7 Aralık 2008 Pazar

SERBEST RADİKALLER SAYI 30

Continue Reading...

Babaannemin Bayramı- FULYA

Çocukluğumda, Kurban Bayramları tüm yönetimin babaanneme geçtiği günlerdi.Bayramdan bir kaç gün önce, yüzünde çok ciddi bir ifade ile sabahın erken saatlerinde kalkar, pazarın yolunu tutardı. Bir kaç saat sonra bir at arabasının üzerine bağdaş kurmuş bir şekilde oturmuş ve arka ayakları bağlanmış, şaşkın bakışlı, kara bir keçinin boynuzlarından tutmuş bir şekilde sokağın başında görünürdü. Savaştan dönmüş muzaffer bir komutan edası ile evin önünde arabacıya durmasını söyler ve yaşından beklenmeyen bir çeviklik ve heyecanla sokağa inerdi.

Bu, onun bayramıydı. Bayram boyunca yapılacak ne varsa herşey onun denetiminden geçerdi. Bu konuda kimseye güvenmez; mutfaktaki eşyaları, bahçede açılacak çukuru, keçinin bağlanacağı ipi, herkesin sabah kaçta kalkacağını, bayram günü kimin görevinin ne olacağını, bayram şekerlerini, kolonyayı, öğleden sonra gelecek misafirler için pişirilecek yemekleri önceden tespit eder ve bunların hepsinin tıkır tıkır işlemesi için bir gün önceden herkesi toplayıp görevlerini büyük bir titizlikle anlatırdı. En önem verdiği iş ise; bayramdan önceki günlerde tek tek belirlediği fakir aileler için verilecek kurban eti konusuydu. Bu konuda oldukça titiz davranırdı. Tüm tanıdıklarına haber gönderir, onların yaşadıkları mahallelerde yaşayan fakir insanları kendisine bildirmelerini isterdi.

Bayram günü geldiğinde, sabahın çok erken saatlerinde acele eden birilerinin çıkardığı gürültü ile uyku mahmuru gözlerimizi açardık. Babaannem sürekli yapılacak işleri sıralarken herkes bir yana koşardı. Sonra boğuk bir ses gelirdi dışarıdan tüylerimizi diken diken eden... Bilirdik o sesin kime ait olduğunu ve neden bu kadar acıyla çıktığını...

Dışarı çıktığımız vakit elinde kanlı bir bıçakla, bir kan gölünün ortasında duran Mevlüt Ağbi dünyanın en korkunç adamı olarak, sonraki gecelerde rüyalarımızda göreceğimiz haliyle, bembeyaz dişlerini göstererek gülüyor olurdu. Bizleri yanına çağırır ve bunun korkulacak bir şey olmadığını söyleyerek uzun bir konuşma yapardı. Parmak ucuna sürdüğü bir damla kanı alnımıza sürdükten sonra omzumuza, ona göre dostça bize göre oldukça tehditkar bir tavırla, pat pat vururdu.

Oradan kaçıp diğer çocukların bulunduğu sokağa fırlar ve alnında kanlı bir parmak izi bulunan bir grup çocuğun arasına karışıp herşeyi unuturduk. Dünya oyun üzerine, kahkaha üzerine yeniden kurulur, kafası kopmuş o şaşkın kara keçi, babaannem, Korkunç Mevlüt Ağbi başka bir dünyada kalırdı...

Karnımız acıktığı vakit eve girer, babaannem mutfakta bir kasap edasıyla etleri parçalarken koşarak arkasından geçerdik. Sesimizi duyar ve ayak bağı olmamamız konusunda bizi uyarır ve işine devam ederdi. Bu arada biri radyoyu açar tüm bayram sabahını içli bir şarkı doldururdu...
Bayram babaannemin bu yoğun hazırlıkları, biz çocukların uzun zamandır görmediğimiz kuzenlerimizle bir arada olacak olmamızın heyecanı, etraftaki koyun keçi sesleri, çocukların o zavallı hayvanlara yaptığı türlü maskaralıklar, minderlerin altına saklanmış rengarenk şeker kağıtları, Mevlüt Ağbinin kanlı elleri ve alnımızda kuruyan kanlı parmak iziyle geçip giderdi...

Bu bayram da babaannem aramızda olmayacak...Belki bayram sabahı kulaklarımıza fısıldar:"Hadi bakalım erken kalkın. Bugün kurban bayramı..."
Continue Reading...

Canım Sıkılıyor, Neredesin? LEVENT İNAM

Canım sıkılıyor... Herşeye canım sıkılıyor artık. Yolda yürürken omuzuma çarpan ya da ayağıma basan ve " afedersiniz" demektan aciz insanlara canım sıkılıyor...İşyerimde suratsız, kızgın dolaşan, işini sevmeden yapan insanlara canım sıkılıyor...
Öğlen yemeklerinde yan masada oturup el salladıkları arkadaşlarının dedikodularını yapan insanlara canım sıkılıyor...
Trafikte kendinden başkasına saygısı olmayan ve araba kullandığını sanan trafik magandalarına canım sıkılıyor...
Çocuğunu okula göndermeyenlere canım sıkılıyor...
Kızını üç kuruş paraya satanlara canım sıkılıyor...
Töre safsatasına sığınıp kardeşini, çocuğunu öldürecek kadar gözü dönmüş yaratıklara...
Dindarlık kisvesi altında insanları yüzlerce yerinden bıçaklayan sapıklara...Onları alkışlayan manyaklara... Canım sıkılıyor.
Eğitimsiz, cahil ve öğrenmeye niyeti olmayan insanlarla boğuşmaktan canım sıkılıyor...
İnsanları bu hale getirenlerin hala ülkemin kaderinde söz sahibi olmasına canım sıkılıyor.
Sevgisizliğe, hoşgörüsüzlüğe, kabalığa, canım sıkılıyor.
Ülkemin çocuklarının gözlerine bakınca canım sıkılıyor...
Ülkemi yönetenlerin gözlerine bakınca canım sıkılıyor...
Çok şeye canım sıklıyor cancağızım çok şeye!
Belki sıkıntılarımda haklıyım... belki de birer paranoya ürünü bunlar. Bilemiyorum.Ama sabah gözlerimi açtığım andan itibaren bunları görüyorum ve bunlara sıkılıyorum.
Güneş bu kasabayı terk ederken gözlerim yoruluyor...
Başım ağrıyor...
Canım sıkılıyor.
Gözlerim gözlerini..
Başım omzunu...
Ellerim saçlarını...
Kulağım sesini...
Burnum kokunu...
Bedenim bedenini...
Tenim tenini arıyor.
Huzur limanına sığınmak istiyorum.
Ve nerede olduğunu bile bilmiyorum...
Canım sıkılıyor sevgili sevgilim...
Nerdesin?
Continue Reading...

Özgür Ol- MEHMET SAĞLAM

Bırak aksın o nehir,
Sonu sonsuzluk olsun
Özgürce...
Çağlayan olup
Dökülsün denize
Gizlice...

Bırak sevdan çağlasın
Nehirce...
Tutulmasın baraja,
Sevdaya akmak yaraşır
Çağıl çağıl, âşıkça.

Bırak aşkını boşluğa
Uçup girsin bir kovuğa
Kendince...

Unutma,
Tutsak sevdalar
Sahibini prangalar
Soluk soluğa...
Continue Reading...

Küller ve Kar- NİLGÜN

‘ Et ateşe, ateş kana, kan kemiğe, kemik iliğe, ilik küllere, küller…. kara’
Küller ve Kar

Acıdan, savaştan, gözyaşı ve kandan , sevgisizlikten, iki yüzlülükten ……… hiç bitmeyecekmiş gibi savurup durduğumuz şu yaşamdan bunaldınız mı? Sizi kanatsız uçuracak görsel bir şölene, Küller ve Kar’ı (Ashes and Snow) izlemeye davet ediyorum!

‘Küller ve Kar’ Kanadalı fotoğraf sanatçısı Gregory Colbert’in senaryo ve yönetmenliğini üstlendiği 2005 yılı yapımı, muhteşem bir belgesel. Colbert : Hayvanların şiirsel duyarlılıkla paylaştıkları dillerini inceledim, insanlarla birlikte nasıl uyum içinde yaşayabildikleri yeniden keşfettim, diyor filmi için.

10 yıl gibi uzun bir sürede , Hindistan,Burma, Tongo, Sri Lanka, Namibya, Kenya, Antartika, Azor Adaları ve Borneo’da 100 kişilik bir ekiple çekimleri gerçekleştirilen bir belgesel Küller ve Kar. Her bir kare ayrı , muhteşem bir fotoğraf ; insanlarla hayvanların nasıl böylesi mükemmel bir uyum, bütünlük içinde olabildiklerini gösteren. Hem izlediğiniz görüntüler hem de dinlediğiniz şiirsel müzik, kanatsız uçuruyor insanı gerçekten de.

Filmin başında; bir yıllık bir yolculuğa çıkmış bir adam, kendisinden haber bekleyen eşine , sessiz –habersiz- geçen 365 günün ardından şöyle sesleniyor :
‘Bu anda bana gelirsen,
dakikalar saat olur, saatlerin gün ve günlerin bir ömür olur.

Fillerin Prensesine

Tam bir yıl önce kayboldum. O gün bir mektup aldım. Beni Fillerle yaşamımın başladığı yere çağırıyordu. Lütfen aramızda bir yıldır süren sessizlik için beni bağışla. Bu mektup sessizliği bitirecek.
Sana yazacağım 365 mektubun ilki, her bir sessizlik günü için bir tane.
Asla mektuplardaki kendimden fazla olmayacağım.
Bunlar benim kuş yolu haritalarım.
Ve bunlar doğru olacağını bildiklerimin hepsi.

Her şeyi hatırlayacaksın.
Her şey önceki gibi olacak.’

Hayvanların doğalarındaki müthiş artistik duruşlarıyla, insanlarla sıra dışı birlikteliklerinin herhangi bir kolaj, montaj ya da efekt kullanılmadan sadece sepyaya çevrilmiş görüntülerinden oluşan bu görsel ve şiirsel şöleni mutlaka izlemenizi öneririm…

Bilgi için: http://
http://www.ashesandsnow.org/.

http://ashesandsnowblog.blogspot.com/2007/03/ashes-and-snow-film-dvd.html
Continue Reading...

Son Ada- ÖZLEM AKAYDIN

Hiçbir kelime ya da cümlenin anlatmaya yeterli gelmeyeceği kadar özel bir adadır o.

*** Bütün anakaralara uzak, geceleri yasemin kokusuna bürünen kimsenin bozmaya kıyamayacağı güzellikte bir ada.

Bir gün, içinde kendi halinde yaşayan insanları barındıran bu adaya emeklilik yıllarını geçirmek üzere darbeci, bir başkan gelir.

Başkan, tüm benliğine işlemiş engel olamadığı şiddet duygusu ile ada sakinlerinin haberi bile olmadan adanın huzurunu kaçırmaya gelmiştir aslında.

Herkes başkanın gelişinden memnundur, bir tek kişi hariç; gerçekleri diğer sakinlerden önce görebilen “ yazar ” .

Büyük bir karşılama töreni düzenler ada sakinleri başkana.

Herkes, her şeyin başkanın gelişiyle daha da güzel olacağına inanmak istemektedir.

Başkanın gelişi ile zaman içerisinde adada her şey değişmeye başlar.

Başkan, adayı yavaş yavaş yok etmektedir.

İlk yaptığı da adayla bütünleşen martıları yok etmektir. Martıların varlığı bilinmez bir şekilde rahatsız eder başkanı. Başkan ve adamları martıları, vurarak yumurtalarını ezerek acımasızca yok etmeye devam etmektedirler.

Oysa, ada yoksa martılar da yoktur, martılar yoksa ada yoktur. Bunun da kimse farkında değildir henüz.

Her şeye rağmen başkan ve yandaşları galip gelir bu garip, yok etmeye programlanmış anlamsız savaşta.

Adaya kötülerin itibar gördüğü, iyilerin yaşama hakkı olmadığı dünya düzeni yerleşmiştir artık.

Savaş başlamıştır, kıyım başlamıştır ve bunları başlatan başkan ve yandaşları, olup bitenleri uzaktan hiçbir şey olmamış gibi izlemektedirler.

Zülfü Livaneli’nin “Son Ada” sı mükemmel kurgusuyla okura kısacık ama önemli bir roman okutuyor. Romanı okurken adanın geleceğinin ne olacağını az çok tahmin eden okur; tahminlerinde yanılmak istiyor.

Son Ada kurgusunun yanı sıra özellikle verdiği önemli mesajlara dikkat edilmesi gereken bir roman. Elimizdeki “ son ada ” yı yitirmemek için…

*** “ İşte anılar burada bitti. …
Sevgili dostum, bir gün Voltaire’nin kitabında, İstanbul’daki bahçıvanın, huzur arayan Candide’e verdiği “ Bahçeni yetiştir ” öğüdünü örnek göstererek, “ Hikayeni anlat!” demiştin bana, hatırlıyor musun?
“Sadece hikayeni anlat!”
Ben de öyle yaptım
Son Ada’yı yitirişimizin hikayesini anlattım.

*** Kitaptan
Continue Reading...

Cumhutiyet'in Fedakar Öğretmenlerine... TUĞBA


16 Mart 1848 ilk öğretmen okulu'nun açılış tarihidir. Öğretmenler ''muallim'' okul ''muallim mektebi''dir.

1 Kasım 1928'de arap harflerinin yerini bugün kü alfabemizin alması hakkındaki kanun yürülüğe girdi.11 Kasım 1928'de Bakanlar Kurulu Atatürk’e Ulus Okulları Başöğretmeni unvanını verdi. 24 Kasım 1928. Büyük önder ''Baş Öğretmen'' ünvanını kabul etti.

Atatürk’ün 100. doğum yıldönümü olan 1981 yılından itibaren 24 Kasım her yıl “Öğretmenler Günü” olarak kutlanmaya başlanmıştır.

24 Kasım 2008... Atatürk'ün, öğretmenlerimize armağan ettiği günün 80. yıldönümü..

Baş öğretmenimizin '"Ulusları kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden eğiticiden yoksun bir ulus henüz ulus adını almak yeteneğini kazanmamıştır. Ona basit bir kitle denir ulus denemez. Bir kitle ulus olabilmek için mutlaka eğiticilere öğretmenlere gereksinim duyar." diyerek görevlerinin yüceliğini ve önemini vurguladığı...

Ve kendilerine "''Öğretmenler, yeni nesli, cumhuriyetin fedakâr öğretmen ve eğitimcilerini sizler yetiştireceksiniz ve yeni nesil sizin eseriniz olacaktır'' sözünü ithaf ettiği Öğretmenlerimizin, öpülesi ellerin sahiplerinin günü..

Pazar filesini dolduramasa da kimseden yardım beklentisi içinde olmadan maaşıyla evini geçindirmeye, ek işlerle ay sonunu getirmeye çalışan saygıdeğer insanların günü..

93 yaşında Atatürk aydınlığından gururla söz eden Cumhuriyet'in ilk kadın öğretmeni Refet Angın'ın...''Dünyanın bütün çiçekleri'' dediği öğrencilerine doyamayan köy öğretmeni Ceyhun Atıf Kansu'nun..Geleceğin sanatçılarını, çağdaş Türk gençlerini, Atatürk sevgisiyle yetiştiren Özlem Dulgadir'in günü..''

Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür'' nesilleri..''Dünyanın bütün çiçekleri''ni yetiştiren...Aydın, onurlu, Cumhuriyet öğretmenlerine, öğretmenlerimize sevgi ve saygıyla..

Öğretmenler Gününüz Kutlu Olsun..!
Continue Reading...

Benim babam annemi döver- YEŞİM ÖZDEMİR


Saçlarının arasından ince bir kan sızıntısı şakağına doğru akmış ve koyu kırmızı bir leke gibi donup kalmıştı. Kaç yaşında olduğunu kestiremediğim kadın, başını önüne eğmiş, titredikleri fark edilmesin diye ellerini kucağında birleştirmiş , öylece oturuyordu pansuman odasında. Benimle göz teması kurmamaya özen gösteriyordu.
- Nasıl yaralandınız?
- ………….
- Başınızı bir yere mi çarptınız?
- ………….
Sorularıma bir karşılık alamadığım için huzursuz olmuştum. Yarasını kontrol etmek için saçlarını araladığımda yaklaşık 1 cm uzunluğunda bir kesi ile karşılaştım. Yarasına pansuman yaparken hala sessizliğini koruyordu. Bir tuhaflık olduğu kesindi. Koridorda bekleyen hastaların bizi duymalarını engellemek için kapıyı kapatıp, köşede duran sandalyeye oturdum. Bir kere daha nasıl yaralandığını sordum. Birden bire sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Az önceki sessizlik yerini kuvvetli bir fırtınaya bırakmıştı adeta. Gözyaşları yağmur gibi yanaklarından aşağı süzülürken, sessinde sezilmesi çok kolay bir nefretle ağzından şu cümleler döküldü:
- O yaptı! Kocam yani!
- Kocanız dövdü mü sizi?
- Evet! Kafama merdane ile vurdu! Üstelik de oğlumun gözünün önünde! Küçücük oğlumun gözünün önünde!
- İlk defa mı böyle bir şey yaşadınız?
- Ne ilki, bu kaçıncı! Komşular yetişmese belki de şimdi yaşamıyor olacaktım…
Ayağa kalktı ve üzerindeki kazağı yukarıya doğru sıyırdı. İki göğsünün üzerinde de çok sayıda çizik görülüyordu. Dehşet içinde kalmıştım. Hala ağlıyordu.
- Bunları da o yaptı! Bıçak salladı bana! Bakın! Bunlar da geçen bayramda demirle vurmuştu kollarıma; onların izleri…
- Neden polise gitmediniz?
- Gitmez olur muyum? Kaç kere gittim. “Aile kavgasına karışamayız” dediler…
- Böyle aile kavgası mı olur? Bu düpedüz adli bir olay!
- Valla gittim karakola doktor hanım. Beni gerisin geri eve yolladılar…
- Peki…Ailenizin haberi var mı bu olan bitenden?
- Var! Ama “Kızım düzenini bozma; bak çocuğun var” diyorlar. Ben sandım ki bana kola kanat gererler. Olmadı!
- Tamam tamam sakin olun… Alın şu mendili gözlerinizi kurulayın.
Her ne kadar ona sakin olmasını salık veriyorsam da, asıl sakin olmayan bendim. Bir insanın periyodik olarak bunları yaşıyor olmasının ne denli ağır olduğunu düşündüm. Kendisini ne kadar yalnız ve çaresiz hissettiğini…
- Geçen bayramda, beni demirle dövdükten sonra , oğlumu da alıp annemlere gittim. “Karı- koca arasında olur bazen böyle şeyler” diyerek beni evlerine kabul etmediler. Ailem sırt çevirmişti. Evime de gidemezdim. Bir işim yok; param pulum yok. Oğlumu aldığım gibi deniz kenarına gittim. “Bu işkence bitsin artık” diye düşünüyordum. Geride gözü yaşlı bir evlat da bırakmak istemiyordum. Hem onu da döverdi gün gelir. Tam oğlumu da kucağıma alıp denize girerken , birileri polise haber vermiş. Engel oldular bana… Sonra tekrar eve döndüm işte…
- Şimdi beni dikkatle dinlemenizi istiyorum. Daha önce dayak yediniz. Bundan sonra da çok büyük bir olasılıkla şiddet görmeye devam edeceksiniz. Bu adamla yaşamayı sürdürmeyi düşünüyor musunuz?
- Hayır! Oğlumu da alıp gitmek istiyorum.
- Ama maddi bir geliriniz yok. Nereye gideceksiniz?
- Gerekirse cehennemin dibine bile giderim. Yeter ki ondan uzak olayım!
- Bakın. Ben bu durumu adli bir olay olduğu için karakola bildirmek zorundayım. Onlar, size bir tutanak tutup sonra da sizi Adli Tıp’a sevk edecekler. Darp gördüğünüz resmi bir şekilde belgelenmiş olacak. Bu belgelendiğinde, kocanızın evden uzaklaştırılması ve çok çabuk boşanabilmeniz mümkün.
- Ben de istiyorum karakola başvurmayı ama dedim ya ilgilenmediler.
- Peki…Siz biraz burada dinlenin. Ben az sonra geliyorum.
Odadan çıktığımda yanaklarım alev alev yanıyordu öfkeden. Karakoldaki görevli polis memuruyla konuştum. Kadının kimliğini bildirdim ve az sonra yanlarına geleceğini söyledim. Durumu kısaca anlattım. Tekrar odaya dönmek için koridora çıktığımda , bir hemşiremizin, annesi odadan çıkana kadar oyalamaya çalıştığı küçük oğlanla karşılaştım. Bir an için göz göze geldik.
O küçücük yüzünde derin bir hüzün, iri kahverengi gözlerinde az önce yaşadığı olayın yarattığı dehşetin izleri o kadar belliydi ki… İçim sızladı o anda. Bu küçücük yaşında, kendisi için son derece travmatik olan olaylar yaşamak zorunda kalmıştı ne yazık ki… Sadece saçını okşayıp, annesinin biraz sonra yanına geleceğini, merak etmemesini söyleyerek tekrar kadının yanına döndüm.
- Karakolla görüştüm. Polis memuru Mehmet Bey sizi bekliyor. Oradan da Adli Tıp’a sevk edileceksiniz.
- Çok sağolun. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Daha 23 yaşındayım, ama en az 40 gösteriyorum. Saçlarıma baksanıza bembeyaz oldular…
- Bundan sonra umarım her şey yolunda gider ve çektiğiniz bu son acı olur. Bakın … Bu kağıda Sağlık Ocağı’nın telefonunu ve adımı yazıyorum. Lütfen muayeneniz de olup bittikten sonra beni arayıp, gelişmelerle ilgili bana bilgi verin. Beni merakta bırakmayın.
- Peki… Her şey için teşekkür ederim.
Ellerini, sımsıkı iki elimle kavrayıp sıktım. Yüzümde zoraki bir gülümsemeyle, güçlü olmasını istediğimi söyledim. Başıyla onaylar gibi bir hareket yaptı. Gözyaşlarını kuruladı. Koridora çıktığımızda, oğlu koşarak kadının bacaklarına yapıştı. Ona doğru eğilip gülümseyerek iyi olduğunu söyledi ve el ele uzaklaştılar.
Güçlünün güçsüzü ezdiği bu düzenin ne kadar korkunç boyutlarda olduğuna, bir kere daha somut bir olayla tanık olmuştum. Erkek, bundan sonra da güçsüzlüğünü bastırmak için, fiziki gücünü kullanıp dövmeye devam edecekti. Kadın, belki de karakola gitmekten vazgeçip, var olan kaderine boyun eğecekti sessizce. Belki, başka bir dayak sırasında komşular geç kalacaklardı bu sefer.
Belki de “Artık yeter!” diye haykırarak yasal yollardan hakkını arayacaktı. İş bulmaya çalışacak, kim bilir belki de bir batağın içine sürüklenecekti oğluyla birlikte. Belki de şansı yaver gidip kendini çekip çevirecek bir iş bulacaktı. Kim bilir? Oğlu, bu yaşadığı ağır travmayı atlatamayıp, içinde büyüttüğü nefret ve öfke ile serseri olacak ya da isyankar.
Belki bu, sadece bir öykü olsun isteyecektik bizler. Kadın ve oğlu için her zaman mutlu sonla biten…
Continue Reading...

Blogger templates

Blogroll

About