19 Temmuz 2008 Cumartesi

Ender- SERDAR ÖZDEMİR

Share it Please

Bedia teyzenin, “konak orası, konak” diye yücelttiği, koyu kahverengi ahşap sundurmalı, balkonundan altı basamakla erguvan çiçekli bahçesine inilen, kiremit rengi evine taşınmışlardı. Bedia Teyze, daha ilk günden, Ender’i şöyle bir süzdükten sonra, annesine; “Semahat Hanım, oğlana söyle bahçedeki asmacıkları ziyan etmesin.” diye, endişesini dile getirmişti. Hatta bununla da yetinmeyip, Ender’e dönerek; “Yavrucuk, bak bunlar üzüm verecek, şıra yapıp içiricem sana; yüzüne kan gelir. Sakın kırma dallarını emi...” diye, iyice bir tembihlemiş, yine de, anahtarı yeni kiracısına teslim edip, ‘konağın’ merdiveninden, bastonu yardımıyla, oflaya puflaya inerken; “fel fecir okuyor bu çocuğun gözleri, kırmasa bari asmacıkları” diye söylenmekten kendini alamamıştı.

Ender, 11–12 yaşlarında, benimle yaşıt, koca kulaklı, düğme burunlu, sevimli görüntüsüne rağmen geçimsiz, haylaz bir çocuktu. Bedia Teyze’nin kiralık evine taşındıklarının ikinci haftasında, bahçedeki filizlenmeye yüz tutmuş asmaları ayakları ile ezip, talan etmişti. Yaşlı ev sahibi, çok üzülmüş; “Semahat kızımın hatırı olmasa bilirdim ben o namussuza yapacağımı” diye, söylenip durmuştu.

Taşınalı bir yıl kadar olmasına rağmen mahallenin çocuklarından hiç biri ile arkadaşlık kuramamıştı, Ender. Haylazlıkları yüzünden çocuklar da onu oyunlarına almaz olmuşlardı. Biz top oynarken, bir anda sahaya girerek, topu alıp kaçmayı huy edinmişti. Bu yüzden, büyük çocuklarca sık sık tartaklanıyordu. Bir başka alışkanlığı da kendinden küçük çocukları ağlatmaktı. İçlerinde barut olan küçük mantarlara, tel takıp yere atar, bu mantarlar küçüklerin yanında, yöresinde patladıkça, çocuklar çığlık çığlığa ağlaşırlardı. Çocukların anneleri, ellerinde terlikle Ender’in peşinden koşturur, yakalayamayınca da “seni velet…” diye, arkasından bağırırlardı.

Konu komşu, Ender’i şikâyet ettikçe annesi yerin dibine geçer, “Kusura bakmayın, söylerim, yapmaz bir daha, tükürmez bir daha, küfretmez bir daha.....” diye, defalarca özür dilerdi. Kadıncağızın Ender’le başa çıkamadığı çok belliydi. Çoğu akşam, güneş batıp, ortalıkta çoluk çocuk kalmadığı halde sesi duyulurdu mahallede; “Endeeerr, çabuk eve gir... Baban gelirse kırar bacaklarını...” Babasını çok az görürdük, içkiye, kumara düşkün olduğu konuşuluyordu büyükler arasında. Bedia Teyze, konu açıldığında; “Günahı boynuna, siz karışmayın.” diyorsa da, çok sevdiği kiracısı Semahat Hanım için endişelendiği her halinden belli oluyordu.

Ender, iki ayda bir bahçe duvarlarından düşer, ya kolu ya bacağı sargılı dolaşırdı. Kimi çocuklar “babası dövüyor bunu, duvardan düşmesinden değil” diyorlardı. Bir seferinde yine böyle kolu sargılı iken merak edip sormuştum; “Geçmiş olsun Ender, Noldu koluna?” diye. “Sana ne” deyip, durduk yerde küfür etmişti. Bu sefer ben kızıp; “Çek git ulan” demiştim, yine küfür etmişti.

Bir de mahallenin kedi, köpeğine yapmadığını bırakmazdı. Köpekler, Ender’i daha uzaktan gördüklerinde, kafalarına yiyecekleri taşı tahmin eder, hemen uzaklaşırlardı… Kedilerin iki arka ayağını birbirine bağlar, öylece bırakırdı. Zavallı hayvanlar, biri görüp kurtarana kadar, karınları üstünde sürünürlerdi.

Sağa sola rastgele attığı taşlar ya birinin kafasına ya esnafın camına, çerçevesine gelirdi. Bu duruma en çok mahalle bakkalı Ramo amca kızar; dükkânının camına gelen taşı eline alıp Ender’e doğru sallayarak; “Seni babayin dogurttugu, bi daha geçme bu dukkanın önünden” diye bağırır, sinirinden şişman yüzü kıpkırmızı kesilirdi.

***

Bir gün mahallede bir hareketlilik oldu, çocuklar parka doğru koşuştular. ‘Ender’ diye adını duyduk koşturanlardan. Belli ki bir nane yemişti yine. Mahallenin bütün çocukları parka akın ettik. Arkamıza köpekler takıldı. Çocukların bağırışları, köpeklerin havlamalarına karıştı. O şekilde ulaştık parka.

Ender parkın girişindeki duvarın üstünde bulunan iki korkuluk demirinin arasına kafasını sokmuş öylece duruyor, bir yandan da bas bas bağırıyordu.

O gün parkta yaşananlar şimdi, ne zaman aklıma gelse, Enderin bağırışları kulaklarımı tekrar doldurur;

Soluk soluğa çocuklar, olaya şahit olanlara sordular;

“Çıkartamıyor mu kafasını?”

“Yok, sıkıştı” diyerek gülüyor çocuklardan biri. “Kulakları takıldı, çekemiyor başını...”

Çocuklar Ender’in etrafına toplanmış dalga geçiyorlar;“Salak mısın sen? Niye soktun oraya kafanı?” Ender hem bağırıp hem küfür ediyor. Bazı çocuklar bu küfürleri karşılıksız bırakmıyor. Kısa bir zaman sonra çocukların sözlü sataşmaları, fiili saldırıya dönüşüyor. Kimi gelip Ender’in sırtına vuruyor, kimi üzerine tükürüyor. Kimi büyük çocuklar, küçükleri üzerine salmaya çalışıyor. Ender bacaklarını arkadan bağladığı kediler gibi çaresiz, bağırıyor. Çığlık çığlığa bağırıyor. O bağırdıkça, etrafına toplaşan mahalle köpekleri daha çok havlıyor, çocuklar daha da galeyana geliyor.

İşin kötüye gittiğini gören bir kaçımız araya girmeye çalışıyoruz; “Yapmayın arkadaşlar...” Çok azı kulak veriyor bize. Tutmaya çalıştığım bir ufaklık elimden kurtulup, yerden aldığı kumları Ender’in üzerine atıyor. Küfürler, tükürmeler alabildiğine devam ediyor. O an müdahale etmenin imkânsız olduğu bir film akıyor sanki. Öyle durup seyrediyorum.

Sonra, neyse ki, büyükler araya giriyor. Parkın çevresindeki dükkânlardan, kahvehaneden görüp, çıkanlar parka geliyorlar. Çocuklar dağılıyor. Ama Ender’in bağırması dinmiyor. “Testere bulalım, usta çağıralım” lakırdılarını bu çığlık örtüyor. İki başparmak kalınlığındaki demir korkuluk, büyüklerin asılıp, esnetme çabalarına, banamısın demiyor. Ender’i kurtarmak için verdiği uğraşıda gömleği ter içinde kalan Ramo amca, “sus oglum artık sende” diye söyleniyor. Ender susmuyor. Çığlıklarını duyup gelen annesi oğlunu o halde görünce dövünmeye başlıyor. Bir taraftan ağlarken, bir taraftan oğluna çaresizce teselli vermeye çalışıyor. Enderin gözleri bağırıp ağlamaktan kıpkırmızı kanlanıyor... Boynundaki damarlar solucan gibi şişiyor. Ağzına yapışan haykırış giderek tarifi zor bir hal alıyor. Bir çocuktan çok vahşi bir hayvandan çıkıyor sanki. Bu haykırışın verdiği korku çocukların arasında dalga dalga yayılıyor. Büyük çocuklar bile ürküyor, çoğu evine gidiyor.

Annesi evden getirdiği zeytinyağı ile kulaklarını boynunu ovuyor Ender’in...

Son çocuklar da parktan ayrılırken, arkamı dönüp bakıyorum… Başının korkuluğun arasından kurtulduğunu görüyorum. Annesiyle birlikte evlerine doğru gidiyorlar. Ender’in dinmeyen acı çığlığının şaşkınlığı ile orda bulunan büyükler, arkalarından bakakalıyorlar.

Evlerinin kapısı kapanıyor. Hala bağırıyor mu diye kulak kabartıyorum. Boğuk bir ses, bir türlü kesilmek bilmiyor kulaklarımda.

***

Ender’in bağırışları yerini derin bir sessizliğe bıraktı. Sokağa neredeyse hiç çıkmadı bu olaydan sonra. Balkonda oturup, gözlerini uzaklara dikmiş boş boş bakarken görüyorduk yalnızca.

Uzun süre büyükler arasında, parkta olanlardan ve Ender’in rahatsızlığından konuşuldu. Konuşulanlardan, babasının onu sık sık hastaneye götürdüğünü, doktorların; “Psikolojisi bozulmuş bu çocuğun” dediklerini duyuyordum. En çok o gün parkta olan çocukların anne babaları üzülüyorlardı. Geçmiş olsuna giderken şifalı otlarla yapılmış çorbalar, muskalar götürdüler. Bedia teyze, zamanının çoğunu Enderler’de geçiriyor, ziyarete gelenlere; “çok kalabalık olmayın, bunaltmayın yavrucuğu” diye kızıyordu.

Çocuklar ise bu konuyu hiç konuşmadılar bir daha. Parktaki oyunlar eski neşesini kaybetmişti.

O günlerde üst üste gördüğüm bir rüya vardı; ‘Ender, gözleri kan çanağı olmuş, boynunda park duvarının korkuluğu olduğu halde, çığlık çığlığa bağırarak oradan oraya koşturuyor...’ “İyileşmeyecek mi acaba?” diye, sordum babama. “Küçük yer oğlum burası, belki bir şehir merkezine gitseler iyi olur çocuk için...” dedi.

Bir gün balkonlarında kedilerin üzerine kovayla su dökerken gördüm onu. Sevinçle eve gelip; “İyileşmiş bence eski haylazlıklarını yapıyor” diye, müjde verir gibi anlattım babama.

Sonraki görüşümde, evlerinin önüne yanaşmış eşya dolu kamyonda, şoförün yanında oturuyordu. Annesi ve babası da yanına bindiler. Kamyon hareket ederken el salladım beni görür umudu ile. Kamyon ağır ağır uzaklaşırken arkasından baktım bir süre.

***

Bir ay kadar sonra; “Bedia Teyze’nin evine yeni kiracılar taşınmış” dedi, annem. Koşarak gittim evin önüne. Gözlüklü, on yaşlarında bir çocuk dolaşıyordu erguvan renkli bahçede. Bedia teyze, ‘konağı’nın altı basamaklı merdiveninden, bastonuna dayanarak inerken, çocuğa sesleniyordu; “Yavrucuk, bak yeni diktim asma fidanlarını, sakın üzerlerine basmayasın...”

Hiç yorum yok:

Blogger templates

Blogroll

About