11 Mayıs 2008 Pazar

Sonsuz hüznün müziği-NİHAL YETKİN

Share it Please
Bir besteci…İngiliz Edward Elgar. Romantik. Sene 1919, bir viyolonsel konçertosu (mi minör Op.85) besteliyor. İçinde silkinip atamadığı 1. Dünya Savaşı'nın bıraktığı ağır bir yük. Bu da yetmezmiş gibi eşinin hastalığının verdiği derin üzüntü. Üstüne üstlük iki yakayı bir araya getirme derdi. Bütün bu psikolojik sancılar içinde bestelendiği zaman değil ama daha sonra büyük ses getirecek bir eser. Viyolonsel başrolde, yan rollerde yaylılar.

Bir çellist. 1945 doğumlu, İngiliz Jacqueline du Pre. "Hillary ve Jackie" filmini seyredenler bilir: birbirine zıt iki kızkardeş, hırslı bir müzisyen anne. Başta Hillary ablasını bir iki başarısını kıskanan Jackie hırs yapıp çellosuna dört elle sarılıyor ve daha oniki yaşında meşhur oluyor. Başarılarla dolu yıllar, konserler, peşpeşe dünyanın dört bir yanına yapılan turneler onun görünmez yaralarını sarmak bir yana, onu iyice yalnızlığa ve mutsuzluğa itiyor ve sonuçta çok başarılı ama gergin ama mutsuz ama yapayalnız bir insan. Elgar’ın konçertosunu kendi döneminde en iyi çalan kişiymiş, müzik otoriteleri ondan bahsediyormuş, ne çıkar. Onun bestede duyumsadığı hüzün “A Genius in the Family” kitabında belirtildiği ve malum filmde de aktarıldığı üzere bestecininkinden farklı. Bir iç çatışma. Bunun getirdiği çelloyla kurulan aşk-nefret ilişkisi. Ne onunla, ne onsuz olma hali. Düşünürüm de en çok ondan medet umacağı dönemde “multiple sclerosis”'e yakalanıp tek dostu çellosundan ayrılmak kimbilir ona ne kadar zor gelmiştir. Filmdeki o sahne bugün gibi aklımda: Jackie tekerlekli sandalyede. Yalnız başına. Odada, hastalığının kötü bir evresinde sabit gözlerle çellosuna bakıyor.Ona dokunamamanın verdiği bütün ızdırap gözlerine oturmuş. Bütün film boyunca bu eser iki oyuncuyla birlikte başrolde. Görkemli ve hüzünlü...

Bir dinleyici, ben. O filmi gördüğümden beri ne zaman bu eseri dinlesem tüylerim diken diken oluyor. Bugün konserdeyken o duygunun içinde buldum yine kendimi. Kapılıp gidiyorum ezgilere, mırıldanmaya başlıyorum farkında olmaksızın. Öyle samimi, öyle güzel ki. Tam romantik dönemden çıkma. Akıcı. Duygulu. Derin. Dinlerken aklıma kah o film geliyor, kah du Pre, kah Watson, kah besteci, kah günlük sıkıntılar. Müzik hep beni dikenli, yüzleşilmek istenmeyen yerlere götürüyor. Sanki baskılanmış, baskılanmış sonra patlamış bir duygu seli…Tek bir bireyin sancıları gibi de algılanabilir, toplu bir isyan gibi de… Dinledikçe hüzün sarıp sarmalıyor etrafı. Bir bulut olup yükseliyor, grileşiyor. Ne olursa olsun, dermansız bir derdi duyar gibi oluyorum. Zamanında atılamayan geç kalmış ve havada kalmış bir çığlığı. Ağlamak yok. Yalnız. Dertler zevk olmuş. Bir girdabın içinde yuvarlanıyor da yuvarlanıyor. Arada mutluluk veya umut kırıntılarını anımsatan ferah bölümler var ama çok kısa. Bir kısır döngüden kurtulamamayı çağrıştırıyor bana. İşte bu noktada kopuyorum: Mutlaka bir çıkış yolu var, olmalı. Çünkü hayat her şeye rağmen buna değer…

Herkes hayatında bir çok büyük ya da küçük, önemli ya da önemsiz üzüntü/sıkıntı/sancı yaşıyor. Ama bunları farklı yaşıyor/yaşatıyor. Kimi boğazına oturmuş bu dertlerle yutkunamıyor, yaşadığı olumsuzlukları bir türlü hazmedemiyor. Kimi unutmayı seçiyor ya da unuttuğunu sanıyor. Kimi olur olmaz nedenlerle bunların hıncını başkalarından alıyor. Kimi maçlara gidip karşı takıma küfrederek rahatlama peşinde. Kimi sevdikleriyle paylaşarak konuşarak bu yükü atmaya çalışıyor. Kimi sanatla dışavurumu seçiyor. Örneğin kimi Elgar gibi beste yaparak bunu estetik bir şekilde dünyaya duyurarak duygularını yüceltiyor. Kimi onu yorumlayıp dinleyiciyle paylaşıyor. Kimi bu besteyi dinlerken bunları ve daha kimbilir neleri düşünüyor. Kimi bunları yazıp bir ferahlama hissediyor veee bu yazıyı göndererek paylaşmak istiyor…

Fotoğraf: http://www.deviantart.com/print/3011807/

Hiç yorum yok:

Blogger templates

Blogroll

About