kişinin potansiyeli, dilinin potansiyeli ile doğru oran­tılıdır. Dil zenginliğinin düşünce zenginliği üzerindeki etkisi, bir insanın konuşmasında veya bir ulusun kül­tür ve uygarlığının eriştiği düzeyde kolayca görülür.

Anadilin kelime zenginliği, devasa düşünce ufuk­larının salt etkeni değildir. Zira kelimeler yalın hâl­leri ile cansızdırlar; kavramların üzerine yapıştırıl­mış etiketler gibidirler. Onlardan oluşan cümlelere ruh üflemek ve hükümler oluşturup, düşünceler üret­mek, insanın engin hayal gücünü tasvir etmeye olanak veren ve zengin nüansları betimleyebilmiş bir dil ve kültür yapısı ile mümkündür. Çağın repertuarındaki kavramları kendi fikir dünyamıza katabilmek, elbette ki günlük yaşamda kul­landığımız 300–400 sözcük ile başarılabilecek bir ol­gu değildir. Kavram ve fikir fukarası bir dil ve kültür tarafın­dan “programlanmış” bir beyindeki üstün yetenekler, ne yazık ki dil yetersizliği yüzünden boş yere harca­nırlar.

Anadilimizi çok iyi öğrenmeli, öğretmeli, sürekli geliştirmeli ve kökeni ne olursa olsun kültür hayatımıza ve günlük konuşma dilimize yerleşmiş kelimeler üzerine ırkçılık yapmamalıyız ki; okuyan, okumaktan zevk alan, öğrenen, düşünen ve yaratıcılığını kullanabilen bireyler olabilelim.

Bütün bunlara rağmen, sağlığını koruyabilmiş ve dil yetersizliğini de gidermiş bir beyne sahip kişi­nin; akıllı, mantıklı, rasyonel, tutarlı düşünce ve davranışlar göstermesi, öğrenen ve sorgulayan bir ya­pıya kavuşması daha başka etkenlere de bağlıdır. Bu etkenlerden bazıları doğuştan gelir (kalıtımsal) ve za­manında keşfedilip ortaya çıkarılmaları gerekir ki geliştirilmeleri mümkün olsun. Bu da verilen eğitimin kalitesi ile doğru orantılıdır.

Anadilimiz bizi besleyip büyüten anasütümüzdür.

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Olağanüstü bir çalışma, çok yararlandım.
Mehmet Sağlam Bey'in eline, diline, beynine sağlık. Saygılarımla. Arzu T.

Adsız dedi ki...

Teknik sorunlar nedeniyle daha yeni okuyabildim bu yazinizi. Bir solukta okudum. Yine ve yeniden okuyacagim. Simdilik su kadar: Türkan'la cangillara gitmenize gerek yoktu. Örnegin AQlmanya'daki ücüncü kusak genclerimizin anadilne bakin, ayni sonuclara varirsiniz. Ana dili = Ana sütü... Cok özlü bir tanim. Mamasiz. Sevgilerimle.

Blogger templates

Blogroll

About