28 Eylül 2008 Pazar

SERBEST RADİKALLER SAYI 23

Continue Reading...

Tarık aydınlatıyor: İş Mülakatı- FARUK SÜRENER


Deyerli arkadaşlar, kiymetlu dostlar. Bugün sizleru çok önemlu bi meslek hakkinda aydinlatacağum. Nedur o meslek dersenuz, yanitlayayum, “Borsa Birokirliğu”dur. Şimdu içinuzden bazi gençler bu havali ve karizmatik meslek ismunden etkilenip hemen “Tarik abi, Tarik abi ben de “bürökur” olmak isteyrum” diyebilurler. Onlara yanitum şudur, “Ula dur iki dakka, amma sabirsizsun, sen ananun karninda on ay nasul bekledun, daha isminu doğru dürust telafiz edemiysun ne birokirliğu, sen önce “birokir” demeyu oğren, ondan sonra gonuşalum daa!”
Neyse efendum, şimdu sizu borsa birokirliğu hakkinda aydinlatacağum ama aklima celdu de bu bilgileru kullanabilmenuz için, öncelikle sizun birokirluk işine cirmenuz lazimdur. Onun içun de “İş mülakatu” yapmanuz gereklidur. O zaman nedur bu iş mülakatu, önce oni bi anlayalum, sonra hep birlukte güzelce bi aydinlanalum di mi? (Bence bu sorinun yanitu “Evet Tarik abi haklisun”dur, hiç uzatip da polemiye cirmeyun!).
Efendum, nasil ki bi derneğe girmek içun bi mülakat, bi tanuşma yapayisanuz, nasil ki misal bi terör örgütune başvuruda bulunduğinuz zaman bazi ön görüşmeler yapmanuz lazimdur, bi işe başlamak içun de bi “iş mülakatu” yapmanuz gereklidur. Yoksa adam nerden anlayacak ki, siz bu işe uygun misinuz, değil misinuz, nesinuz, di mi ama..
İş mülakatlarinun bazi temel kurallari vardur. Aşağuda bu kurallari size tüyo olarak veriyrum. Bunlaru öğrenun. Gayet basittur. Aha da bunlaru yapip gene de iş bulamazsanuz bağa da “Tarik” demesunler, birakun “Tarik” demeyu, görunce tanimazluktan gelsunler beni. O gada iddaliyum yani!
• Mülakat sirasunda asla sigara içmeyun. Sadece sigara da deyil, iş mülakatu sirasunda alkol, kumar ve mülakatçi ile seks yapmaktan kaçinun.
• Ne uzun ne de kisa konişun. Uzun konişma, karşinuzdakinu sıkabilur. Kisa konuşursanuz da bu sefer karşi taraf meydani boş bulup atip tutabilur, o zaman da siz sıkılabilirsinuz.
• İş mülakatuna pirazantibıl giyunerek citmek gereklidur. Her kiyafet pirazantibıl deyildur, şik olan iş kiyafetleru pirazantibıldır. Nasul ki, “iç çamaşiru” vardur, siz bu pirazantibıl kiyafetlere “iş çamaşiru” diyebilirsinuz. Şik iş kiyafetleru giymek, iş parfümleru sıkmak ve iş saatleru takmak hep pirazantibıl olmanun belirtileridur. Erkekler takim elbuse ciyebilurler, ama boyle parlak, “cart sari” vs dediğumuz açik renkler olmamasi gereklidur. Kadinlar da ölçülu bi giyum giymelidurler. Örnek misal vermek gerekurse, minimini etekler giyup de cinsel objelerinu ortaya sermemelidurler. Bu anlamda meme dekoltelu giysulerde de tikkatli olunmalidur. Çünku otururken deyul de eğilunce bazi şeyler görülebilur. Mesela Japonlar sürekli karşi tarafa eğilup eğilup selam vereyuler, bir umut belki karşidaki eğilurken kimononin arasundan bişeyler görüruz diye! (İlkunde iyi göremedukleru içun defalarca eğilurler onlar) Şimdu anladinuz mi oni!
• Bir diğer önemlu koni da şudur. Mülakat sirasunda adaylar sinurlenmemelidurler. Karşi taraf baski altunda sizun tepkilerinizu ölçmek içun kasitlu olarak sizu kizduracak sorular sorabilurler. Bu çok kullanilan bi uygulamadur. Akillu olun, karşi taraf numaradan yapayi oni! Sinurlenmeyun hemen, soğukganli olin daa. Hemen gaza gelup, abuk-subuk yanutlar vermeyun. Tikkatli olun! Benum başima daha önce boyle bi olay celmişidu, size aşağuda örnek hikaye olarak vereyrum ki ders alin oni!
MÜLAKATÇİ: Buyrun Tarık Bey, hoşgeldiniz. Nasılsınız?
BEN : Tabi hoşgeldum. Gayet sakinum. Niye soraysinuz?
MÜLAKATÇİ: Eee... pardon?... Nasıl!?... Neyi sormuşum ben?
BEN : Yani şimdu “nasilsinuz?” diye sorarak benim sinirlu olip olmadiğimu anliyacaksinuz, ama ben yemem. Gayet sakinum. Dediğum gibi. Birakun bu numaralaru, hah hah hah!
MÜLAKATÇİ: Ne alakası var beyefendi. Bu nezaketen sorulan bir sorudur! Hem ne demek “bırakın bu numaraları”!? Doğru düzgün konuşalım lütfen.
BEN : Ben de oni diyrum zaten. Siz nezaketen konuşacaksinuz ama ben sinurleneceğum ve açik vereceğum di mi, yemezler arkadaşum yemezler... Hadi başka kapiya!!!
MÜLAKATÇİ: Hey Allahım! Kardeşim kamera şakası mı... nedir bu? Kim gönderdi seni buraya!... Allah Allah! Ben böyle bir şey görmedim!
BEN : Hah hah, daha göreceğinuz çok şey var demektur, hem akil yaşta değul, paştadur, gördünuz mi şaka da yaptum. Yani gayet sakinum ve de soğukkanliyum.
MÜLAKATÇİ: Kardeşim sen şimdi de bana aptal mı diyorsun !? Mülakat bitmiştir, çık dışarı!
BEN : Seni numaraci seni! Beni sinurlendirup, ondan sonra da baski altunda gösterdiğum tepkiyu gözleyeceksinuz di mi!?. Ama bakin ben size baski altinda tepki göstermek yerune, masa altundan ne göstereyrum!? (burada şakadan masanin altından el hareketi yapmişidum, bu el hareketinun koreografisunde diziluş olarak sirasuyla işaret parmağı, başparmak ve orta parmak kullandim, ve masanun üstunden cülümserken masanun altindan yumruğumu aşaği yukari doğru ritmik hareketlerle salladum şakadan).
MÜLAKATÇİ: Ne!?!... Nas!??... Ben var ya ben, ben senin ananı – avradını ...... (buraya editorler müdahele eder diye sadece nokta nokta koydim)
BEN : Niye sinurleniysun kardeşum, bak ben ne gada rahatum. Oysa sizun baski altunda tepkilerinuz hiç de iyi deyil. Hayret, sizu işe alan kişi iyi kontrol etmemuş demek ki!..........
İşte boyle! Yukarida anlattiğum bu tüyolari tikkatli kullandiğinuz zaman, bir borsa birokirı olmamanuz işten bile deyil (ya da “olmanuz işten bile deyil”, emin değilum, ha oni hep gariştirayrum).
Boylece Borsa Birokirliğu mesleyi hakkunda yazdiğum detayli aydinlatma yazisinun da sonina celmiş olduk. Genç nesuller, size soyleyrum, “bürökur” deyil, “birokir”. Önce doğru telafiz lutfen!
Hepinuze aydinluk günler dilerum.
Hoşçakalun daa!Tarik (Toplum Aydinlaticisu)
Continue Reading...

Kendine ait bir ev- FULYA


İnsanın kendine ait bir evi olmalı. Tek başına yaşayabileceği ve tek başına kalabileceği. Böyle geçiyor aklımdan zaman zaman...

Mesela bir kedi alabilmelisin evine. Şöyle yumoş yumoş avuç kadar bir kedi. Koltuğunda tek başına otururken ve akşamın ilk saatleri güneşin son ışıklarında ruhun yıkanırken dizlerine tırmanmaya çalışan ve bir türlü isim koyamadığın bir kedi...

Ya da istediğin gibi dağıtabilmelisin o evi. Bir yanda içilmiş çay bardakları, koltukların üzerine atılmış yorgun bir günün bittiğini anımsatan bir kazak... Televizyonun, kanepenin, masanın üzerine dağılmış gazete ve kitaplar gönlünce kalabilmeli orada bir de... Arada bir içinden çekip çıkarılmış kitaplar yüzünden eksik dişli bir ağıza benzeyen kitaplığına bakıp düşünmelisin sonra "kitaplığımın düzenlenmeye ihtiyacı var" diye.

İstediğin zaman sessiz ve ışıksız oturabilmelisin akşamın bir vakti. Yan odalardan televizyon sesi dolmamalı kulaklarına. Kendi sessizliğinin hesabını kimseye vermeden oturabilmelisin, bunun en doğal hakkın olduğunu düşünerek...

Berbat geçen bir iş günü sonrasında evine geldiğin vakit elin zile uzanırken yüzüne bir gülümseme yerleştirmek zorunda kalmamalısın. Tüm bezginliğinle anahtarı kilide sokup girebilmelisin evine. Sonra elinde ne var ne yok fırlatıp yığılabilmelisin koltuğuna.Akşam yemeği yemek zorunda kalmamalısın canın istemiyorsa... O gün yaşadıklarının hesabını bir kez daha yaşayarak vermemelisin sevdiklerine. Kendi çektiğin acıya onları ortak etmemelisin.

Yatağında geç saatlere kadar kitap okuyabilmelisin kimse sana "yeter artık gözlerin bozulacak" demeden. O kitabın derinliklerinde uykuya karşı koyarak yitip gitmelisin. Sonra rahatça ağlayabilmelisin kimse sana ilişmeden. Aptalca bir reklam müziğinde, kitaptaki en sevdiğin kahraman bir hiç uğruna öldüğünde ya da öylesine sinirlerin boşandığında kimseye sebebini anlatmadan ağlayabilmelisin...

Biliyorum tüm bu düşüncelerim, evde yalnız geçireceğim bir kaç günden sonra sabun köpüğü gibi uçuverip gidecek. Önce annemi özleyeceğim. Onun bana "yine mi çok sigara içtin" diye bağıran sesini bile... Ben ağlarken babamın gözünden dökülen yaşlara acıyan yüreğimi özleyeceğim sonra da... Anneannemin "kızım bu kadar çok okuma gözlerin bozulacak" diyen sesini... Sabah annemle babamın fısıltılarla tatlı tatlı konuşmalarını özleyeceğim biliyorum. Uyandığım vakit evi dolduran ekmek kokusu ve televizyondan yükselen neşeli şarkıyı özleyeceğim bir de...

Çünkü bileceğim ki; içimdeki insan sıcaklığının yeri yalnızlığa duyduğum özlemden çok daha büyük...
Resim: Van Gogh
Continue Reading...

Bilmiyorum Teyze Bilmiyorum- KEREM OĞUZ


-Oğlum salatalıklar ne tarafta?

+Hiç bir fikrim yok

-Efendim?



"Efendim" deyip de ben daha iyi duyabilmek için kulağını bana doğru döndü ihtiyar teyze. Allah'ım onlar ne büyük kulaklardı öyle! Bu kadar büyük kulakları olan birisinin işitme problemi olması da ne ilginçti. Her ne kadar büyük kulağa sahip olmak ve iyi duymak arasında bir ilişki kurmak mümkün olmasa da, yine de ortada bir tezat vardı. Görüyordum ben tezatı.



"Teyze" dedim. "Bilmiyorum ben salatalıklar ne tarafta". "Sen burada çalışmıyor musun?" dedi. "Ben de müşteriyim" dedim. İnanmadı bana. Böyle bir gözünü kısaraktan, boynunu hafif de bükerekten süzdü beni. Turuncu tişörtüm ve belimden sallanan anahtarlar ile migros çalışanına benziyordum, ama değildim. Daha iyi niyetli olup migros çalışanıymış gibi yapıp teyzeye salatıkları bulmasına yardımcı olabilirdim. Ama o benim yalan söylediğimi düşünerekten bana şüpheli şüpheli bakınca, merhamet hakkını da kaybetti. Bir kere daha sordu ; "görevli değil misin?" "Değilim" deyip yanından geçip çikolata reyonuna doğru devam ettim. Buradaki rahatsızlık teyzenin "hata yaptığını kabul etmeme" tavrıydı benim için. Yani ben "gel göstereyim" deseydim içinden diyecekti "ben biliyordum zaten senin görevli olduğunu, bir de değilim diyor eşşolueşşek". Aynen böyle diyecekte sevgili günlük. İkimizde çok iyi biliyoruz bunu. İşte sırf bunu diyemesin diye, yaptığı hata ile yüzleşsin diye yardım etmedim.

EVET TEYZE EVET ! Sen Aslında görevli olmayan birisini görevli sandın! Hata yaptın!


Teyze olayını arkamda bıraktım ve Nutellamı alıp makarnalara giderken, başka bir teyze yetişemediği konserveleri gösterip benden yardım istedi. Bu da beni görevli sanmıştı ama öncekine göre hem daha küçük hem de içinden kıl fışkırmamış kulakları vardı. Yüzü de pek nurluydu. Yardım etmeyi-etmemeyi aklınızdan bile geçirmeyeceğiniz, ne derse hemen yapacağınız, önüne halı gibi serilmek iseteyeceğiniz ihtiyarlardandı.

Rafların önünde bir merdiven vardı. Merdivene çıkıp sordum, "bunu mu istiyorsun teyze" Diye. Fasülye değil, mısır istiyormuş. Ben mısır konservesini alıp aşağı inerken devasa kulaklı aksi teyze bir hayalet gibi yanımızda belirdi. Elinde büyük bir kutu ketçap vardı.



"Oğlum," dedi..."Salatalıklar ne tarafta?"

Bu arada benim az evvelki eşşoleşek olduğumu farkında değil.
"Bilmiyorum teyze"

"Efendim"

"BİLMİYORUM TEYZE BİLMİYORUM"


Continue Reading...

Veresiye Defteri- MEHMET SAĞLAM

Kitap ve gazete okuma alışkanlığı olmayan insanlar genellikle yazma alışkanlığına da sahip değildirler. Fakat bu tür insanlardan, bir bilgisayar edinmiş olanları son yıllarda okuma ve yazma alışkanlığını bir nebze geliştirdi sayılır; çünkü yakınları, dostları ve yazışma grupları ile -e.postalar sayesinde- sık sık yazışmaya başladılar, dolayısıyla okumaya da. Bu sayede hem Türkiye’de ve dünyada olup bitenlerden İnternet ortamında haberdar oluyorlar; hem çok güzel bazı şiir, fıkra ve denemeleri paylaşıyorlar; hem de bilgisayarı olan pek çok insanla kesintisiz bir iletişim kurabiliyorlar.

Ben de İnternetten bolca yararlanan biriyim. Yazdıklarımı binlerce insanla paylaşabiliyor, on binlerce insanın yazdıklarından hisseme düşeni alabiliyorum. Bazen o kadar etkileyici yazılar geliyor ki, bana ilham kaynağı oluyorlar. Bunlardan ikisi Veresiye Defteri ve Askıda Kahve diye iki farklı olguyu anlatan yazılardı. Bunlar aşağıdaki Sosyal Yardımlaşma Çağrısı’nı yapmam için bana yön verdiler:

Osmanlılar döneminde, varlıklı insanlar sık sık tanınmadıkları semtlerdeki bakkal dükkânlarına gider, sahibinden veresiye defterini çıkarmalarını isterlerdi. Ardından, rakamlarla dolu bir sayfayı rasgele açar, toplamını yaptırır, o borcu öder, bakkalın "Allah kabul etsin..." demesini bekler, sonra kendilerini tanıtmadan çeker giderlerdi. Borcu ödenen kişi, borcunu ödeyenin kim olduğunu; borcu sildiren de, kimi borçtan kurtardığını bilmezdi...
“Gizli verilen sadakanın, açıktan verilen sadakadan yetmiş kat daha sevap” olduğuna inanmış atalarımız, “Sağ elin verdiğini sol elinden gizle,” prensibine inanır, yaptıkları iyilikleri unutur giderlerdi.

Geçenlerde İtalyanların “Askıda Kahve” adlı ilginç bir buluşunu anlatan bir e.posta daha dolaşıyordu. Aynı isimli o ünlü Cafe’ye gidenler bir kahve ısmarlarken, “Bir tane de askıda olsun,” deyip, iki kahve parası öderlermiş. Garson da bir kâğıda “bir kahve” diye yazar, kâğıdı bir çivili askıya geçirirmiş. Parası olmayanlar gelir, askıdaki kâğıtlardan birini para gibi kullanarak kahvelerini içerlermiş.


Etkileyici ve estetik bir sosyal paylaşım biçimi... Aynı zamanda yaratıcı bir buluş! Zaten bizler de etkilendiğimiz için bu olayı Türkiye’ye duyuran o yazıyı dostlarımızla paylaşarak, bir anlamda “Ah, keşke biz de böyle şeyler yapabilsek!” demek istemiştik.




*Şimdi soruyorum; kalp gözüyle baktığınızda Veresiye Defteri mi, yoksa Askıda Kahve mi gönül telinizi daha çok titreştirdi? Akıl gözüyle de bakabiliriz; hangisi ihtiyaç sahiplerine daha fazla yardımcı oluyor, daha çok işe yarıyor?


“Veresiye Defteri” diyorsanız, o zaman bu yazıyı da herkese gönderin ki yüzyıllarca yürüttüğümüz bir geleneği belki içimizden birileri etkilenip yeniden yaşatmaya başlarlar.
Bununla da yetinmeyelim bence. Yerel ve ulusal medyaya (gazete, dergi, radyo, televizyonlara) bu yazıyı göndererek, unutulmuş bu geleneğimizi tüm ülkeye duyurmalarını sağlamaya çalışalım.


Hatta bu yazının çıktısını alarak kendi bakkalımıza da verelim. Veresiye defteri varsa, vitrin camına şöyle bir cümle yazmasını ve yoksul müşterilerinin borçlarını sildirmek için bu yardımlaşma fikrini yaymaya çalışmasını rica edelim:

“VERESİYE DEFTERİMDEN BİR SAYFA SİLDİRMEK İSTER MİSİNİZ?”
Ben başladım bile...
Yardımlaşmayla kalın...
Fotoğraf: http://www.istanbulstories.com/images/gallery/19century/bakkal.jpg
Continue Reading...

Alışamadım- NECDET REHAVET


tramway, hafif metro ( öyle yazıyor girişinde) varılan istasyonu anons eden yumuşak sesli ablanın yerine , bugün bizi dövecek gibi bakırköy, bahçelievler diyen bet sesli abi'ye alışamadım.

önceleri istanbul'da sadece sabah-akşam işe gidiş geliş saatlerinde olan trafik ve halk yoğunluğunu artık günün her saatinde görmeye alışamadım.

şekersiz kahve ve çaya da alışamadım.

seba'sız beşiktaş'a hiç alışamadım.

sonra, yeteleye alışamadım. hala milyonlar, milyarlar saçıyorum ağzımdan.

hani bazı zamanlar vardır, içinden hiçbir şey yapmak gelmez insanın. işte bu duyguya da alışamadım.

almost human'ın yeni şablonuna alışamadım.

şifre gir diye uzatılan cihaza kalemimi uzatıyorum her seferinde. dolayısıylen çiiip ennn pine de alışamadım.

naber dedikten sonra cevabını beklemeden geçip giden insanlara bir de.

ve tabi ki senin yokluğuna!

FOTOĞRAF: Ara Güler
Continue Reading...

Çatlak- NİHAL YETKİN

Oturduğu yerden karşı duvardaki büyük deprem hatırası çatlağı gördü. İçi burkuldu.

Alt kattaki komşunun oğluna fütursuzca bağırırken çıkarttığı çatlak sesi duydu. Daraldı.

TV’deki kadın elini beline koyup mahalleliye haddini bildirmeye kalkınca, “çatlak” diye bağırdı yerinden. Elinde değildi.

Çatlaklar…Sanki her yerde çatlak vardı. Bunlar bahaneydi belki. O gün yaşadığı diyalogdaki çatlaktı belki bütün bu çatlakları onun gözüne gözüne sokan. Duyduğu bir sözcük ve bir çatlak. Geçmişe tatsız bir yolculuk. Bir çatlak diğerine kapı açıyor, onu büsbütün büyütüyor olmasındı. Çatlağı onarmalıydı acilen ve tamamen ama nasıl?Bu kontrolsüzce kabaran ani ve yıkıcı duygusu nasıl pıhtılaşacaktı?Nasıl tanımadığı birine o sözcüğü yasaklayabilirdi ki?Nasıl onun o sözcüğü söylemesine engel olabilirdi?O olmasa bir başkası o sözcüğü söyleyecek ve içinde bir yerler yine kanamaya başlayacaktı.Yine o güne geri dönecek ve o sözcüğe cevap veremediği için kahredecek, o radikal kararı aldığı için o sözcüğü suçlayacak, ve yine o sözcüğü söyleyen herkesten buz gibi soğuyacaktı.

Derken aklına o park geldi. Servili,göknarlı,sarmalayan. Yeşil, huzurlu, çatlaksız! Duramadı daha fazla evde. “Çıkıyorum biraz” dedi evdekilere. Hızla yürüdü, dakikalarca, sessizce yürüdü. Ve parkına ulaştı. Onun parkı. Kendini kendi gibi hissettiği park. Daha önce oturmadığı bir banka oturdu bu sefer,hiç anısının olmadığı birine. Bir şeyleri değiştirmek istercesine.Ağaçların gökyüzünü yemyeşil örtüleriyle kapattığı bu hışırtılı alemde gözlerini kapatıp o dumanlı duygunun geçmesini bekledi,sadece dinleyecekti.Yaprakların düşüşünü , önünden geçen yeni yürüyen çocuklarının düşmesini engellemeye çalışan şefkatli annelerin “dikkat et” yollu uyarılarını, üniversiteli gençlerin karikatürleri birbirlerine anlatıp anlatıp gülmelerini, yaşlı emekli adamların “neydi o günler” muhabbetlerini, güvercinlerin kendilerine atılan ekmek parçalarına doğru sevinçle kanatlanmalarını...Gözleri kapalı, evreni dinleyecek ve gerisini unutacaktı.Tam da böyle yapıyor, dinliyor ve içini bunların doldurmasına izin veriyordu ki yanına sığdıklarına bakılırsa ince yapılı yaşlarda iki arkadaş oturdu. Gözleri yumulu, öylece kıpırtısız dururken, yanındaki bank komşularından biri konuşuyor, diğeri onu dikkatle dinliyor,sonra tam da zamanında kısa cümlelerle karşı tarafı yüreğinden yakalıyordu.

“Bugün onu yıllar sonra gördüm ve hiçbir şey diyemedim.”Bu ne demek biliyor musun?Büyük bir fırsat kaçırdım, içimdeki zehiri yıllar sonra akıtacak bir imkan yakaladım. Düşünsene. Aynı otobüse binmişiz,onu görmüşüm ve onun yanına gidip haddini bildirmek dururken iyice arkamı döndüm.Saklanır gibi. Olacak şey mi bu?”
“Olmuş işte!”
“Dalga geç sen.”Fırsat kaçtı” diyorum. Söyle psikoloğum, “korktun” de.”
“Bunu ben diyemem,ne hissettiğini en iyi sen bilirsin. Korktun mu yoksa canın mı istemedi?”
“Ne desem az kalacak diye hissettim. Boğazımdaki düğümler artar diye hissettim,yüzleşmek istemedim.”




Duyduklarına inanamıyordu, gözlerini açmak istemiyordu. Konuştukları konu belli değildi ama yaşanan duygu kendisininkiyle neredeyse aynıydı. En azından bu üstü kapalı haliyle. Nereye varacaktı bu konuşma, nefesini tutarak dinlemeye devam etti.

“Tamam istediğini yapmışsın o zaman.Şimdi neden şikayet ediyorsun ki. Konuşmak isteseydin konuşurdun.Konuşmama isteğin konuşma isteğine galip gelmiş işte.”
“Basite alıyorsun ama”
“Kim diyor her şey çok karışık diye. Basite almak için değil tabi ama sadeleştirmek istiyorum olayı.İki seçeneğin vardı,konuşmak ya da tersi.Sen birini seçtin.Çünkü onun doğruluğuna inandın ya da …
“Diğeri için enerjim yoktu”
“Tamam öyle olsun enerjin yoktu ya da benim deyişimle istemedin. Zaten isteseydin de hiçbir şey değişmezdi.”
“Nasıl yani, rahatlardım.”
“Rahatlayamazdın. Çünkü karşındaki kişi aynı değil, şartlar aynı değil. Tepki beklediğinden farklı olurdu ve seni tatmin etmezdi. Sen…sen bile aynı kişi değilsin.Aradan yıllar geçmiş.Ne desen boş,görmüyor musun?
“Ne olacak peki?”
“Sen bana söyleyeceksin, o kişiymişim gibi. O güne tekrar döneceğiz ve o gün ne söylemek istiyorsan bana söyleyeceksin.Ona söylemenin gereği yok.Şarkıdaki gibi, “Yazdığımı bir daha yazamam,.. bir daha geri dönemem.”

Diyaloğun bu noktasında ayağa kalktı. O ana dek uyur gibi görünüyordu diğerlerinin nazarında ama gözlerini kırpıştırıyordu ve uyur taklidi yaparak kendilerini dinlediğini düşünmelerini istemezdi.Nerden bilsinler,onun ilk olarak ne için gözlerini sımsıkı kapattığını.

Ayağa kalktığında kendini birkaç kilo vermiş hissetti. Hafiflemişti, yumuşatılmıştı, sağaltılmıştı. Bir tesadüf müydü bu? Kendi kendinin labirentlerinde ulaşamadığı çıkışa birkaç dakikalık kulak misafiri olduğu diyalogla ulaşmıştı. En azından kördüğüm var gibi hissetmiyordu artık, düğümü nerden çözeceğini anlamış gibiydi. Bu tanımadığı psikoloğa ya da psikolog ruhlu kadına bakmak istedi. Hem de çok… ama bakmadı. Ona bir gizem yüklemek istedi ve bilerek o tarafa hiç bakmadan, ve kendini tutamayıp gözünü açar korkusuyla koşarak onlardan uzaklaştı.

Artık hayatında yüzünü hiç görmediği ama tatlı sesini ve daha da önemlisi bilge sözlerini yüreğinde taşıyacağı biri vardı.

Etrafındaki ve yüreğindeki çatlakları düşündü, sözcüğü düşündü ve söyleyeni olmasa bile o sözcüğü affetti.

Not: Burada çok kabaca değinilen böyle bir terapi yöntemini başka bir olay üzerinden geçenlerde bir sohbet sırasında anlatarak bu yazıya ilham kaynaklığı yapan sevgili psikolog arkadaşıma selam olsun…
Fotoğraf: http://thumbs.dreamstime.com/thumb_3/1093987140A8s4NJ.jpg
Continue Reading...

Kırmızı ayakkabılarım- ÖZLEM AKAYDIN

“ Baş ucunda bayramlıkları
Bayramda alacakları hediyelerin hayaliyle
Uykuya dalan çocuğun mutluluğu ve heyecanı ile geçen
Bir bayram dileği ile,
Sevgilerimizle ,,

Çocukluğumun ramazanları ve bayramları yaz aylarına rastlardı.

Geç vakit açılan oruçlar, geç kalkılan iftar sofraları, şimdiki gibi işi ticarete dökmeyen, mahallenin gençlerinden oluşan ve amacı sadece insanları sahura kaldırmak olan ramazan davulcuları, bir de dayımın baş ucundaki çalar saattir, çocukluğumun iftar ve sahurlarından aklımda kalan.

* * * * * *

1977 ya da 1978 yılının yaz aylarını yaşıyorduk.

En hareketli dönemlerinden biriydi ülkemin.

Bayrama birkaç gün kalmıştı.

Hiç bir şeyden habersiz, bayram sevinci ile dolup taşıyordum.

O bayramda da anneannemlerde olacaktık yine, teyzemler, dayımlar ve kuzenlerimle birlikte.

Yola çıkmadan önce son hazırlıklarımızı yapıyorduk ki akşama babam eve bir defterle geldi.

Kapağı pembe çiçekli, sayfaları bembeyaz bir defter. “ Al kızım, günlük tutmak istiyordun ya senin bu defter,, dedi.

Defterin kapağındaki iri pembe ve beyaz çiçekler sanki gerçekmiş gibi gelmişti gözüme ve kocaman bembeyaz sayfalarına yazmaya başlamıştım hemen :

“ Sevgili günlük,

İki gün sonra bayram. Çok sevinçliyim çünkü anneannemlerde olacağız hep birlikte.

Bakalım anneannem bu sefer şekerleri nereye saklayacak?

Haklı ama, bizden misafire şeker mi kalır?

Baklava da yapmıştır şimdi ne güzel.

Neyse, çok çok sevinçliyim sevgili günlük.

Senle sonra ayrıca tanışırız.

Bizimkileri anlatırım sana bir de bayramda yaptıklarımızı.

Şimdi eşyalarımı toplamam lazım.

Kitabımı yanımda götüreceğim yolda okurum.

Küçük Kadınlar’ı okuyorum, bilsen öyle güzel ki.

Annem, kardeşimle bana kırmızı fırfırlı elbise dikti bir de kırmızı ayakkabı aldı Reis’ten.

O kadar beğendim ki onları, üç gündür baş ucumda duruyorlar uyurken.

Neyse günlük, yazacak çok şey var daha, şimdilik hoşça kal.

Aaa bak aklıma ne geldi, seni de götüreyim ben oraya yazarım ara sıra,,

30 yıl geçmiş üzerinden, yazacaklarım bitmemiş.

Şimdi eski tadı olmasa da bayramların, bayramlarımız bizim.

Oğluma bayramlık giysiler aldım bir de yeni ayakkabılar. O da abarttı annesi gibi, giysileri ve ayakkabıları ile yatıyor iki gündür.

Çocukların sevinçleri olmasa ne anlamı kalır ki bayramların?

Not: Sen yoksun ya artık anneanne, şimdi de şeker ve çikolataları ben saklıyorum, şeker canavarı torununun çocuğundan.


Bize bakıp bakıp gülüyorsun değil mi oralardan?

Haaa, bir de ev baklavası yapan da yok artık.

Ne yapalım beceremiyor bu torunun işte evde baklava yapmayı.

Zaten yapsam bile tadı seninki kadar güzel olmaz ki.

Kimselere söyleme ama, aslında torunun bunu bildiği için hiç denemiyor evde baklava yapmayı anneanne.


*** Bu yazıyı yazmama esin kaynağı olan oğlumun sınıf öğretmenine, öğrencilerine yaptırdığı bayram şekerliği faaliyeti ve şekerliğin üzerine yazdığı anlamlı yazı için sonsuz teşekkürler ederim.

RESİM: http://www.nicolaslattery.com/mediac/400_0/media/Red~Shoes.jpg
Continue Reading...

Bayram ve Umut- TUĞBA

Çarşının pazarın, evlerin mağazaların, caddelerin sokakların diğer günlerden daha yoğun olduğu bir hafta sonu..İki gün sonra yaşanacak olan bayram için yapılan hazırlıkların telaşıyla oradan oraya koşturuyor insanlar..Kimi rahat, kimi zorlukla denkleştirdiği bir avuç olanakla gücü yettiğince ihtiyacını karşılamaya çalışıyor..


İnsanlar kaygılı, sıkıntılı, moralsiz giderek zorlaşan hayat şartlarının ve manevi duyguların eski değerinin olmamasından.İnsanlar sıkıntılı..İnsanlar şikayetçi hergün farklı söylemlerle değişen, değiştirilen gündemlerden, çözülmeyen sorunlardan. Ve bu denli karmaşa içinde daha çok dile getiriliyor '' Nerede o eski bayramlar, nerede çocukluğum'' sitemleri. Geömişte ne kadar farklı, değerli olurdu büyüklerin ellerini öperek aldığımız harçlıklar. Aile büyüklerinin etrafında toplanıp saatlerce yapılan sohbetler, biri gelip diğeri giden ziyaretçiler için hazırlanan tatlıların, kömbelerin ''sizler için yaptık'' gururuyla ikramı..




Değişti bayramların anlamı..Değişti bir arada olmanın, büyükleri ziyarete gidip el öpmenin değeri. Bayramların adı tatil, ziyaretler zorunluluk oldu kimilerine göre..




Yine de aynı heyecanı yaşayan, değerleri yaşatan, yaşatmaya çalışan insanların çabası umut oluyor..Moral veriyor, zor şartlarda yarı acı yarı tatlı tebessüm oluyor..




Bayramın adı umut oluyor bir yerde. Gelecek için sevdiklerimiz için ..Birlikte paylaşılan, paylaşılacak güzellikler için. Ne güzel umut etmek, umudu kaybetmemek..Umutla bayram neşesini kutlamak, şekerlerin tadı acısa da gülümsemek..




Bayram ve umut..Bayramın adı umut.. O halde umudu kutlayalım.. Umutla kutlayalım, neşelenelim olabildiğince.. Bayramın adı umut… Kutlu Olsun hepimize.


Continue Reading...

Pide ve Davulcu Sorunsalı- YEŞİM ÖZDEMİR

Ramazan ayı geldiğinde hani “Ner’de o eski Ramazanlar” diye başlayan cümleler kurmak adettendir ya –gerçi haklılık payı kesinlikle var bence- işte ben de onu yapacağım. Hiç unutmam Miralay Orhan Bey’le bir gün Tarabya’daki yalının… Yok; konu Ramazan’dı değil mi? Eeee yaş kemale eriyor yavaş yavaş; tamam tamam toparladım… Bugün iki önemli konuda kendimce haklı şikayetlerimi dile getirmek istiyorum: “Pide” ve “Davulcu”…

Çocukluğumdan beri her Ramazan geldiğinde , bize en yakın fırına gönderilip pide kuyruğunda beklerken burnuma gelen o mis gibi kokuyu unutmak ne mümkün? Eve gidene kadar ucundan koparta koparta yerdim mutlaka, annemden azar işitme pahasına. Biz küçüktük de ondan mı her şeyin tadı bu kadar güzel geliyordu bilemiyorum; ama ne tavuklar eskisi gibi lezzetli şimdi, ne şokellalar, ne de pideler… Eve geldiğimde önce biraz azar yerdim, sonra da içine tereyağı sürülmüş sıcacık pide!

Bu sene de her sene olduğu gibi büyük bir hevesle, denk geldiğim fırınlardan ve bakkallardan sayısız pide aldım ama bir çoğu hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Çünkü bir kere adını doğru koyalım; onlar pide değil!!! Sadece “pide” süsü verilmiş ekmek hamuru. İkisi aynı şey mi yani? Ekmek hamuruna pide şekli verildiğinde yılların ekmeği, kendisini pide mi zannetmeye başlıyor ya da bu konuda kendisine hipnozla telkinde mi bulunuluyor? “Üçe kadar sayacağım. Uyandığında kendini pide zannedeceksin. Biiirrr ikiiii üççç!”. Ekmek hiç, üzerine yumurta sürülüp çıtır çıtır kızarmış bir pidenin yerini tutar mı? Hem ikisinin de yeri ayrı yani… Örneğin reçel yemeyi düşünüyorsam ille de ekmek isterim. Şimdi çocuk seçen anneler gibi onun da kalbini kırmayayım. Neyse… Bu konudaki şikayetimi en kısa sürede Fırıncılar Odası’na bildireceğim. Belki seneye bu gidişe bir dur denilir de ağız tadıyla gerçek pideler yiyebiliriz.

Gelelim davulculara… Çocukluğumdan beri korkarım ben davulculardan. “Niye?” derseniz… Gecenin sessiz karanlığında , adamın birisi hiç çekinmeden avaz avaz bağırarak davul çalıyor. Tabii çocuk aklımla bu bana hep korkutucu gelmişti o zamanlar. Çünkü düşünsenize öğrendiklerimizi: “Bağıra bağıra konuşulmaz”, “Şşşşt gürültü yapma komşuları uyandıracaksın!”, “Gece sokakta kalınmaz!” … Şimdiiii…
Bize “sakın yapma” denilen her şeyi yapan ve o tatlı uykumun en güzel yerinde sıçrayarak uyanmama sebep olan adamdan korkmayıp da ne yapayım?

Haaa büyüdüm de ne değişti? Hiçbir şey… Ama psikolojik açıdan bakacak olursak bazı korkularımızın temelinde, çocuklukta yaşadığımız deneyimlerimizin yattığı bilinmiyor mu? Yani gene sıçrayarak uyandığım gecelerle dolu bir ay geçirdim anlayacağınız. Üstelik kabusum daha da beter bir halde geri gelmişti. Çünkü en azından eskiden davulcular bir mani söylerdi:

Davulumun ipi kaytan
Kalmadı sırtıma mintan
Virin ağalar bahşişim
Alayım sırtıma bir mintan

Bir ritm tuttururdu: “Dangada dan dangada dangada dan dangada”

Sonra başka bir mani söylerdi:

Eski cami direk ister
Söylemeye yürek ister
Benim karnım tok ama
Arkadaşımın canı börek ister

Sonra başka bir ritme geçerdi: ”Dangada dan dan dangada dan dan”

Şimdiki davulcularda ner’deeee? Sevgili davulcumuz başlıyor çalmaya “Dangada dangada dangada dangada” … Dümdüz, ne ritm var ne başka bir şey… Mani mi? Unutun gitsin! Bir de matah bir şey yapmışlar gibi kapıya gelip bahşiş istemeye başladılar şimdilerde: “Bayramın mübarek olsun abla!”. İçimden: “Sen miydin gecenin köründe acayip acayip davul çalıp beni uykumdan sıçratan o adam? Gidip Burhan Öçal ya da Okay Temiz’den bir ders falan alsana! Bir de üstüne para mı vereceğim yani?” diye avaz avaz bağırmak geçtiği halde, iki tane izbandut gibi pala bıyıklı adamı görünce nazikçe gülümseyerek: “Yaa kusura bakmayın. Hiç bozuk param kalmamış” demekle yetiniyorum. “Biz bozarız abla, canın sağolsun!” dediklerinde ise bahşişi vermekten başka bir çarem kalmıyor haliyle. Evet, ben bir korkağım; haklısınız. Ama bu iri yarı davulcuların bir öfke nöbetine kapılarak tokmaklarını kafamda kırmayacaklarının garantisini bana kim verebilir ki? Eğer bir “Davulcular Odası” varsa oraya da bir dilekçeyle mağduriyetimi bildireceğim.

Evettt…Bir Ramazan daha böyle sahte pideler ve ritm yoksunu davulcularla geldi geçti işte ve ne yazık ki bana ayrılan sürenin de sonuna geldik. Bir sonraki Ramazan’da buluşmak ümidiyle esen kalın! Hepinize iyi bayramlar diliyorum. Bana her gün bayram; bence size de öyle olsun…
Continue Reading...

21 Eylül 2008 Pazar

SERBEST RADİKALLER SAYI 22

Continue Reading...

Karatersiz misinuz? FARUK SÜRENER

Pek deyerli arkadaşlarum! Uzun bi ayriluktan sonra yenuden sizlerle beraberum. Geri dönuşumle ilgilu olarak başta Okan kardeşimuz olmak uzere yapimda ve yayimda emekleyen herkese müteşekkürü bi borç bilirum.

Her ne gada ben bu yuce toplumumizu daha önce bi nebzen de olsa aydinlatmişsam da gördum çi, daha aydinlatilacak çok karanluk nokta, aşilacak çok engel, yüzulecek çok havuz ve kaldirulacak çok halter vardur. İşte o yuzden yenuden garşinuzdayum.




Bucün sizleru çok önemlu bi konida aydinlatacağum. Biliysinuz ki, Hincal Ulunç adli bi sipor yazarimuz, Emre Bölözoğli adli bi milli takim fitbolcumiza “karaktersuz!” dedu. Ondan sonra da ortalik gariştu! Uyy bi cörsenuz, biri bişey diyor, öteku başka bişey, beriki daha paşka bişey.. Bi kavga bi gürultu.




Nihayet konu bana gada geldu. Genç bir arkadaşimizun kafasi karişmuş. Soruyor bana, “Karakter dedukleru şey nedur, Tarik abi? Bende var midur acaba? Eyer varsa bende olduğuni nasul anlaycağum? Belirtileru nelerdur? Bi aydinlatursan sevinirum ama aydinlatmazsan da üzulmem, canin sağolsun.” demuş. Ne demek arkadaşum, tabi ki aydinlatirum, vazifemuz daa.




Eski okurlarimun kolaylikla tahmin ettiği gibi şimdu test zamani... çikarun maus kilavyeleru... Uzun bi ara verdiğimuz içun önemli bi kurali tekrar hatirlatayum. Testteki seçeneklerden sadece bi tanesinu işaretleyeceksinuz. Aksi taktirde yanitinizu okurken içumden “Salak midur nedur, 2 şik birden işaretlemuş!” diyebilirum. Sonra demedu demeyun daa!




KARAKTER TESTİ
SORU : Misal, bi kizu deliler gibi seviysinuz. Babasi da çok zengin, hatta babasinun kendisu fabrikatördur. Bi gün kizun evine cidiysinuz, babasi sizu görüyor ve kizu yokken size bir tomar yüzbin YTL para (rakamla 100bin YTL) uzatiyor. Diyor ki, “Al şu parayi da kizimun peşinu birak!” Soru şudur: Ne yaparsinuz?


YANIT:


a. Ben de babasina derum ki, “İstirham ederum sokun o kirli paralaru cebinuze. Benim duygularum satiluk deyildur daa”
b. Benim de duygularum satiluk değildur. O yuzden kesin konişirum “Kesinlukle olmaz, mümkun deyul, sadece merak ettum de, Ne kada para var bu tomarun içunde? Dolar mi YTL mi, hemen mi karar vermemiz gerekeyu, bi telefon açabilir miyum?” derum.
c. Ben de derum ki, “Olur ama kizunu birakma karşiluğunda bu parayu aldiğuma dayir bi pirotokol yapalum. Sonra siz benu suçlarsinuz, neme lazim.”
d. Tarik abi ben bi diciturk teknisyeniyum. Bigün benum başima da celmişidu. Evine tamire gittiğum herifun biri beni biruyle kariştirdu galiba, “kizimun peşini birak” falan demiştu. Ben daha ne oliyor demeden, bi tomar para vermişidu adam bana, ne adami tanirum ne kizinu, ben de parayi alup gitmişidum. O yuzden ilk 3 şik ile ayni sayilmam di mi abi?




TESTİN DEĞERLENDİRMESİ


Şimdu, sirayla gonuşalum. A şikkunu işaretleyenler, karaktersiz deyuldur. B şikkunu işaretleyenler ise karaktersizdur (bozulmaca yok, siz işaretlemişsinuz). C şikkunu işaretleyenler ise karaktersizliklerinu pirotokole bağliyacak kadar salaktir ayni zamanda. D şikkunu işaretleyen bi adet okurimuz ise, bucün kendi işinu kurmuş bi vatandaşimizdur. E şikkunu işaretleyen arkadaşlarimuz varsa başka bi testi yapip yanlişlukla bu testin deyerlendirmesinu okuyordur, çünkü bu testte oyle bi şik yok. Benzer şekulde a a, b b, c c veya d d şikkunu işaretleyen arkadaşlarimuz varsa da onlarin karakter testunden önce şaşiluk testi yapmasu lazimdur.




Gördüğünuz cibi siz yuce toplumumizu yenuden aydinlattum. Neden? Çünku bu benim işum. Aydinlatmadan duramayrum. İşul işul karakterleri şimduden görmeye başladum bile. Artik gafalarda hiç bi soru işaretu galmamiştur herhalde.


Hepinuze aydinluk günler dilerum.
Tarik (Toplum Aydinlaticisu)
Fotoğraf: http://ndn.newsweek.com/media/25/71014_MoneyHappiness_vl-vertical.jpg

Continue Reading...

Dünyanın sen olmadan boşluk kalan yeri- FULYA

Zaman gelir, hayatın o deli ritmi içinde, durur ve düşünürsün. Yerini kaybetmiş ve dünya üzerine öylece savruluvermiş gibi duyarsın kendini. Ve sorarsın kendine; ait olmanın ne demek olduğunu, nasıl olduğunu ve bunu daha önce tüm huzuruyla yaşayıp yaşamadığını. Sonra alır başını gidersin. Bir huzur mekanı gerektir sana.
Dünyanın kıyısında duran birinin yerini bulması için bir deniz kıyısına ihtiyacı vardır, bilirsin. Ve yol seni götürür oraya. Serin bir yaz rüzgarında oturur da ayaklarında duyarsın suyun ferahlığını, bir balık sıçrar tam o anda, adını bilmediğin bir kuş öter belki çok uzaklarda bir yerde... Hayıflanırsın kendi kendine ve hayranlık duyarsın kuşların balıkların ve çiçeklerin adını bir çırpıda sayıp da doğayla öylesine bütün olanlara. Sığınır kalırsın o deniz kenarına. Ve beklersin. İstersin ki; bir yol açsın hayat sana ve işte tam orada, o deniz kenarında, dalgaların sesi söylesin sana, ait olduğun dünya parçasını... İstersin ki; sıçrayan balıkla balık, tepedeki kuşla kuş, su ile su ol... Su gibi ol...
Böyle başlar duracağın ve kalacağın yeri bilmek. O koca tabloda sana sunulan yeri keşfetmek. İşte o an farkedersin bunca yıl nerede durduysan eğreti nerede durduysan yabancı olduğunu. Ve ancak yerini bulduğunda, anlarsın o yabancı, eğreti duruşun yarattığı ve hep sebepsiz sandığın kederi. O yaşadığını sandığın yıllar boyu hep huzursuz bir ruh olarak dünya üzerinde gezinip durduğunu. Hayatın içine karışamadan kayıp gittiğini... Ve kederine gözle görünür bir sebep bulamamış olduğun takılır aklına. Aile vardır, ev vardır, okul vardır, sıra vardır, arkadaş vardır, sevgili vardır ve bir de o ucu bucağı olmayan, seni sarıp sarmalayan başından bir türlü atamadığın keder... Suçlamışsındır çoğu zaman kendini nankörlükle hatta. Öylece sürüklenip gitmişsindir hayatın ipinden tutunup ve ne zaman ayağa kalmaya, hayatın peşinden, kendi ayakların üzerinde yürümeye kalkışsan hızın yetmemiştir. İçinde seni tetikleyen güce kızmışsındır. Bacaklarındaki dermansızlığa kızmış da kızmışsıntır. Gözlerinin üzerinde ince bir tül gibi duran kedere kızmışsındır. Ama kalakalıvermişsindir öyle kabullenmiş ve teslim olmuş."Budur hayat" demişsindir "Bana bir tül ardından bakmayı layık görendir." Oysa güneş altında herşeyin bir vakti zamanı var demiştir biri sen bunu es geçmişsindir.
Ve sonra birşey olur. Durursun bir yerde. Hayatın ipini bırakıverirsin bir süre. Cesursundur artık dünyayı tanıyor, biliyorsundur. Ve işin tuhafı o ipin arkasından koşacak kuvveti duyuyorsundur bacaklarında. Daha da tuhafı ipin ucunu nerede bulacağını kestirecek kadar keskindir gözlerin. Ve mırıldanırsın kendi kendine "Bekle ve gör...Geleceğim." İz sürmeyi öğrenmişsindir artık. Hayat sana bir yer hazırlamıştır bunu da biliyorsundur. Ve o yeri bulup oraya sığınacaksındır. O zaman taşlar yerine oturacaktır. O zaman tablo tamamlanacaktır. Er ya da geç... Kararlıysan yerini bulmaya hayatın içindeki o küçük izleri takip ederek ilerleyeceksindir. Ve hayat, seni alıp incitmeden, nazikce bırakıverecektir dünyada, sen olmadan boşluk kalan yere. Çünkü hayat kararlı ruhları asla yarı yolda bırakmaz.
Ve şimdi hiç de aklında olmayan bir yerdesindir. Hayat göz açıp kapamanla atmıştır seni o yere de şaşıp kalmıştır yüreğin. Belki bir deniz kenarına belki de o su ferahlığını için için yaşatan bir kalbe... Ve artık biliyorsundur yerini. Senin yerin kendini su gibi hissettiğin yerdedir... Dünyanın, sen olmadan boşluk kalan yerinde...
Fotoğraf: Ara Güler
Continue Reading...

Tostu ben yaparım sevgilim- KEREM OĞUZ




Bir çok şeyi yapamayabilirim




Ama tostu ben yaparım sevgilim.



Önce ekmekleri kızartırım. İçlerinde peynir olmayacak. Az zeytinyağı sürerim ekmeklere. Kimse demedi mi sana, katı yağ ile güzel olmaz tost diye... İlle de zeytinyağı olacak. Ama az olacak. Zeytin genzini yakmayacak. Aman ha.



Tam o sırada hellimleri dilimleyip tavaya atarız. Yine az zeytinyağı. Ve hatta hellimlerin yanına kavrulmaları için ceviz de koyabiliriz. Sen hiç az yağda kavrulmuş sıcak ceviziçi yedin mi? Çok güzel olur bebişkom.



En son domatesler. Onlar ısınmayacak ama. Tostun içine koyacağım domates dilimlerini. Diri olacaklar. Pembe, eciç büçüş Çanakkele dometesi olsa ne ala. Yoksa da bebek domates en iyisi. Çünkü bebek domatesler kış boyu tadlarını korurlar. Domates kurusu olsa da çok yakışırdı ama, onun için aktara gitmek gerek. O zaman çok acıkırdık. Daha fazla acıkmayalım sevgilim.



Tostu ben yaparım, sen çayı demle sevgilim.



Ama önce gel seni bir öpeyim, öpeyim sevgilim...



K.



Continue Reading...

Beyin ve oksijen-MEHMET SAĞLAM

Sağlıklı, dinamik ve refah bir toplum olabilmenin ön şartı sağlıklı beyinlere sahip olmaktır.


İnsan vücudunu oluşturan trilyonlarca hücreden her biri kendi kendini sürekli yenilemektedir. Büyüyen saçlar ve tırnaklar, bu yenilenmenin en belirgin görüntüsüdürler. Oysa vücudumuzda mikro seviyede cereyan ettiği için göremediğimiz haftalık, aylık, mevsimlik ve hatta yıllık “tazelenmeler” oluşmaktadır. Ciğerler, kalp, mide, kemikler, ilikler ve pul pul dökülen deri gibi tüm bedenimiz, en geç 11 ay içinde tamamen değişmektedir. Yani bir yaş gününden diğerine kadar bedenimiz tamamen yenilenmektedir. Beyin hücreleri hariç... İşte bu konuda bilinçlenmenin hayati önemi vardır!




Beyindeki sinir hücreleri (nöronlar) yenilene­mezler; çünkü merkezi sinir sistemi ve beyin kendi kendini üretemez. Doğduğumuz günden, ölünceye kadar her gün yüzlerce nöron kaybederiz ve verine yenileri gelmez. Bu kayba rağmen beyin küçülmez. Çünkü sürekli dallanıp, budaklanır ve yeni nöron dalları (dend­ritler) oluşturur.




Beyin; hayata, 100 milyar gibi astronomik bir hücre sayısı ile başladığı için günlük hücre ölümleri önemli sayılmaz. Yılda 100 bin nöron kaybetse bile, bu, 100 yılda 10 milyon hücre eder ki beynin ancak on binde biri kadardır.




Minimal düzeydeki bu doğal beyin kaybı yanın­da, nöron imhalarına sebep olan başka etmenler de vardır. Bunlardan biri alkoldür. Bir duble rakı, bir bardak şarap veya bir şişe bira içindeki alkol, gün­lük doğal kaybın çok üstünde nöron ölümüne sebep olur. Bu da önemsiz görülebilir. Ama her gün 35 cl’lik bir şişe rakıyı mideye indiren bir insanın 50 yılda 200 milyondan fazla nöron kaybettiği göz önünde tutul­duğunda, alkolün ciddi sorunlar doğurabileceği orta­ya çıkar.


Uyuşturucu maddeler, eksoz gazları, sigara du­manı, çeşitli kimyasallar ve hava kirliliği gibi faktör­ler de hem sinir hücrelerini öldürürler, hem de nöron devrelerinin sıhhatli çalışmasını önlerler. Akciğerlerimize büyük bir keyifle çektiğimiz sigara dumanının muhtevasında 2 bin farklı madde olduğunu bilmek, bize bu konuda daha iyi bir fikir verebilir.




Nöron ölümlerinden daha önemlisi, mevcut hüc­relerin sağlıksız çalışmalarıdır. Beynin fonksiyonel bozukluğuna neden olan bir başka zararlı madde de cıva’dır. Bu maddenin henüz bilinmeyen bir neden­den dolayı beyne yerleşerek -özellikle çocuklarda- zekâ geriliğine yol açtığı görüşü bilim dünyasında bü­yük kabul görmüştür.




Cıva bizlere, diş doktorlarımız tarafından -iyi ni­yetle- enjekte edilmektedir. Çünkü dolgu maddesi olarak kullanılan “Amalgam” denen bileşik cıva içer­mektedir. Zamanla buharlaşıp, solunum yoluyla ka­na karışan ve beyne yerleşen bu zehrin dünyada mil­yonlarca insanı etkilediği ileri sürülmektedir. Bazı ülkeler Amalgam kullanımını yasaklamış ve bazıları da yasağı en kısa sürede uygulamak için karar almışlardır.




Bütün bunlardan daha önemlisi, hemen hemen herkesin gözünden kaçan bir başka faktördür:




OKSİJEN...


Her organ gibi beynin de enerjiye ihtiyacı vardır. Beyin bu enerjiyi, oksijenle glikozu yakarak elde eder. Diğer bütün organlardan daha çok çalıştığı ve daha karmaşık yapılı olduğu için de, daha fazla oksijene gereksinim duyar.




Beyin, vücudun sadece %2’si kadar bir ağırlığa sahip olduğu halde, kana karışan oksijenin % 20’sinden fazlasını kullanır. Yani payına düşmesi gereken ora­nın 10–12 katını...


Bu nedenle; aylarca aç, günlerce susuz kalabildi­ğimiz halde üç dakikadan fazla oksijensiz kalamayız. Demek ki beynin hayatiyeti için en önemli ihtiyaçlardan biri oksijendir. İşte bu gerçek ışığında ortaya çıkmış olan aşağı­daki varsayım üzerinde ciddi biçimde düşünmemiz gerekmektedir: “Günde ortalama 7–8 saat içine kapanarak uyu­duğumuz yatak odalarımızın yeterince havadar ol­maması, başımıza çok büyük işler açmaktadır.”




Soğuk havalarda ve özellikle kışın, birçoğumuz, yatak odalarımızın kapı ve pencerelerini sıkıca kapa­tarak uyuruz. Hatta bununla yetinmeyerek, cereyan yapmaması için, kapı ve pencere kenarlarını sünger­lerle ve bantlarla izole ederiz. Bu tutum, yatak odala­rımıza temiz hava ve oksijen girişini tamamen engeller.




3-4 saatlik bir uykudan sonra, soluduğumuz ha­vanın oksijen oranı iyice azalırken, karbondioksit oranı artar. Daha kötüsü, odada alevle yanan bir ısın­ma aleti varsa, bu oranlar daha kısa sürede olumsuz­laşarak değişir. Bu durum, başta beyin hücreleri olmak üzere, bütün organlarımızın biyolojik ve fizyolojik sağlığını kötü yönde etkiler.




Oksijen yetersizliğinin beyin sağlığını şöyle et­kilediği düşünülmektedir:. Günden güne zayıflayan nöronlar ölmektedir.
. Fizyolojik fonksiyonunu tam gösteremeyen nöronların yeni bağlantılar (dendritler) yapmaları ve elektriksel devreler oluşturmaları zorlaşmaktadır. Bu, çok önemli bir yetenek kaybıdır, çünkü geniş düşünebilme yeteneği, bu bağlantıların çokluğu ve işlekliği ile ilintilidir.




. İki hücrenin birleştiği yerdeki boşluk anlamına gelen sinapsların çalışma düzeni bozulduğu için, hücrelerarası haberleşmede aksaklıklar oluşmakta, bu yüzden nöron devreleri sağlıksız çalışmaktadır. Bu da kısa va­deli hafızada hissedilir bir tembelleşme oluşturmak­ta ve ezberleme yeteneğinin azalmasına neden ol­maktadır. (Bir toplumda “unuttum” sözcüğünün çok sık ara­lıklarla işitilmesi ve bunun çoğunluk tarafından ge­çerli bir mazeret sayılması, hafıza tembelliğinin en açık göstergesidir, denilebilir.)




. Ortaya dil (lisan) ile ilgili problemler çıkmak­tadır. Ve insanlar, anadillerini bile konuşurken uzun süre duraklamakta, “...ıı” yardımcı sesini sık sık kul­lanmakta, kekelemeye kadar varan dil sürçmeleri ser­gilemekte ve zihinsel blokajlar (filmin kopması) gibi geçici konuşma ve düşünme yeteneği kaybına uğra­maktadırlar.




Konuşma yeteneğindeki ulusal noksanlıkların eğitimle, yaşam biçimiyle ve ekonomik sorunlarla il­gisi olabileceği gibi, beyinsel fonksiyonların düzen­sizliği ile de yakın ilintisi vardır. Çünkü dil, beyin kabuğunun (korteks) solunda bulunan Broca ve Wernicke adlı bölgelerin diğer beyin bölgeleri ile olan işbirliğinin meyvesidir.




Bu iki bölge, sözcükleri kavramlaştırırlar, anlarlar ve anlamlandırırlar. Ayrıca, akciğerlerden üfle­nen havanın ses tellerini titreştirmesinden sonra olu­şan notaların anlaşılır kelimelere dönüşmelerini sağ­lamak için, gönderdikleri sinyallerle ağız ve gırtlak kaslarını gereken şekle sokarlar.




Ağız ve gırtlak kasları, bu milimetrik ve hassas hareketleri zamanında yapamıyorsa veya duraklama­larla yapıyorsa, sinyalleşmede bir aksaklık veya tem­belleşme var demektir. Bunda, oksijen yetersizliğinin rolü büyüktür.




. Düşünce tembelliği oluşmaktadır.
İnsan, konuşurken beyninin sadece Broca ve Wer­nicke bölgeleri aktif hale gelmez, sağ yarım kürede özcüklerin ifade ettiği kavramları hayal eden bölge de aktifleşir. Bu aktivitelerin zihinsel bitkinliğe yol açmaması ve uzun süre devam et­mesi için; nöron­ların sıhhatli, canlı ve dayanıklı olmaları gerekir. Ok­sijen eksikliği, nöronların giderek sağlıksız çalışmalarına ve ölmelerine etki eden sebeplerden birisi olarak kabul edilmektedir.



. Hafıza, düşünce ve dil tembelliği gibi zihinsel faaliyet düzensizlikleri yanında oksijen yetersizliğinin ne tür bedensel arızalara yol açtığı da ayrı bir araştırma konusudur. Yeri gelmişken burada bir başka önemli olguyu daha vurgulamak




Diğer hiçbir canlıda, insan beynindeki kadar ge­lişmemiş olan beyin kabuğu (korteks), bizlere insan sözcüğündeki anlamı kazandıran eşsiz bir beyin ta­bakasıdır.




Düşünsel yaşamımızı, kültürel yapımızı, uygarlığımızı, bilimsel ve teknolojik düzeyimizi ve en önem­lisi konuşup iletişim kurabilme yeteneğimizi bu tabakaya borçluyuz.




Korteksteki nöronların da bedenin diğer hücre­leri gibi günlük protein, vitamin ve minerallere ihti­yaçları vardır. Bunlarla beraber, kendi “santral”lerinde enerji üretebilmeleri için şeker ve oksijene büyük ihtiyaç duyarlar. Fakat beynin gereksinim duy­duğu bütün besin ve oksijenin tamamen karşılanması, onun sürekli mükemmel işleyeceği ve üstün isler ba­şarabileceği anlamına da gelmez.




Beyin sağlığının devamı için; onu zararlı gazlar­dan ve kimyasallardan iyi korumamız da hayati önem taşır. Özellikle; karbondioksit, karbonmonoksit, hava gazı, eksoz gazları, sigara dumanı, boya ve tiner bu­harları, asitler, keskin temizlik maddeleri, aşırı alkol, çay, kahve ve uyuşturucu maddelerle birlikte gerek­siz ilaç kullanımlarından uzak kalabilmek beyni sağ­lıklı tutabilmenin ön şartlarından biridir.




Bugün 70–80 yaşlarında hala üstün fikirler ve ya­pıtlar üreten insanlar varsa, onların beyin sağlıklarını korumada büyük ölçüde başarılı olduklarını söyleye­biliriz.

Alıntı: Mehmet Sağlam’ın “Beynin Kimliği” adlı kitabından...


Resim: http://www.alternatif-tip.net/hastaliklar/beyin_1.gif
Continue Reading...

Hız- NECDET REHAVET

"büyük kent insanının sık kullandığı uyuşturucularından biri de HIZ." der engin geçtan hayat isimli kitabında.


ki benim için iki ile çarpılmalıdır kanımca bu birim. nasıl ne zaman ne şekilde peydah oldu bilmiyorum ama kendimi bildim bileli yetişecek bir yerim olmasa da yapacağım işler, gideceğim yerler sanki üzerimde bir yükmüşcesine bir an önce onlardan kurtulmak istercesine neredeyse koşar adım hallederim dışardaki işlerimi.




bu bir hastalık mıdır bilmiyorum. fazla hatta çok fazla dakiğimdir aynı zamanda. randevularıma hep zamanından önce giderim. güzergahım üzerindeki tüm toplu taşım araçlarının saatlerini bilirim bu da bana zaman kazandırır vs. ama sadece o kadar. vakit nakittir sözü hoş bir sada imiş sadece baki kalan bu kubbede. tersi olsaydı zati "bil geyts"den zengindim şu an şu kubbede.




belki sırf bu hız nedeniyle çoğu zaman ineceğim zemin kat yerine bulunduğum katın numarasına basıyorum asansörde ama ilginçtir bugüne değin aracın geldiği istikamete alınmak üzere dolmuş parası uzatmadım ya da ters istikamete giden araca binmedim. lakin yine de ayda ortalama bir şemsiye kaybetmişliğimi (unutmuşluğumu) de itiraf etmeliyim bu hız yüzünden.




yine de bazen iyice yorulduğumda ya da geçtan'ın bu sözü aklıma geldiğinde bir yolunu bulup şehrin olağan akışının dışına atabildiğimde kendimi, yavaşlar dünya yıkılsa umursamaz bir halde etrafı, insanları, araçları, dükkanları seyrederek adeta yaşamı sindirerek yürürüm.




iyi geliyor.


tabi yürürseniz
Continue Reading...

Seagull- NİLGÜN

Eylül’den çok sarı yaza yakışan bir gece, çıt çıkmıyor sokaktan. Havada asılı kalmış bulut kümeleri bir yerlerden gelecek rüzgarı bekliyor özlemle.Balkondayım, başım duvarına yaslı , gözlerim gökyüzünde nedense dünyanın yükünü üzerimde hissediyorum! Ne sigara , ne bir içecek olmayan elim boş kalamıyor, duvarına hafif hafif vuruyor balkonun. Bakıyorum , beş parmağımı da açmışım dokunur gibi sever gibi vuruyorum beyaz plastik badanalı duvarın üzerine. Son zamanlarda derin düşünürken ve bir türlü yüzeye çıkamazken yaptığım bu yeni hareketi şaşkınlıkla fark ediyorum. Sessiz sorgulamaya başlarken zihnimde bir ışık yanıp sönüyor aslında serin duvara değil kendi iç iklimime dokunuyor, endişe duyan içimdeki beni sakinleştiriyorum belki de?...

Zamanı tutmuyorum zaten o tutulmuyor , çok ağır akıyor şimdilerde oysa ben çabucak geçsin istiyorum! Kalkıyorum odaya gidip başucumda yanan lambaya yaklaşıyorum elimde kitabım. Okuduğum satırlar kah gülümsetiyor kah düşündürüyor beni İstanbul’da bir günün içinde dönen, 15 kişilik romanı usulca kapatıp benim yaşadığım İstanbul’a dönüyorum. Gecenin karanlığında Eylül’e uymayan bir ağustos böceğinin cılız sesi yayılıyor pencereme doğru. Vaktin geçiyor, diyorum hafif gülümseyerek!...

Az sonra gelmeyeceğini! bildiğim uykunun kollarına kendimi bırakıyorum. Aklıma geliyor geçmişte aldığım bir eğitimden usta bir ses: ‘Huzur , dinginlik size ne söylüyor , nasıl bir resim bu ?’ Beyaz bir sayfanın üzerinde renkler ve sesler görmeye başlıyorum. Mavi dingin , usulca alttan alta oynayan suların üzerindeyim. Bir küçük sandal arkadan takma motoru var, seagull! –bunu derken kocaman bir gülümseme yayılıyor dudaklarıma- dümen elimde sessizliğin içinde bilmediğim bir yere doğru yöneliyorum. Bir kendimle ben! Öylece , mavi bir gök var üzerimde biliyorum, doğanın kendi içindeki ritmini bozmadan ilerliyorum. Daha önce hiç gelmediğim ama orada olduğunu bildiğim suyun kıyısındaki ahşap kulübenin küçük iskelesine yanaşıyorum. Şimdi o küçük hiç bilmediğim ama varlığından adım kadar emin olduğum kulübedeyim! Gün, ay , yıl, zaman yok burada . Sadece ben, üzerimde gök kubbe, yanı başım mavi bir su…Gözlerimi kapatıyorum , dışımdaki dünyanın bütün kiri, pası, acısı, özlemi, endişesi ………..giderek uzaklaşıyor! Dalıyorum…

Hafif serin bir rüzgar yüzüme değiyor, üzeri renkli fiyonklarla dolu ince polar battaniyeme iyice sarılıyorum… Gün , zaman geri gelmiş , sabah olmuş ve ben uyumuşum, belki de zamanın ötesin(d)e tatlı bir yolculuk yapmışım, kim bilir? …

Nilgün
17.09.2008

Seagull: (1) Martı; Benim için özel bir can. (2) Son derece sessiz çalışan, küçük teknelere dıştan takılan, görüntüsü zarif bir motor.

Fotoğraf: Salih Zeki Fazlıoğlu

Continue Reading...

Riyad'ın kızları- ÖZLEM AKAYDIN

* Aşkın ne denli tehlikeli olduğunu bilsem, aşık olmazdım.
Denizin ne denli tehlikeli olduğunu bilsem, yelken açmazdım,
Kendi sonumu bilsem, hiç başlamazdım.
Nizar Kabbani* (Kitaptan )

Giydikleri çarşafın renginden mi, yaşam koşullarının değişikliğinden mi bilinmez Orta doğu ve Arap ülkelerinde yaşayan kadınların hayatı batı kadınlarınınkinden daha farklıdır.

Hayatlarını, kanadı kırık bir kuş ürkekliği ile sürdürürler.

Oysa hayat devam eder olanca hızıyla ve bu kadınlar da bir yerlerden yakalamaya çalışırlar devam ettirmek zorunda oldukları hayatlarını.

Onların hayatlarında, eşlerine kayıtsız şartsız bağımlılık vardır, sokaklarda aynı giysiyi giyme zorunluluğu vardır ki bu, yerlere kadar uzanan bir çarşaf ve dünyaya küçük bir kafes ardından bakmasına sebep olan peçeden ibarettir. En ağır ceza recm vardır, eşlerinin diğer kadınlarına katlanma zorunluluğu vardır, bir erkek birkaç kadınla evlenebilir ve diledikleri anda bitiriverirler evliliklerini, kadın katlanmak zorundadır, onlar kadındırlar ve kadın her yerde kadındır.

Hayatın doğal akışı gereği Arap kadınları da aşık olurlar, mutlu olmak için çırpınırlar, güzel ve özel olmak olmak isterler, oysa küçük gibi görünen çok özel bir değere sahip değildirler. Ona sahip oldukları anda hayatları daha bir yaşanılası olacaktır.

Özgür değildir arap kadınları.

Raca el Sana daSuudi Arabistan’da yaşayan arap kadınlarından biri. Ülkesindeki kadınları anlatan çok hoş bir roman yazmış. Romanın adı Riyad’ın Kızları.

Riyad’ın Kızları, Raca el Sana’nın kaleminden Suudi Arabistan’ın Riyad kentinde yaşayan dört genç kadının hayatından kesitler sunuyor okurlarına. Bu kadınların toplum içindeki durumları, aşkları ve yaşadıklarını aktarıyor, gizli bir kapının açılması gibi.

Her ne kadar “ Sex and the City” dizisine benzetilip Suudi Arabistan’ da yasaklanmış olsa da kadınların hayatlarını ve özellikle aşklarını gün ışığına çıkarmaya gayret eden bir roman Riyad’ın Kızları. Türk okurlarla Doğan kitap tarafından, Deniz Başkaya’nın çevirisi ile buluşturulmuş.

Yazar bir de anlamlı bir not düşmüş romanının tanıtımını yaparken ; “ Umarım bu kitabı bitirdiğinizde şöyle dersiniz : - Evet öyle. Anlatılan çok muhafazakar bir İslam toplumu. Oradaki kadınlar erkek egemenliği altında yaşıyorlar. Ancak ümitleri, geleceğe yönelik planları, azimleri ve düşleri var. Tıpkı dünyanın diğer yerlerindeki kadınlar gibi onlar da sırılsıklam aşık oluyorlar, onların da aşkları tükeniyor.
Ve umarım, bu kadınların azar azar, emekleyerek kendi yollarını ki bu yol - Batı’yı takip eden yol değil- , dinlerine ve kültürlerine ait değerlerin iyi yönlerini koruyan ve reform yapmaya imkan verecek bir yol çizmeye gayret ettiklerini de görürsünüz.

Riyad’ın Kızları okunulması ve üzerinde düşünülmesi gereken bir roman.
Continue Reading...

"Gülpembe" ile yaşadığım özlem- TUĞBA

Geçen hafta, rüyamda gördüğümden bu yana sürekli seni düşünüyor, sabah olmasını istemiyorum, sadece rüyada yapabilme şansı bulduğum sohbetine doyabilme ümidiyle. Ne güzel konuşuyordun, ailemizin en yeni üyesi, Emre'yi kucağına verdiklerinde, babamın, amcamın, halalarımın, çocukluklarını, muzipliklerini anlattığın aile meclisinde.

Pastalar yeniyor, çay içiliyordu eski günlerdeki gibi. Yine hep birlikte, birinci katın salonuna doluşmuştuk etrafında toplanıp, anlattıklarını dinlerken. ''Tuğba nerdesin?'' diyen ses olmasa kimbilir ne sohbetler edecektik ama uyanmıştım işte, nerede olduğumu anlamaya çalışıp, ''Babaannem nerde, gitti mi'' ? derken.

Rüya mıydı yaşadığım güzellik, az önce karşımda oturan babaannem, nerede? Neden çağırdınız, bensiz olmaz mıydı çağırmanızı gerektiren durum ?,Hiç olmazsa biraz daha uyusam, biraz daha konuşabilseydim Babaanneciğimle ? Hem daha boynuna bile sarılamamıştım çayıni içsin diye beklerken. Yok işte, yok.

Çocukluğumdan itibaren en sevdiğim aile büyüğü, nasihatlarını dinlerken sıkılmadığım, annem babam olmadan gezmelere, tatillere gittiğim, yanındayken hiçbir şeyden korkmadığım, en özel insandın. Bayramlarda elini öptüğümde, en çok harçlık veren, iİlkokul dördüncü sınıfta pekiyi ile geçince daha erken denmesine rağmen söz verdiğin için ''Pinokyo'' marka mavi bisikleti hediye eden de sendin.

Canı sıkıldığında ona şarkılar söylerken, ''çok sevdiğim bir sanatçı vardı, Yelda Gürani adında.Gramafonda şarkılarını dinlerdim. Onun adını vermek istedim sana, olmadı ama müzik sevgisini vermişiz bu iyi olmuş diyerek, konservatuar sınavlarına girmeyi destekleyerek, mutlu eden çok sevdiğim büyüğüm. Ne kadar çok güzellik yasadık, ne kadar sıkıldık yolunda gitmeyen işlere.

Suratımı asıp yanına geldiğimde ''kim üzdü seni'' derken nasıl da güç alırdım varlığından, beni korumandan. Annem babam senin yanında bir şey demezlerdi ya bir yerlere giderken beni de götürmene, uçardım mutluluktan her defasında.

Sonra büyüyüp aşık olduğumda gözlerimdeki pırıltıyı, gözyaşlarımı gizleyerek, kimseyle paylaşmadığım ayrılık hüznünü ilk fark eden de sendin ''çok sessiz, bir sıkıntısı var ya hayırlısı'' diyerek anlatmamı beklerken.

24 Temmuz 2000 yılındaki dönüşü olmayan gidişinden beri öyle arıyorum ki seni. Ne anılar, ne şarkılar..Yıllar geçtikçe daha da büyüyor özlemin. Geçen gün, poz vermeyi sevmediğin için habersiz çekilen fotoğraflara bakarken, bir tanesinde yarı gülümseyen bir ifade gördüm. Hani hastaydın, herkes yanındaydı ve amcamın kızı yeni doğmuştu. Yüz ifadesi, iri gözleri, uzun kirpikleri, kalın kaşları ile ne kadar sana benziyordu Elif Mirza. Gülüyordun torununa bakarken.
Az önce radyoda, aklıma seni ve anılarımızı getiren Barış Manço'nun da babaannesi için bestelediği ''Gülpembe'' şarkısı vardı. Gözlerim nemlenerek eşlik ederken, seni son kez görmemi sağlayan arkadaşımı minnetle andım, ''iyi ki o hafta sonu erteleme yapmadan, Mersin'e gidip, babaannemi görmüşüm'' dedim. İyi ki görmüşüm son kez seni.

''Dudağımda son bir türkü Gülpembe/ Hala hep seni söyler/ seni çağırır gülpembe/ Gözlerimde son bir umut gülpembe/ hala hep seni arar seni bekler gülpembe............''
Babaanneciğim..Ellerini öpüp boynuna sarılamayacağım bir bayram daha yaklaşıyor. Gittiğinden bu yana eskisi kadar kalabalık değil bayramlar, eş dost sohbetleri. O o meşhur akşam yemekleri de azaldı.

Bayram yaklaşıyor babaannem ..Ellerini öpüp, boynuna sarılamayacağım bir bayram daha geliyor..Biliyorum yanımızda olacaksın göremesek, dizlerinin dibinde oturamasak ta..Sohbetlerimizde, geçmişi yad ettiğimiz güzel anılarda başrolü oynayacaksın.. Sevgiyle, hasretle anacağız seni ve dönüşü olmayan yere uğurladığımız sevdiklerimizi...

Bir yerlerden tebessüm edeceksin bizlere.. Seni çok sevdiğimizi bileceksin yine.. Seni çok özlediğimizi anlayacaksın sözlerimizden, gözlerimizden…

Babaanne..Babaanneciğim seni çok özledim..
.

Continue Reading...

Görüşme- YEŞİM ÖZDEMİR

Aralık duran dış kapıyı hafifçe iterek, ofisin bekleme salonu olarak düzenlenmiş bölüme girdim. Şimdiye kadar hiç bir ofiste, bu kadar büyük bir bekleme salonu görmemiştim doğrusu. Pembe ve gri tonlarda döşenmiş salonunun rahat koltuklarından birisine oturdum. Büyük pencerelerden gün ışığı içeri tatlı tatlı süzülüyordu. Işığın yumuşaklığı, bana aynalı cam kullanıldığını düşündürdü. Köşelerde yeşil ve büyük bitkiler, krom metal sehpaların üzerinde bazı gezi dergileri, duvarlarda da ülkelerin tatil tanıtımı olan posterler salona ferahlatıcı bir hava vermişti.


Bir takım insanlar, salona açılan kapıların önünde oldukça yoğun bir giriş-çıkış trafiği yaratacak şekilde telaş içinde koşuşturuyorlardı. Bankonun arkasında genç bir kadın sürekli çalmakta olan telefonları yanıtlamaktan dolayı yorgun düşmüş bir yüz ifadesiyle, kayıtsızca gelen geçeni seyrediyordu. Burası gerçekten de çok kalabalıktı!




Ortalık biraz sakinleşsin diye beklerken aslında bunun çok da mümkün olamayacağını fark ederek bankoya yaklaştım. Genç kadın az önceki kayıtsız bakışlarını bu sefer de üzerime yöneltmişti. Yüzümde tedirgin bir gülümsemeyle, sesimdeki pürüzü gidermek için hafifçe öksürdükten sonra lafa girdim:




- Merhaba...


- Hoş geldiniz… Nasıl yardımcı olabilirim?


- Şey… Ben Tanrı ile görüşmeye gelmiştim.


- Randevunuz var mıydı?


- Hayır yok! Ama siz benim geldiğimi söylerseniz sanırım kabul eder; adım Yeşim…


- Bakalım uygun mu?




Kadın, yanında duran telefonlardan birisiyle Tanrıyla, hemen karşısında olduğum halde benim bile duyamayacağım kadar alçak bir ses tonuyla konuştu. Ara sıra başını onaylarcasına sallıyordu. Konuşması bittiğinde bana şaşkın şaşkın bakarak:




- Gerçekten de çok şanslıymışsınız. Tanrı şu anda uygunmuş; sizi bekliyor… Koridorun en sonundaki kapı.


- Teşekkür ederim.




Kalabalığı yararak koridorun sonundaki kapıya kadar yürüyüp tam önünde durdum. Kapıyı çalmak için uygun bir yer arıyordum ama deri ve zımbalarla kaplanmış , ses geçirmez olarak tasarlanmış kapının neresini çalacağımı bir türlü kestirememiştim. Tam o sırada kapı açıldı …




Tanrı , tam karşımda bana gülümsüyordu:


- Hoş geldin! Orada dikilip durma; hadi içeri gel!




O kocaman kapı ihtişamla ardına kadar açıldı; artık Tanrı’nın ofisindeydim! Bir duvar boyunca yerden tavana kadar uzanan kütüphanede yüzlerce kitap diziliydi. Büyük cam masanın arkasındaki büyük koltuğuna otururken, bana da oturmam için büyük deri bir koltuk gösterdi. Eee ne de olsa Tanrı’ydı; koltuğunun, masasının bu kadar büyük olmasına niye bu kadar şaşırmıştım ki? Birbirimizi tartan gözlerle bir süre bakıştık.




Yaklaşık 45- 50 yaşlar arasında gibi görünüyordu. Kısacık kesilmiş gri kırçıllı saçları ve buz mavisi gözleri vardı. Sanırım o da kirli sakal modasını benimseyenlerdendi. Kot pantolon , beyaz keten bir gömlek ve siyah deri bir kemeriyle oldukça spor bir tarzı vardı. Koltuğunun sırt bölümünü arkaya doğru ittirip kendisini sallayarak konuşmaya başladı:




- Eveeet… Tekrar hoş geldin… Neden buradasın canım?


- Hoş buldum sağolun… Ama geliş nedenimi söylemeden önce size bunu vermek istiyorum.




O ana kadar nasıl olup da getirdiğimi tam da anlayamadığım bir kutuyu Tanrı’ya doğru uzattım.- Aaaa niye zahmet ettin tatlım? Hiç gerek yoktu!




- Olsun…Ağzımız tatlansın dedim…




Demek ki tatlı bir şeyler almışım. Oysa ki gereksiz kalori alınmasın diye hiç de adetim değildir gittiğim yere tatlı , börek götürmek.; çok tuhaf! Kendim bile farkında olmadan nasıl olduysa almışım işte... Ben bütün bunları düşünürken Tanrı, heyecanla kutuyu açtı ve gözleri parladı bir anda:


- Meyveli pasta haaa! Çok severim!


- Afiyet olsun.


- Şimdi gelelim neden burada olduğuna…


- Gelelim tabii…




Bir süre ne söyleyeceğimi toparlamak için duraksadım. Sonra en kararlı ses tonumla:




- Benim… Benim yaşamla ilgili şikayetlerim var. Yani ne bileyim… Hiç de beni kollamıyor sanki. Hangi dalı tutsam elimde kalıyor.




Tanrı, düşünceli bir yüz ifadesiyle beni dikkatle dinlerken çalan telefonla ikimiz birden irkildik. Kısa kurulmuş cümlelerle geçen bir görüşmenin sonunda telefonun ahizesini yerine koydu ve sıkıntılı bir sesle bana dönerek:




- Hayatım, sen şimdi burada beni bekle. Benim yan odada halletmem gereken bir konu var. Hemen geleceğim.




Başımı, söylediklerini anladığımı ve döndüğünde beni burada onu bekler bulacağını anlatır bir biçimde salladım. Tam kapıdan çıkmak üzereyken tekrar bana dönerek gülümseyerek göz kırptı:




- Keyfine bak!




Ben de ona gülümsedim. Bu rahat ve sakin odada olmanın keyfini çıkartmaktan başka işim yoktu artık. Oturduğum deri koltuğun pürüzsüz dokusunu okşayarak Tanrı’yı beklemeye koyuldum…




NOT: Anlattıklarım , yaklaşık 3 yıl önce görmüş olduğum bir rüyadan anımsayabildiklerimden ibarettir. Eksik olan yerler mutlaka vardır ama kurgu olsun diye eklediğim hiç bir diyalog yoktur. Canımın çok sıkkın olduğu ve zor günler geçirdiğim bir dönemde gördüğüm bu tuhaf rüyadan sonra, artık yaşamla ilgili çok da büyük şikayetlerim kalmadı aslına bakarsanız. Yarım yamalak da olsa Tanrı ile görüşmem işe yaradı sanırım;)


Resim: Michelangelo
Continue Reading...

Blogger templates

Blogroll

About