4 Mayıs 2008 Pazar

İnce ince - Nihal Yetkin

Share it Please
“Kanarya plajı’na daldın gittin. Kumsalda çocuklar oynasa, hareketlenirdi burası şimdi. Bir zamanlar sen de az kumdan kaleler yapmadın burda, kıyıda şuracıkta az yüzmedin akranlarınla…Dingin bir akşamüstü kapıyı çalıyor…Müziksiz olmaz tabi... özellikle sevdiğin kanun, keman ve kemençeyi dinle, bakalım ne diyecekler sana…

“Son vapur” kalkıyor işte içindeki limandan. Vapur düdüğünün çıkarttığı o babacan sesi duymak hoşuna gidiyor. Güverteye çıkıyorsun. Yolculara bakıyorsun, hüzünlüsü, telaşlısı, yorgunu, hercaisi, ne idüğü belirsizi,yok yok. Lafın lafı açtığı gibi bir yüzün senin hayatındaki diğer yüzleri açtığını görüyor, bir mimikte değişik yaşam kesitlerini yeniden yaşıyorsun. Yüzlerden sonra sıra seslere geliyor. Sonra geriye bir uğultu kalıyor, çok geçmeden hepsini silip dalga sesi, kuş sesi, rüzgarın sesi gibi sadece doğanın sesine kendini bırakıyorsun.


“Sırma” adını taktığın küçük kızı görüyorsun yürürken, yine denize bakan bankta. Kıpırdamadan boşluğa bakıyor, ne denize ne de göğe. Yine sırma saçlı, yine tatlı, yine saf. Yüzündeki olgunluk sana onun çocukluğunu pek de yaşayamadığını düşündürüyor. Yanına oturuyorsun, sanki onun hikayesini birdenbire çözeceksin yaklaşınca. “Gözünü yum, avcunu aç” diyorsun gülümseyerek, bir şeker koyuyorsun ortasına.Avcunu kapatıyor, yanağından bir makas alıp, oradan usulca ayrılmak üzere ayağa kalkıyorsun…


“Bayram gülümsemesi” yayılıyor adeta kızın yüzüne. Bir minik şeker altı üstü ama ağız dolusu gülüyor. Arkandan el sallıyor, “güle güle abla” diye bağırıyor. Bayram türküsü seni keyiflendiriyor, bu tatlı telaşeli ezgiyi ilk kez duyduğun halde öyle benimsiyorsun ki onu ezeli ve ebedi duymuş gibisin.Şair Uyar'ın dediği gibi, ruhun bir güvercin okşamış kadar rahat...


“Akşamın renkler”i perde perde geliyor kemanlarla.Sonra gelsin, tanbur, kemençe, viyolonsel ve diğer yaylı içliler…İstanbul’un akşam renklerine tutkun olduğunu bir kere daha belli ediyorsun. Uzaklara bakarken “Bu siluet başka nerde var” diye geçiriyorsun içinden. Tarihin hızla ve hunharca yok edildiğini görmek acıtıyor. “Yine de güzelsin” derken, “yine de’nin anlamı kalkmamacasına bir yerine çörekleniyor .


“Muhallebicinin oğlu” seni derin düşüncelerinden koparmak için avaz avaz bağırıyor. “Buyur, abla,buyur”. “Bu da geçer, abla” der gibi…Ağzında acı bir tat varken, bir muhallebicinin sesini farketmek ağzının tadını değiştirmekle beraber ilahi bir işaret gibi geliyor. Ruh hallerinin biraradalığı ve içiçeliği hoşuna gidiyor. Kaymak niyetine yolun ucundan duyduğun yaylıların özellikle de klarinetin sesi sana ümit üflüyor...


Pazar gününün kendine özgü tartıya sığmaz ağırlığı seni sardığından eve dönüş yoluna girmek zor geliyor. Kanun, ud, kemençe, kemanlar, vurmalılar, gitar seni uyutmaya çalışıyor bu tatlı ninniyle. Ama kaçış yok…Tatil …bitti.

“Koca yaz bitti, pazar geride kalsa ne olacak ki?” diyorsun. “Yatacağız, kalkacağız, yatacağız kalkacağız, sonra…” diyen şefkatli annenin sesi gibi kendine “yine yaz geliyor bak, azıcık daha sık dişini, çoğu bitti azı kaldı” diyorsun…Sokağa girmeye hazırsın şimdi. Daha fazla yalnızlığa gelemezsin zaten, tadında bırak yalnızlığı, sevdiğin bir ses ya da sesler sana eşlik etmeli ki neşeni tam bulasın...


“Sarnıç sokak”. Kimbilir kaçıncı okuyuşun bunu. Tuhaf, sanki ilk kezmiş hissi veriyor o an. Bildiğin sarnıçları bir bir sayıyorsun, Yerebatan Sarnıcı, Faucault… “Sarnıç” “sarnıç” diye tekrarlarken sarnıç’ın dünyadaki anlamı kayboluyor geriye bu sefer yoldan gelen sesler kalıyor. Nal sesleri. Bu ahenkli ses seni faytona bindirmeye yetiyor. Atların sana yolculuğunda eşlik etmesi seni birkat daha güçlendiriyor, pazar gününe duyduğun sıkıntı bir toz olup gidiyor. Eski Nisan’ı hatırlıyorsun, İkinci Bahar’ı hatırlıyorsun şimdi. “Umarım bahar hep bu müziklerdeki güzellikleri yaşatır” diyorsun...Tamburla bir adım, kemençeyle iki, viyolayla üç, gitarla dört derken evine yaklaşıyorsun…


“Bindokuzyüzellibeş mezunları” tabelasını görüyorsun şimdi.Perdesiz camda ruhu genç “mezunlar”ı görüveriyorsun. “Acaba ne konuşulur burda, yitenler mi, geride kalan vefalılar veya vefasızlar mı?” “İnsan yedisinde neyse yetmişinde de o diyorsun sonra, mizaç değişmez, konuşma konuları da ona göre oluyordur herhalde. Kemençenin bir yerdeki dokunaklı ve sakin çığlığı o pencereden sokağa taştıkça aklına Sakız Hanım ile Mahur Bey’i geliyor…Hoşgeldin Hüzün, hoşgeldin eski sevdalar…


“İstanbul efendisi” bu olmalı diye düşündüğün biri dikkatini birden kendisine çekiveriyor. Kanun ve kemençe asaletleriyle onun yürüyüşüne çok yakışıyor. O bir beyfendi. Konuşmasa da olur, beden dili yetiyor. Etrafındaki insanların üstüne üstüne yürümemesi, kibarlığı o kadar kalabalığın içinde belli ediyor kendini. “Kendinizi korumaya alın” diyebilsen ona, sizden az kaldı buralarda”…

“Balıkçılar”a dalıyorsun sonra. Başrolde yine aynı çalgılar ama bu sefer telleri neşe saçıyor…balıkçıların coşkulu koşturmacasıyla, sıtma görmemiş sesleriyle, sıra sıra balık dolu tablalarla kendine geliyorsun. Okarina sana yeni bir başlangıcı müjdeliyor gün batımında…Pazar akşamını hazmettiğinin bir belirtisi mi bu keyiflenme?

“Sekizonbeş treni”ni kaçırmamalısın sabah. Bindikten sonra da kendini o monoton gibi görünüp aslında kendine has bir ritmi olan müzikli yolculukta güne hazırlamalısın. Evet, böylece günuykusundan uyanıyorsun … Yeni bir hafta başlıyor bu şehirde. “Dayan yüreğim dayan” diyorsun, “bu şehir gayret, bu şehirde yaşamak yürek ister, biliyorsun…”
Olası iki soru ve kesin iki cevap:


Her paragraf başında ilk veya ilk iki sözcük tırnak içinde,tesadüf mü? Olabilirdi…ama değil! Bunlar 2003 yapımı İnce Saz’a ait “Üç İstanbul’a Dair” albümünün parça isimleri. Başta ud, tanbur, kemençe, keman, kanun, buzuki, klarinet, lavta, vurmalı çalgılar olmak üzere tüm diğer sazlarla, İnce Saz’ın müziği her zamanki gibi İstanbul’a,onun eski güzel mahallelerine, cumbalı evlerine, Boğaz’a, çok yakışıyor ve onun sadece aydınlık, dingin yüzünü sunmayı vaadediyor.


Geri kalan sözcükler nerden peki? Parçaların dinlendiği sırayla –orijinal sırası değil yani- kurgulandı! tümüyle çağrışım... Vokal yerine iç ses. İstanbul’da toplasanız 10 gün geçirmemişim, ne o plaja ne de sokağa düşmüş yolum, ama ne çıkar! Gerçek şu ki bir pazar günüydü, denizi çok özlemiştim ama ona gidemiyordum. Neyse ki duyarlı İnce Saz’ım vardı odamda, bana albüm kapağındaki martıyla “o zaman ben onu sana getiririm” diye fısıldadı. “Sazı elime almamak mümkün mü?”…Nisan, deniz kokan saçlarından, bu ılık havadan ve ruh iklimimden sen suçlusun!

Hiç yorum yok:

Blogger templates

Blogroll

About