26 Temmuz 2008 Cumartesi

SERBEST RADİKALLER SAYI 14

Continue Reading...

Kadınlar ne ister?- FARUK SÜRENER

Sevcilu Pilogirlar! Aydinlanmaya hazir misinuuzz? (Eveeet)... Daha yuksek sesle, AYDİNLANMAYA HAZİR MİSİNUUUZ? (EVEEET). O halde toplimu aydinlatan bir yazima daha başliyabilirum.

İnsanoğlinun 100lerce yildur değuşmeyen bazi özellikleri vardur. Mesela erkekler kendi aralarinda kadinlarla ilcilu konişir iken ben diyim yuzlerce yil sen de asirlardir benzer sorilari sorayi, “Kadinlar ne ister?”, “Kadinlari bi türlu anlamayrum, ya sen?” ve “Saat kaç?” cibi.

Bütun bu sorilarun bir tek anlami vardur. Erkekler kadin ruhundan anlamayi ve birçoğu da saat takmayi.

Kadinlar ve erkeklerun yalnizca fiziçsel corunümleri farkli deyildur, ayni zamanda tüm karar alma mekanizmalarinu etkileyen ve farkli davranişsal tepkileru... (Faruk abi!.. Nereye cidiysun! Dur dur! Aa cittu! Ona dedum, “Ben uzun cumle kuramayrum, ha bi el at da havamiz olsun şu pilog alemunde” diye, adam cumlenun yarisinda çekti cittu. Ula ben bu cumleyi nasil bitireceğum şimdi?)

Neyse efendum, ha bu gada detaya gerek yok daa! Kadinlarla erkeklerun yalnizca fiziçsel cuzellikleri değul ayni zamanda ruh cuzellikleri de farklidur.

Bi erkek olarak bu gonuda ne gada tarafsiz olabilirum bilemeyrum ama bi ornek vermek gerekurse, kadinlar daha ince ruhludir (pimpiriklu), erkekler ise onin tersune daha kalin ruhludir (analituk).

Bu inceluk-kalinluk farki davraniş biçumlerinu de etkiler. Mesela fitbol seyreden bir erkek “Ula o gol kaçar mi!!” diye bağirur (eleştirel yaklaşim). Kadin ise ayni pozisyon içun şunu der “Yeter da! Sabah maç, akşam maç, biktum artık. Kaldir poponi da cezmeye cidelum, hava alalum biraz!” (dirdurcu yaklaşim)

Bi erkek ha bu farkliluklar nedenuyle kadinlarun ne istediğinu biraz zor anlar. Ama çözum yok midur? Asla karamsarliğa kapilmayun sevcilu erkek pilogirlar, bu işun çözumu vardur. Ve bu çözum da diyalogtur. Bol bol diyalog kurmalisinuz ve partnerinizun (sevcilu, kari ya da metres) ne istediğinu ona sormalisinuz. Size faydam deysun diye bu konida yaptiğum ornek diyaloğumu ha buraya yazayrum (Bu kiyağimi da unutmayun).


- Ne iyu ettuk da akşam yemeğu içun restorana celduk di mu karicuğum? (TÜYO 1: Aranizda piroblem varisa, birakun karinuz o akşam yemek yapmasun. Onu cuzel bi restorana cöturun)

- Heee

- Canim eşum suyu uzatir misun? (TÜYO 2: Koniya cirmeden once tatli tatli muhabbet edun)

- Al kocacum

- Aşkim seninle piroblemlerimuz hakkinda konişmak isteyrum. Yani diyalog kurmak isteyrum. (TÜYO 3: Baştan amacinizu soyleyin ki, yapicu bi diyalog kurulsin)

- İyi olur Tarik. Ben çok sıkintiliyum bu diyalog konisunda. Asil piroblemimuz de bu zaten, sen beni hiç dinlemeysun.

- Haklisun canim, bucün Melih’leri cordum. (TÜYO 4: Yumuşak olin, onin suyuna cidun, diyalog kurun)

- Ula Tarik, ben sana, beni hiç dinlemiysun diyorum, sen Melih’ler diysun ama!

- Çok haklisun kariciğum, Melih de bizi hafta sonina eve davet ettu zaten. (Evet, dediğum cibi, yumuşak olin ve diyalogu kesmeyun)

- Tarik, anlamayi misun, evliliğimuz tehlikede senun bu anlayişsizluğun yüzunden.

- Hakli kere haklisun kariciğum. Piravo! (Suyuna cidun, yağciluk edun!)

- Tamam Tarik, tamam, vazgeçtum. K.çunla konuşsaydim daha iyi anlaşiriduk inan.

- (İşte “kadinlar ne ister?” sorisinu sormanin tam zamani. K.çuma da iltifat ettiğune core iyice yumuşadi) Karim sağa bişey soracağum.

- Sor Tarik sor!

- Canim ne istersun? (Tüyo 5: Partnerinuz de bir kadin olduğuna core, ona artik “kadinlar ne ister?” diye genel bi sori sormaniza cerek yok)

- Bi salata bi de diyet kola.


Cordüğünuz cibi, “kadinlar ne ister?” sorisunun eşimdeki karşiliğunu bizzat diyalog kurarak aldum. Kadinlar genelde diyet yaptiklaru içun salata ve diyet kola isteyiler. Herşeyin paşu diyalog ve tatli dil. Ne demuş atalarimuz, "Tatli dil yilanin pile ağzindaki baklayi çikarur".

Boylece asirlardur insanoğlinun kafasinda bir soru işaretu (?) cibi duran “Kadinlar ne ister?” konisunu da aydinlatmuş oldum. Yuce toplimizun bir yazimla daha işul işul aydinlandiğinu corur cibi olayrum. Hoşçakalun daa..

TARİK (Toplum Aydinlaticisu)

Continue Reading...

Do, Re ve diğerleri- FULYA

Çok tuhaf bir rüya gördüm. (rüyalar genelde tuhaftır zaten. En azından benimkiler öyle.) Şöyle bir sahne ile başlıyordu rüya; Ben büyük bir yalının önünde duruyorum. Üzerimde pamuk prenses kıyafeti var (Bilinçaltım kesinlikle benimle kafa buluyor. Pamuk prensesmiş! Pöh!) Her neyse üzerimde pamuk prenses kıyafeti var ve saçlarım da Tina Turner tarzı kesilmiş. (Allahım Yarabbim hangi insanın bilinçaltı bu kadar alaycı olur? Eminim ben sabah uyandığımda bu rüyayı kızgınlıkla anımsarken o bana kıs kıs gülüyordu. Bu saç modelini taşımaktansa 3 yıl evden çıkmamayı tercih ederim.) Neyse, ben yalının merdivenlerini çıkıyorum usul usul. Arkamda bir jazz orkestrası. (Bari saçım Ella Fitzgerald gibi olsaydı.) Kapıyı çalıyorum. Sersem suratlı sarışın bir kız çıkıyor. Yüzünde salak bir gülümseme var. O kapıyı açar açmaz orkestra çalmaya başlıyor, ben de şakımaya: "Happy birthdaaaaay to youuuu"

Ben buna rüya ya da kabus demiyorum, buna olsa olsa bilinçaltı kazığı denir. Şunun yaptığına bak; sen tut beni pamuk prenses yap (Halbuki ben olsam olsam... Sahi ben hangi masala uyuyorum?), aslan yelesi gibi bir peruk tak başıma, koskoca bir jazz orkestrası önüne bu kılıkta çıkar, yalıda yaşayan şımarık, sersem bir sarışının doğumgünü için şarkı söylet. Pöh ki pöh...

*****
Sabah, rüyada söylediğim doğumgünü şarkısını düşünüp, gülerken aklıma o şahane film geldi: Blue in the face nam-ı diğer "Surat Mosmor". (Aslında benim rüyanın adı da bu olabilir. O kıyafet ve o saçla "Happy Birthdaaay tooo youuu" diye şarkı söyleyen birinin suratı başka ne renk olabilir ki zaten.)

Filmde Madonna kırmızı mini bir elbiseyle Harvey Keitel'ın Tütün Mamulleri Dükkanının önüne gelir ve Keitel'in karşısına dikilir. Aradığının o olduğundan emin olduktan sonra "size bir telgraf getirdim" der. Keitel telgrafı almak için elini uzattığında "hayır bu şarkılı bir telgraf" der ve başlar telgrafda yazanları şarkı olarak söylemeye. "Anlaşma bozuldu STOP Dükkanı satmıyorum STOP Haftaya görüşürüz STOP Sevgiler sana STOP Las Vegastan STOP" Keitel hem aldığı haberden hem de şarkıdan oldukça keyiflenir.

Düşündüm de eğer bizim telgraf sistemimiz de böyle olsaydı... Mesela sevgilin seni aldattı. Telgraf şirketini ara. Yollasınlar Güllü'yü. Çalsın adamın kapısını başlasın söylemeye: "Sevda bitti oldu yalaaaaan STOP, canım dedim çıktı yılaaaaaan STOP, ondaaaaaaan ağlamam ondan STOP" diye. Hatta Güllü'yü bizzat ara, anlat hikayeni, bonus olarak adamın suratına bir de Osmanlı şamarını aşketsin ve STOP yerine STANKKKK desin tokat efekti ve son nokta olarak. Vallahi emin ol fazladan ücret istemez. Hassas kadındır o böyle konularda vesselam.

****
Yüzümde saçma sapan şeyler düşündüğümü gösteren bir gülümsemeyle işe gittim. Sabahın sekizinde muhterem şahsın birinin dinlediği davul zurna havaları karşıladı beni. İş yerine mi yoksa bir düğünün ortasına mı düştüm diye düşünürken daha beter bir düşünce gelip yerleşti aklıma; Ya rüya hala devam ediyorsa? Ya hala pamuk prenses kıyafeti varsa üzerimde? Ya kafamda hala Tina Turner'ın aslan yelesi saçı varsa? Üstüme baktım, elimi saçıma attım. Evet sorun yok herşey normal, siyah pantolon, beyaz kazak, kıvırcık saç. İyi de rüya değilse sabahın köründeki bu davul zurnanın gerçek olma ihtimali neydi?

Birazdan davul zurna sesi kesildi ve o muhterem şahıs en acılısından bir Orhan Gencebay şarkısı dinlemeye başladı ki; bir an masama bir kadeh rakı bir kaç meze koyacaklar, hep birlikte sabahın bu saatinde içeceğiz gibi bir hisse kapıldım. Masamın önünden kederli yüzlü insanlar geçtiler. Yukarı kata doğru bağırdım: "Sabahları neşeli birşeyler çalsanız da hepimiz bu kederden kurtulsak." Orhan Baba sustu, ortalığı bir sessizlik kapladı. Garip bir boşluk doğdu nedense. Sanki tüm duyguları biri alıp torbaya doldurmuş götürmüş gibi, tuhaf adlandırılamaz bir boşluk. Ben yerime dönerken birden o boşluğun yerini "Rakkas geldi meydane, al bastı ak gerdane, böyle dilber gördün mü ey meclis-i şahane..."" diyen Sezen Aksu'nun sesi doldurdu. Yukarıdaki muhterem bağırdı: "Şimdi oldu mu abla?"

*****
Gün akıp geçti sabah, öğle, öğle sonrası. Onlarca şarkı dinledim, kederli, neşeli, insanı yerine çivileyen, "bu ne yahu böyle" dedirten onlarca şarkı. İş çıkışı benim bir patates çuvalı olduğumu bilen bir arkadaşım emrivakiyle, beni arabasının içine tıktı. Ben mızıkçılık yaparken gaza basıp "çok güzel olacak bak vallahi söz veriyorum çok eğleneceksin" diye diye itiş kakış bir salonun kapısından içeriye soktu. Tıklım tıkış salonda bir yer bulup oturduk.

Sahneye üç genç adam ve üç genç kadından oluşan bir grup çıktı. Ben sandalyeme yayılmış otururken birden tüm salonu enfes bir keman sesi doldurdu. İnanılmaz bir sesle salon sessizliğe gömüldü. Büyülenmiş gibi sahneye bakarken o ufacık kadının gırtlağından öyle bir ses yükseldi ki kelimelerle anlatılmaz: "Söyleyemem derdimi kimseye, derman olmasın diye, inleyen şu kalbimin sesini ağyar duymasın diye." Peş peşe öyle şarkılar geldi ki sanki ışıklar içinde yıkandı ruhlarımız.

*****
O gece uyumadan önce müziğin hayatlarımızda ne çok yer edindiğini hatta ruh hallerimizi bile bir anda değiştiriverecek bir güce sahip olduğunu düşündüm. Tüm bu melodilerin, notaların, şarkı sözlerinin insanlığın en büyük buluşarından biri olduğunu bir de. İlk müziği kim yapmıştı ve nereden doğmuştu acaba? Ve bunları düşünürken o geceki rüyamın zeminini de hazırlamış oldum.

Mağara devrinde elimde kemikler ve anlaşılmaz seslerle şarkı söyleyen biri olduğumu gördüm rüyamda. Ah müzik müzik müzik... Kemiklerden oluşan müzik aletleri ve anlaşılmaz sözlerle söylendiğinde bile müziksin...

Fotoğraf: http://www.deviantart.com/print/2208112/
Continue Reading...

Bilinç ve Anadil- MEHMET SAĞLAM

{Dil, dışarı üflenen beyin olarak ufuklarımızın boyutunu gösterir.}



Beş duyumuz ve içgüdülerimizle algıladığımız dış gerçeklerin zihnimizde birer gerçeğe dönüşmesi, hatırlanması ve anlatılır biçime girebilmesi için, birer kavram veya hüküm hâline sokulduktan sonra hafızaya kayde­dilmeleri gerekir. Beyne birer şifre gibi kodlanarak, yani beyin hücreleri arasında fiziksel ve elektriksel bağlar kurularak kayde­dilen bu kavramların oluşumu, daha tâ ana rahmindeyken sesleri tanımakla başlar, doğumdan sonra da önce ke­limelere dönüştürülmesi, daha sonra dil kuralları çerçevesinde bir mantıksal sisteme sokulması sürecini yaşar ve bu süreç son nefese kadar süregider. Kız çocuklarında 12–18, erkeklerde ise 14–24 aylıkken çocuğun birkaç yüz kelimelik anadili, anîden açılan bir şifreyle işlevsel hâle gelir.

Bu, kalıtımsal ama soyut olguyu daha iyi anlayabilmek için şimdi hayal gücümü­zü kullanarak bir ufuk turu atalım: Yeni Gine’deki balta girmemiş ormanları (cangılları) hayal etmeye çalışalım. Bu botanik cennetler, zengin hayvan türleri, bolca meyve ağaçları ve tatlı su kaynakları ile bezenmiş olsun. Bu ormanlardan birinin tam ortasında dört kişi­lik bir şempanze ailesi yaşıyor olsun. Bu aile, daha önce ne bir insanla karşılaşmıştır, ne de uygarlıktan bir eserle...

Şimdi de, düşgücümüz sayesinde, üç aylık bir kız çocuğunu, anne sütünden zalimce ayıralım ve Türkiye’den alarak o ormana götürelim. Adını Türkan koyduğumuz bu bebeği, dişi şem­panzenin şefkatine teslim edelim. Anne maymun Türkan’ı kabullensin ve emzirmeye başlasın. Bebe­ğin koruma altına girdiğini gördükten sonra ülkemi­ze geri dönelim.

Aradan tam 6 yıl, 9 ay geçsin. Türkan’ın yedinci yaş gününü kutlamak için ormana tekrar gidelim. Kızımız hayatta kalmış olsun!.. Türkan’ın o çok farklı dış görünüşünü ve yabani tavırlarını kendi hayal gücünüzü kullanarak beyninizde canlandırabilirsiniz. Bizi asıl ilgilendiren, hayati önemi olan lisanla ilgili sorudur: Türkan nasıl bir dil konuşacaktır ya da ne tür bir dilsizliği olacaktır?

Herkesin kabul edeceği gibi, bu ço­cuğun bizim anladığımız manada mantıklı cümle ya­pılarından oluşmuş bir dili olmayacaktır. Yani bu yabanıl kız, insanoğluna ait yaklaşık 4 bin dilden hiç­birini konuşmayacaktır. Bunun tek sebebi ise, 7 sene­dir kendisine tek bir kelime öğretecek bir insanla kar­şılaşmamış olmasıdır.

Buradan çıkan birinci sonuç şudur: İnsan, anadilini sadece başka bir insandan öğre­nebilir. (Bu, en azından şimdiye dek böyle olmuştur. Dil öğretme işini gelecek yüzyılda bilgisayarların veya robotların üstlenebileceği varsayımı bu hükmü şimdilik değiştirmez.) İkinci sonuç: Hiç bir insan tek başına, sistematik bir dil icat ederek bir toplumun anadili yapamamıştır; çünkü dil, insanların top­lumsal ihtiyaçlarından doğmuştur ve toplumun ortak kültürüdür.

Aklımıza Türkan’ın şempanzelerin seslerini ko­layca çıkarabileceği ve ormanın akustiği içindeki bin­lerce hayvan sesini belki de rahatlıkla tercüme edebi­leceği gelebilir. Ama bunların hiçbiri lisan olarak ta­nımlanamaz. Üçüncü sonuç ise şudur: İnsanı insan yapan özelliklerin başında dil gelir.

Dil, özellikle son 20–30 yılda, bilim adamları ve bilim kadınlarının (ki, bu terimin doğru kullanılışı bilim insanları...) üzerine önemle eğildiği bir araştır­ma konusu olmuştur. Hayalî Türkan deneyinin imkânsızlığına karşın, konuya değişik açılardan ve ters mantıklar yürütüle­rek yaklaşılmış ve araştırmalar yapılmıştır. Bunlardan birisi yaklaşık 10 yıl sürmüş ve ilginç sonuçlar doğurmuştur. Türkan yerine, bu kez Tanya adı veri­len üç aylık bir şempanze yavrusu, insan yavrusu gibi tüm ihtiyaçları eksiksiz karşılanarak, Amerikalı bir bilim kadını tarafından 7 yaşına kadar eğitilerek büyütülmüş­tür. Anadil olarak kendisine İngilizce öğretilmeye çalışılan Tanya, 7 yıl sonra sadece 150 İngilizce keli­meyi tamamen anlayacak ve bilgisayarlı bir seslen­dirme cihazı sayesinde tuşlara basarak kullanabile­cek duruma gelmiştir. Konuşan bir bilgisayar kulla­nılmasının sebebiyse; Tanya’nın beyninin, ses telle­rinin ve ağız ve gırtlak yapısının bu sözcükleri telaffuz etmeye uygun olmayışıdır.

Oysa 7 yaşına gelmiş bir insan yavrusu, en az 3.000 kelimeyi anlar, konuşur ve mantıklı bir dil yapı­sı içinde cümlelendirir. İşte bu beynin kabuğu olan korteksimizin bir hüneri ve yeteneğidir. Bu yetenekle birlikte, yüzlerce ses ve milyonlarca sözcük üretmeye uygun yaratılmış bir gırtlak ve ağız yapısının da rolü büyüktür. İnsanı, Türkan gibi ormanın bir parçası olmaktan kurtarmış ve yeryüzünün görünürde “hâkimi” duru­muna getirmiş olan dil; çocuk tarafından işitme, anla­ma ve taklit etme üçgeni içinde kendiliğinden öğrenilir. İnsanlar ilk çocukluk çağlarını cümle kurmaya başladıkları dönemden itibaren hatırlarlar. O yaşlarda, birkaç yüz sözcükten oluşan bir keli­me hazinesine ve anadilinin sözdizimi sistemine -en basit hâliyle- sahip olmuş olan çocuğun hafızasında artık birçok kavram mevcuttur ve bunlar işlerlik ka­zanmıştır. Çocuk, o döneme kadar gördüğü, işittiği, kokla­dığı, tattığı ve dokunarak hissettiği beş duyusal algı­ların ne anlam ifade ettiğini tam çözememişken, on­lara verilmiş isimleri öğrenerek bu kavramları zih­ninde “anlamlandırmıştır”.

Böylesine karmaşık kendini ifade etme faaliyetinin başlaması, hafızadaki o eşsiz ve hızlı giriş-çıkış mekanizmasının sık sık kul­lanılmasına yol açar. İşte bu tekrarlar düşünmeyi doğurur ve öğrenilen kavramlar (tabii beş duyu aracılığı ile alınan diğer bilgiler de) kalıcı hafızaya ölünceye dek işlenir. Bu nedenle, özellikle 3 yaşına kadar, çocuğun sürekli olarak farklı farklı deneyimler yaşaması son derece önemlidir. Devamlı olarak farklı şekilleri, renkleri, yerleri ve objeleri görmesi, farklı şeylere dokunması, farklı sesler işitmesi ve değişik kokular ve tatlar algılaması; boş ve kullanılmayan nöronları kalıcı ve kullanılır kılacağı için son derece önemlidir. Aksi hâlde; beyin gerektiği kadar deneyim yaşamadığı için, pek çok nöron dumura uğrayacak ve zamanla kullanılmadığı için ölüp gidecektir.

Beynin yüzde yetmiş kapasitesi yaklaşık 3 yaşına kadar oluşmuş olur. Geri kalan yüzde otuzun yirmi beşi ise 7 yaşına kadar tamamlanır. Bilimsel deyimle; bu nörofizyolojik öğrenme süreci -okul çağına kadar- genellikle gözlemsel, işitsel, sezgisel ve hayali verilerle ivme kazanarak devam eder. Okul çağından buluğ çağına kadar çocuğun be­yinsel olarak ulaştığı biyolojik, fizyolojik ve lengüistik yapı, sonraki yaşamı için büyük önem taşır. Çocuğun düşünce limitleri ve hayal gücü, o çağa kadar öğrenebildiği anadil düzeyinin ve deneyimlerinin sınırları ile be­lirlenir. Bir başka ifade ile çocuk, sadece anadili vasıta­sıyla bilincine yerleşen kavramların şekillendirdiği bir dünyanın sahibi ve esiri olur. Yani çocuğun iç ve dış dünyasının parametreleri ve koordinatları ancak anadilinin tasvir gücü oranında bir kapasiteye sahiptir.

O hâlde “kişinin dil eğitimi, onun zihinsel kapa­sitesini daraltacak veya genişletecek bir etki taşır.” Buradan çıkan sonuçları sadece bilmek yetmez. Bu konuda bilinçlenilmesi de gerekir. Çünkü bilmek ve bilinçlenmek ayrı şeylerdir. Son derece zengin kavramlar, yüklü anlamlar ve eşsiz bir kelime hazinesi ile donanmış; işlek, aktif, canlı ve yaygın bir lisan, onu iyi kullananların geniş ufuklara, büyük düşüncelere, sınırsız hayal gücüne ve üstün bir bilince sahip olmalarını sağlar. Kişinin potansiyeli, dilinin potansiyeli ile doğru oran­tılıdır. Dil zenginliğinin düşünce zenginliği üzerindeki etkisi, bir insanın konuşmasında veya bir ulusun kül­tür ve uygarlığının eriştiği düzeyde kolayca görülür.

Anadilin kelime zenginliği, devasa düşünce ufuk­larının salt etkeni değildir. Zira kelimeler yalın hâl­leri ile cansızdırlar; kavramların üzerine yapıştırıl­mış etiketler gibidirler. Onlardan oluşan cümlelere ruh üflemek ve hükümler oluşturup, düşünceler üret­mek, insanın engin hayal gücünü tasvir etmeye olanak veren ve zengin nüansları betimleyebilmiş bir dil ve kültür yapısı ile mümkündür. Çağın repertuarındaki kavramları kendi fikir dünyamıza katabilmek, elbette ki günlük yaşamda kul­landığımız 300–400 sözcük ile başarılabilecek bir ol­gu değildir. Kavram ve fikir fukarası bir dil ve kültür tarafın­dan “programlanmış” bir beyindeki üstün yetenekler, ne yazık ki dil yetersizliği yüzünden boş yere harca­nırlar.

Anadilimizi çok iyi öğrenmeli, öğretmeli, sürekli geliştirmeli ve kökeni ne olursa olsun kültür hayatımıza ve günlük konuşma dilimize yerleşmiş kelimeler üzerine ırkçılık yapmamalıyız ki; okuyan, okumaktan zevk alan, öğrenen, düşünen ve yaratıcılığını kullanabilen bireyler olabilelim.

Bütün bunlara rağmen, sağlığını koruyabilmiş ve dil yetersizliğini de gidermiş bir beyne sahip kişi­nin; akıllı, mantıklı, rasyonel, tutarlı düşünce ve davranışlar göstermesi, öğrenen ve sorgulayan bir ya­pıya kavuşması daha başka etkenlere de bağlıdır. Bu etkenlerden bazıları doğuştan gelir (kalıtımsal) ve za­manında keşfedilip ortaya çıkarılmaları gerekir ki geliştirilmeleri mümkün olsun. Bu da verilen eğitimin kalitesi ile doğru orantılıdır.

Anadilimiz bizi besleyip büyüten anasütümüzdür.

Continue Reading...

Uçuş planı- ÖZLEM AKAYDIN

Kyle, eşini zamansız ve nedensiz bir şekilde kaybetmiştir.

Genç adam kendini çatıdan aşağı atarak intihar etmiştir.

Bu ani ölümle sarsılan Kyle, eşinin cenazesini ve küçük kızını yanına alarak Berlin’den Newyork’da yaşayan ailesinin yanına gitmeye karar verir.

Yolculuk için Aalto Air’in Berlin – Newyork seferini yapmakta olan mükemmel donanımlı uçağı jumbo jet E 374’e Kyle ve küçük kızı birlikte binerler.

Uçağın kargo bölümünde ise bir yolcu daha vardır. Bu yolcu, Kyle’nin intihar eden eşinden başkası değildir ve bir tabutun içindedir.

Kyle ile küçük kızı, uzun süren yolculuk sırasında bir ara uyumaya karar verirler.
Buraya kadar her şey yolundadır ancak bir süre sonra, Kyle uyandığında kızını yanında göremez.

Küçük kız ardında hiçbir iz bırakmadan annesinin yanından kaybolmuştur.

Kyle çaresizlik içinde kızını aramaya başlar.

İlk olarak uçaktaki diğer yolculara ve mürettebata kızını görüp görmediklerini sorar, tam da bu sırada Kyle için beklenmedik bir şey olur.

Uçaktaki hiçbir yolcu ve hatta mürettebat Kyle uçağa binerken, yanında kızı olduğunu görmediklerini söylerler. Üstelik küçük kızın yolcu listesinde adı bile yoktur.

Kyle olanlara inanamamaktadır, çünkü kızı ile birlikte uçağa bindiğinden fazlasıyla emindir. Bu nedenle kızını aramaktan asla vazgeçmez.

Bu arada daha da beklenmedik bir şey olur; uçaktaki görevliler Kyle’nin eşini kaybettiği için ruh sağlığının bozuk olduğu düşüncesiyle, eşinin cenazesinin kaldırıldığı hastane ile ve hastanenin morg müdürü ile bağlantı kurarlar.

Oradan gelen ölüm raporu ise akılları daha da karıştırır.

Kyle, artık uçaktaki yolcular ve mürettebatın gözünde ciddi anlamda travma yaşayan bir kadındır. Kızını aramaktan vazgeçmediği için de uçak için ayrıca bir tehdittir.

Kyle olup bitenin ve söylenenlerin hiç birine aldırmadan ve inanmadan, kararlılıkla kızını uçakta aramaya devam eder. Çünkü o, kızı ile birlikte uçağa bindiğinden adı gibi emindir.

Acaba kim haklıdır?

Küçük kız uçakta mıdır?

Birileri tarafından kaçırılmış mıdır?

Annesi ile birlikte gerçekten de uçağa binmemiş midir?

Yoksa Kyle’nin belleği eşinin beklenmedik ölümünü reddettiği için kendine oyun mu oynamaktadır?

Filmin asıl konusu bu soruların yanıtını ararken başlar.


* * * * * *

Uçuş Planı 2005 yılında gösterime girmiş ve gösterime girdiği yıllarda ilginç
senaryosu ile adından çok söz ettirmiş bir film.
Jodie Foster’ın başarılı filmlerinden biri.

Filmi izlerken inanılmaz, akıllara durgunluk veren bir “ Uçuş Planı” na tanıklık etmek mümkün.

İzlemeyenlere tavsiye ederim.




* * * * * * *

Orjinal Adı : Flightplan

Yönetmen : Robert Schwentke
Oyuncular : Jodie Foster, Peter Sarsgaard, Sean Bean, Erika Christensen

Senaryo : Peter A. Dowling, Billy Ray
Görüntü Yönetmeni : Florian Ballhaus
Müzik : James Horner
Süre : 98 Dk.
Yapım : 2005 - ABD
Continue Reading...

Keşif- HOŞSADA

Ellerim usulca gezinsin saçlarında…

Sen türküler söyle, ben şiirler okuyayım…

Sardunyalarla bezenmiş; küçük balkonumuzda…

Ne bahar ne de yazı yaşayalım…

Senin ruhunun güzelliğiyle oluşmuş,

Beşinci mevsimi hissedelim içimizde…

O güzel türkünün ezgileri dökülüp, karışırken rüzgâra,

Ben senin ellerinden tutayım…

Sonra yüzünün çizgilerine dalsın ellerim…

Burnuna, dudaklarına, göz kapaklarında dolansın ve yüzünün kayganlığında aksın ellerim…

Sen türküler söylerken, yüzünde küçücük bir keşfi yaşasın yüreğim…

Continue Reading...

Gülten ile Cezmi: Kafası kırık bir aşk hikayesi- SERDAR ÖZDEMİR

- Gülten, sen bana baksana bi!!

- Bakıyorum ya zaten hayatım… Beğenmedin mi yoksa bakışı mı? Başka bir bakış mı istiyorsun... Hülyalı? Şehvetli? Bak bu nasıl? Ya bu?? Gözlerimi şaşı da yapıp bakabilirim… Gerçi şu andaki gerginliğine aykırı bir durum oluşturur… Ama şaşı bakarken ne kadar sevimli olduğumu bilirsin… Bana bu şekilde tehtid dolu çemkirmekten vazgeçersin belki…

- Dalga geçip sinirimi tepeme çıkarma iyice, alırım ayağımın altına…

- Biliyorum, alırsın… Buna rağmen geçiyorum… Bazen engel olamazsın ya kendine, öyle bir şey benimkisi… Örneğin kaza yapma ihtimalinin farkındasındır ama yine de hız yaparsın arabayla ya da daha bizden bir örnek vereyim; B.ktan bir ilişkidir sürdürdüğün, süründürür seni, daha da kötüye gideceğini bilirsin, yine de devam edersin… Belki de ayağının altında olmayı seviyorum ben… Ayağının turabı konumundayım yani, fena mı?

- Bak hala… Yiyeceksin şimdi sümsüğü kafana…

- Evet, en kötüsü bu olurdu herhalde… Ne olduğunu bilmediğim bir şeyi kafama yemek… Senle evlenmeden önce Tarık diye biri vardı mahallede… Kendi halinde, sessiz, insan içine çıkmayan bir çocuk… Meğer uzaktan uzağa severmiş beni… İstetti durduk yerde babamdan bir gün… ‘Amaann o sümsüğe mi varacağım, beni alacak adam şöyle taşı sıktımı suyunu çıkartmalı’ demiştim… Sonra sen aldın işte…

- Bi de Tarık mı çıkardın şimdi başıma yahu… Onu da, seni de yakarım bak… Çıldırtma beni…

- Bak olmuyor ama Cezmi… Arada büyük bir boşluk oluyor… Ben bin tane laf ediyorum, sen beş altı kelimelik taarruz cümleleri kuruyorsun… Okuyan senin bu şiddet eğilimini anlayamıyo olabilir… Aradaki boşluğu akılcı cümlelerle doldur, insanları ikna et… Niye şiddet dolu olduğunu açıkla biraz… Bu kadar sinirlenmenin altında elle tutulur, bana ilişkin bir sebep vardır belki… Sonra senin için ‘manyak’ derler haberin olsun… Gerçi ben bu kadar yıldır anlayamadığımdan direkt öyle diyorum ama ele güne rezil olmanı istemem yine de…

- Manyak ha, manyak haa… Şimdi kırdım kafanı işte…

- Ooff… Şimdi ben, “sen evlendiğimizde hiç de böyle biri değildin” diyeceğim, bu kez de okuyan için hikâyede başka bir boşluk olacak… En iyisi mi hiç demiyim… Hatta en iyisi ben de senin gibi kısa cümleler kurup aramızdaki şiddetin anlamsızlığına katkıda bulunayım… Bak mesela; ‘Ömrümü yedin Cezmiii…’ Sen bu arada ne olduğunu bilemediğim sümsüğünü esirgemeyebilirsin kafamdan… Yumruk der geçerim… Başıma gelenleri anlamaya çalışmamak en iyisi çünkü…

***

- Gülten’cim bak, olur böyle şeyler karı koca arasında… Sen de çok üzerime geliyorsun benim… Bin tane sorun var benim kafamda bir de sen öyle yapınca kendimi kaybediyorum… Hadi gel vazgeç bu inadından... Evine, çocuklarının yanına dön…

- Vaaayy Cezmi Bey, okuyucuyu tamamen şaşırttın… Hem bu kadar uzun hem böyle alttan alan cümleler!! Karı koca arasında olası bulduğun şeyler benim için iki ezik kaburgaya ve morarmış bir göze mal oldu gerçi ama sendeki bu değişikliği görmeye değermiş doğrusu…

- Değiştim ben Gülten… Bak herkes görecek seni el üstünde tutacağım… Elini sıcak sudan soğuk suya sokmayacağım… Bir daha en ufak fiske atarsam elim kırılsın, nah bak yazıyorum buraya...

- ‘Nah’ diye, yazdığın yere mi, bana mı diyorsun... Nereye yazarsan yaz da niye böyle argo başlıyosun cümleye... Sen iflah olmazsın Cezmi... Artık herkes anladı evlendiğim erkek olmadığını... Ya da şöyle diyorlardır; ‘Saf Gülten, bu evlendiğinde de böyleymiştir. Tek kriterin taşın suyu olunca bula bula bu öküzü bulmuşsun...’ Oldu, durduk yerde kum torbası muamelesi yapıcan bana, sonra bu klişe cümlelerinle okuyucu da ben de hemen ikna olucaz... Sus Cezmi, sus en iyisi sen... Vazgeçtim, oldukça kısa olanlardan seç yine cümlelerini... Hatta hiç konuşma... Ya da istediğin kadar konuş ama ben duymayım... Ivır zıvır cümlelerini de al ve bu yazının okunabilirlik alanından çık lütfen...
Continue Reading...

Rıfat Ilgaz, Sarı Yazma, Gideros Koyu ve...CİDE- TUĞBA

2003 yılının en sıcak günleri. Aylardan Agustos. Bir haftalık tatilimizi ailece, Karadeniz Bölgesi'nin batı bölümünde değerlendirmek amacıyla iki araba ile yola çıktığımız günü tam olarak hatırlayamasam da heyecanlı ve keyifli saatler olduğunu bugün bile unutmuyorum.

Samsun, Sinop ve dağ yolunu kullandığımız uzun bir yolculuğun ardından akşam saatlerinde Kastamonu'nun güzel ilçesi, Rıfat Ilgaz'ın memleketi, ''sarı yazma'' diyarı Cide’deyiz. Cide deyince dillere destan koyları da unutmamak gerek..

Sinop’tan yola çıkışımızdan itibaren Cide’de balık yeme isteğinde ısrarcı olmamız nedeniyle yorgunluk ve açlığın had safhada olduğunu midelerimizden gelen seslerden anlıyoruz. Önceden yapılmış bir plan veya rezervasyon olmadığından önceliğimiz kalacak yer sorunun çözülmesi oluyor. Yarım saatlik arayış ve konuştuğumuz insanların tavsiyeleri ile süre kaybetmeden, dört kişilk bir ailenin işlettiği, ''Yalı Otel''de konaklamaya karar veriyoruz.

Kısa sürede yerleşme sonrası aşağıya, dalgaların,ağustos böcekleri vokali eşliğinde gece konseri verdiği sahile iniyoruz. Birkaç tane balıkçı kayığı var etrafımızda sabah erkenden denize açılacağını tahmin ettiğimiz.

İştahla yemek siparişlerini beklerken, göze hitap eden göbek marul, rokalı,nar ekşili, yeşil salatanın bir tanesi tükeniyor ve ikinci salata siparişi veriliyor, balıklar gelinceye kadar. Nar ekşili yeşil salata. En fazla yedi yıl öncesine kadar sadece Çukurova'da bilinen ya da yaygın olarak kullanılan nar ekşisinin salataların vazgeçilmez unsuru olmasının keyfini Cide'de yaşamak, midelerimize bayram ettirirken, nar ekşisini sahiplenmek te kaçınılmaz hoşluk oluyor o an.

Sıcak ve çıtır çıtır taze balıkların gelişiyle mükemmel bir akşam yemeğinin, sanat, edebiyat, tarih sohbetine dönüşmesi geç saatlere kadar devam ederken, zamanın nasıl ilerlediğinin farkına varmadığımız anlaşılıyor. ''Orta halli, yıldızı çok olmasa da temiz bir otel'' yorumunun ardından gelen dinlenme saatleri ertesi gün ki Amasra yolculuğuna zinde olarak başlamamızda büyük rol oynuyor. Sabah olduğunu, horoz sesinden anlıyoruz. Evet, Denizli'nin meşhur horozu Cide'ye kadar gelmiş. Araba, kamyon, yüksek sesle konuşan insanlarla , klakson, seslerini duymaya alışık kulaklarıma değişik geliyor horoz ötüşü. İlk kez duyuyor olmasam da farklılık hissediyorum.

Yine deniz kenarında, ayaklarımızı uzattığımızda dalgaların ıslatacağı kadar yakın, uçsuz bucaksız mavilikler ve karşı tepeye sıralanmış evlerin, ağaçların görüntüsünde kahvaltı yapmak, balıktan dönen tekne ve insanları gezdiren kayıkları izlemek, ancak yaşandığında anlatılabilecek güzellikler hissettiriyor. Kokuları ve tazeliklerinden doğal ortamda yetiştirildikleri anlaşılan, domates,salatalık, mis kokulu naneler, kahvaltı saatlerini uzatsa da yola çıkma zamanının geldiğini hatta geçtiğini fark ederek hızlanıyoruz.

Amasra'ya doğru yoldayız artık. Bir..iki..üç…o da güzel, bunu da çekeyim darken denize girme keyfine varamıyorum.Dağlara yaklaştıkça, manzaranın muhteşemliği, mavi ile yeşilin tarifsiz güzelliği, açıklarda süzülen gemilerin seyrini doyumsuz hale getiriyor.. Her denizcinin hiç olmazsa bir kere mutlaka görmek istediği koylardan olan '' Gideros koyu''nu tepeden izlerken, koyda kulaç atanlara kıskançlık ve gıpta ile bakıyoruz. Bakarken de dalından kopararak böğürtlen yemeyi ihmal etmiyoruz.

Cide'nin sembolü, ''sarı yazma''lı nineler, teyzelerin, deniz gözlü çocukların el salladıkları,köylerden geçerken, doğanın güzelliğini, baltanın az girdiği ormanlık alanları ve yeşilin tonlarını görmek mutlu ediyor, Amasra'ya doğru yol alırken..

Fırsatım olursa daha uzun süreli gelme sözü veriyorum kendime, Rıfat Ilgaz'ın memleketi, ''sarı yazma'', ''Gideros koyu'' simgeli, güzel Cide'ye. Gelecek yıllar için sağlık diliyorum hep birlikte keyifle gelmek için Cide'ye. Ve, hala gitmemiş, görmemiş olanlar varsa, daha fazla zaman kaybetmeden mutlaka gidin, görün diyorum Cide'yi. Hiç olmazsa bir kere görün, eşsiz güzellikteki koyları, ince kumlu denizi, mavi ile yeşilin tonlarını. Ve görmeden gelmeyin Gideros Koyu'nu.

Mutlaka gidin…Rıfat Ilgaz'ın memleketine, ''sarı yazma'' diyarı, ''gideros koyu'' simgeli CİDE'ye.

resim kaynağı: cide.gov.tr sitesidir.

Continue Reading...

Kırlangıç Rüyası- ÜÇ NOKTA

Yıllar öncesi... Taş evin geniş avlusunda küçümen bir havuz, havuzun üstüne eğilmiş körpe söğüt dalları, gerisinde üç beş kavak ağacı; sallanıyor sarhoş. Yaklaşıp gövdelerine dayıyorum kulağımı, rüzgarın şarkısını söylüyorlar.
Tutuyor güzelim nisan yağmuru, bir sevinç dalgasıyla yüzümü yıkayıp geçiyor.
Rüzgar, gelinciğe kesmiş tepeleri aşarak ovalardan yüklendiği, iğde, kekik kokularını doldurmuş koynuna, getirip bırakıyor kucağıma. O da tatlı bir yorgunluk halinde.
"Dur hele, biraz soluklan" diyorum.
"Olmaz, bulutları kovalamam lazım, gökkuşağına söz verdim güneşi bekliyor çıkmak için" demeye varmıyor katmer katmer bulutlar dağlara çekiliyor.
Bir güneş açıyor yağmur sonrası, iri damlacıklar düşüyor toprağa, içi rengarenk. Düştüğü yerde çiçekten hayatlar bitiyor.
Suya doyan toprak katıla katıla gülüyor,bire bin verecek bu bahar.
Deniz misali dalga dalga buğday tarlalarının üstünden geçiyorum okşayarak.
Şaşmaz pusulalarıyla geçen mevsimden yaptığı yuvasını bulan kuşlara hayret eden bir çocuğum. Uçuyorum. Hepi topu on beş yirmi yıl yaşayan serçe, ömürlük bir karga, maviliği üstünde hayta bir martı, öğlen sıcağında çardakta sesini dinlemekten garip bir mutluluk duyduğum- hala öyle-güvercin oluyorum.
Ama ille de kırlangıç…
Kırlangıçlar…Çocukluğumun telaşlı kahramanları...Bahar hükmünü dağa taşa vurdu mu, kar altında kalan toprak çıldırmışçasına rengarenk çiçeğe, yeşilin binbir tonuna kesti mi, bir bakardım göğe, yükseklerde çok yükseklerde dönüp durmaya başlamışlar.
Düş bu ya yine o zamanlardayım işte. Almış beni bir neşe … İçlerine yerleşmiş bir tekrardan ibaret içgüdüleriyle zorlu göç yollarından eksile eksile geldiler yine.Ve başladı oyunum.Sürüyle uçuşan kara kara kırlangıçların birini seçip onu takip etme oyunu.
İzlerken sorular da sökün etti peşinden. Hiç bir yere konmaz mı bunlar, bir ağaca mesela. Nasıl bu kadar hızlı ve birbirlerine çarpmadan dolaşıyorlar?
Ele avuca sığmaz, kırlangıçlar yüksekten avare dolaşmaları bırakıp neredeyse başımın üstünden uçmaya başladı. Geldi yine yuvalama zamanı.
Çiftler halinde , hızla süzülerek oyuklara, saçak altlarına keşif uçuşları yaparlar önce, sonra da hemencecik çamurdan saray yavrusu evlerini...
Birlikte gönenecek hayat için tam bir işbirliği hali... Ağzı açık doymaz bir iştahla hep beslenmek isteyen yavrular çarçabuk büyüyüp, kanat alıştırmalarıyla uçuverdiler.
Kaza da eksik olmaz , yine düştü biri yuvadan. Yerlerde kırlangıç ölüleri ...
Rüya bitti.
Sadece ölü bir kırlangıca dokundu çocuk.Onu eline alabildi ancak.
Ama o kadar çoklar ki...Birinin hüznünü silip süpürdü hepsi.
Sonbahar olunca gökyüzünde bulut bulut toplanıp, baharla geldikleri coşkuyu alıp götüren kırlangıçlar.

Onlar gökyüzünün hayta çocukları.Geliyor sesleri, duyuyor musunuz?
Baharı muştuluyorlar.

Continue Reading...

Bulunduğumuz Yol- YEŞİM ÖZDEMİR

O sabah aslında uyanmam hiç de kolay olmamıştı.. Uykusuz ve terden yapış yapış bir halde güne başlamanın keyif verecek nesi olabilirdi ki? Söylene söylene bindiğim arabamın radyosunu açtığımda Barbara Streisand’ın en sevdiğim şarkılarından birisi olan “The Way We Were” çalıyordu. Onun o yumuşacık ve insanın yüreğindeki en gizli noktalara dokunan sesi, aralık pencerelerden sokağa yayılıyordu. Bu naif melodinin hücrelerimden içeri sızmaya başladığını ve yavaş yavaş keyfimin yerine geldiğini şaşırarak fark ettim. İşlerine yetişmek için koşuşturan insanların asık suratları ve yolun açılmasını bekleyen araçların korna sesleri yavaş yavaş silinmeye başladı. Yoğun gri sisten duvarları olan bir tünele girdim.

Tünelin sonunda pırıl pırıl bir gökyüzü beni bekliyordu. Pencereden usulca içeri süzülen güneş, tenimi acıtmadan ısıtıyordu. İşe geç kalmaktan dolayı duyduğum endişeden de, sırtımdan süzülen terin yakıcı neminden de eser kalmamıştı artık. Arabamla yemyeşil bir ovanın içinde ilerliyordum şimdi. “The Way We Were” ün notaları, bulutlarda yankılanıp yağmur olup üzerime dökülüyor, rüzgarla oradan oraya savruluyordu adeta… Gökkuşağından oluşan bir köprünün altından geçerken, yanımda bana eşlik eden kuşlarla selamlaşıyorduk.

Evet! Her birimiz için , bulunduğumuz bir yol vardı. Bu yolculuk sırasında şaşkın, hayran ya da umarsızca ilerlerken bir kısmını kendi isteklerimize göre şekillendirebilmekle birlikte, yolun bizler için hazırladığı iyi ya da kötü sürprizlerle karşılaşıyorduk zaman zaman… Yıllar öncesinden yaşamla ilgili bir benzetme anımsıyorum ama kaynağı aklımda değil: ”Yaşamda bir otobüs (belki de tren) kullanır gibisindir. Bu yolda ilerlerken zaten kendi varlığından haberdar olmaya başladığın anda, yanında birileri vardır. Zaman ilerledikçe yol kenarında yeni yolcular el sallayarak durmanı ve onları da yanına almanı isterler. Onları da seve seve yol arkadaşı edersin kendine. Varlıklarıyla ve sevgileriyle güç verirler sana. Sonra… Sonra bir gün gelir birileri o otobüsten inmek zorunda kalır ya da sen bile isteye onları indirirsin ve yoluna devam edersin; bazen de devam etmek zorunda kalırsın”

Aslında düşünüldüğünde ne kadar da doğru; değil mi? İnenlerle, binenlerle, yolda patlayan lastiklerle, bir nefeslik molalarla, sarp rampalarla, sahil kenarını izleyen rotalarla ve tutmayan frenlerle; yaşam aslına bakarsanız tam da anlatılan gibi değil mi basite indirgediğinizde? İçin sızlayarak inenlere veda edersin. Bir daha asla senin yanında olamayacaklarını bile bile, onlardan sonra yolculuğun boyunca artık hep boş kalacak olan o koltuklara bakarsın; gözlerin dolar. Yeni koltuklar eklersin; ama boşalanları bir türlü söküp atamazsın bir yol kenarı ıssızına… Dingin kumsalları ya da serin ağaç gölgelerini özlersin; anarsın sık sık… “Yol” dur bu ne de olsa; sağı solu hiç belli olmaz…

Bilinmeyenin yarattığı merak ve belki biraz da hayal gücüyle, kafamda bundan sonrası için çok daha güzel bir rota çizdim kendime. Daha mavi, daha yeşil, daha beyaz… Biliyorum… Gene düşündüğüm gibi gitmeyecek bir çok olay. Hiç de beklemediğim aksiliklerle karşılaşacağım. Durup dinlenmem ya da alternatif yolları denemem gerekecek. Hatta belki de yolumu kaybedeceğim. Tam “Kayboldum!” dediğim sırada beklemediğim keşiflerde bulunacağım. Bir bebeğin gülümsemesinden, mum ışığının şarabın kızılındaki aksini izlemekten ve yosun kokusundan keyif almaktan vazgeçmeyeceğim son nefesime kadar…


Müziğin son notaları teker teker dökülürken, arkamdan çalan bir korna sesiyle irkildim. Gökkuşağı köprü ve nota yağan bulutlarla vedalaşma zamanı gelmişti. Gerçek hayatta “yeşil ışık”, geçmemizin zamanı geldiğini anlatıyordu ne de olsa…Arada sadece tek bir fark vardı; bu sefer hareket etmekte hiç acele etmedim. Gülümseyerek direksiyonu kavradım.Yola çıkma zamanı gelmişti. Yeniden…Kendi yoluma…

Continue Reading...

19 Temmuz 2008 Cumartesi

Haybey'e mektuplar- AHMED CEMİL

muhterem hay bey,

uzun zaman oldu sana yazmayalı farkındayım. iş-güç-çoluk-çocuk-falan feşmekan derken günler su gibi akıyor. dünya, kendi etrafında dönüyor gündüzler-geceler birbirini kovalıyor. hatta küresel ısınıyor. nihayetinde mektuplar birikiyor farkındayım. mazeret olur mu bilmem ama sana yaz(a)mama sebebim salt tembelliğim değil, bilakis güzel şeyler yazayım istiyorum lakin bendeki çekicilikten mi yoksa dünya ahval ve şeraitinin ya da kaderin bana bir oyunu mu bilemiyorum ama şu aralar güzel şeylerle müşerref olamıyorum bir türlü. dolayısı ile sana yazamama mazeretim peydahlanıyor. DEVAMI
Continue Reading...

Kırmadan terketmenin yolları- FARUK SÜRENER

Deyerli arkadaşlarum. Dün akşam eve döniyordum. Yolun kenarundan bi bayanun ağlama seslerinu duydum. Yaklaştim bayana. Genç bi kizdu, yaşi da ben diyim 18, siz deyun 37 idu.
Ağlamakta olan kiza iyice yaklaştum (bu arada yaklaşinca, sizun yaş tahminu konusinda iyi olmadiğinizu da farkettum). Kiz beni görür görmez, “TARIK ABİİ!” diyerek sarildu boynuma. Sonra devam ettu, “Tarik abi, yardım et bana, karanlıklar içindeyim, lütfen aydınlat beni”. Dedum “De bakayum, neyin var?” DEVAMI
Continue Reading...

Tuz- FULYA

Ben her sabah kirpik diplerime çekiyorum seni. Gözümün kavisinde uyuyor oluyorsun daha. Kırpmıyorum gözlerimi uyanırsın diye. Sabah mahmurluğuyla gözümün bebeğine sarılıyorsun. Ben her sabah saçlarıma sürüyorum seni. Biraz yosun, biraz limon ve biraz da deniz kokuyorsun. Ve savuruyorum yürürken saçlarımı. Her adımda içime doluyorsun. DEVAMI
Continue Reading...

Dünyaya gelmek hüner değil ki- MEHMET SAĞLAM

Dünyaya gelmek hüner değildir,
Yüksel ki yerin bu yer değildir, demiş Namık Kemal.

Ne de güzel demiş... Sadece anababası çocuk istediği için dünyaya gelen bir bebeğin ne denli hünersiz, ne denli anneye muhtaç olduğu daha ilk dakikadaki çaresizliği ile kendini göstermiyor mu zaten. DEVAMI
Continue Reading...

Profesyonel- NİHAL YETKİN

Mesai saatine beş dakika kala şirket kapısından hızlı adımlarla girer. Ne de olsa hızlı adım işe istekli ve hazır olmanın simgesidir ona göre. Orta yaşı geçkin. Hafızası sapasağlam. Ama ya ruhu? Tanıdıkça, adeta boynunu eğmiş, buruşmuş bir gelincik gibi. İçindeki kırılganlığın tersine, dış görünüş son derece köşeli, kaskatı. İşte yine saçlar aynı şekilde sımsıkı bağlanmış, yüzünde göze batmayan bir makyaj, üzerinde bir zamanlardan kalma ciddi ama temiz, ütülü tayyör... Hep dimdik yürür, belli birine bakmadan. Sanki başının üstünde bir kitap taşıyordur. DEVAMI
Continue Reading...

Kefaret- ÖZLEM AKAYDIN

1935 yılında İngiltere’de hayat olağan bir şekilde devam etmektedir. Yaz tüm sıcaklığı ile kendini hissettirmektedir.Henüz kimse derinlemesine farkında değildir ancak dünya yeni bir savaşa doğru adım adım sürüklenmektedir.Bu sıcak yaz günlerinin birinde, edebiyata meraklı, hayal gücü yaşına göre fazlaca gelişmiş, yazma eğilimi içinde olan ve kendince küçük öyküler de yazan on üç yaşındaki Briony Tallis, ablası Cecillia’nın, çocukluk arkadaşı Robbie Turner’ın yanında üstelik çırılçıplak, bahçedeki havuza girdiğini görür. DEVAMI


Continue Reading...

Ender- SERDAR ÖZDEMİR

Bedia teyzenin, “konak orası, konak” diye yücelttiği, koyu kahverengi ahşap sundurmalı, balkonundan altı basamakla erguvan çiçekli bahçesine inilen, kiremit rengi evine taşınmışlardı. Bedia Teyze, daha ilk günden, Ender’i şöyle bir süzdükten sonra, annesine; “Semahat Hanım, oğlana söyle bahçedeki asmacıkları ziyan etmesin.” diye, endişesini dile getirmişti. Hatta bununla da yetinmeyip, Ender’e dönerek; “Yavrucuk, bak bunlar üzüm verecek, şıra yapıp içiricem sana; yüzüne kan gelir. Sakın kırma dallarını emi...” diye, iyice bir tembihlemiş, yine de, anahtarı yeni kiracısına teslim edip, ‘konağın’ merdiveninden, bastonu yardımıyla, oflaya puflaya inerken; “fel fecir okuyor bu çocuğun gözleri, kırmasa bari asmacıkları” diye söylenmekten kendini alamamıştı.DEVAMI
Continue Reading...

Bulutların gökyüzüyle dansı- TUĞBA

Güneş, bulutların ardından göz kırparcasına gidip gelirken, maviliğin griye dönüşmesini izliyorum, bulutların gökyüzüyle dansında. Öyle bir dans ki bazen tango oluyor bazen çaça. Öbek Öbek toplanıyorlar uçsuz bucaksız gökyüzündeki dans pistinde. Neyin kutlaması acaba bu? Yoksa dün gece ki kısa süreli gök gürültüsü, uzaklardan gelen toprak kokusu yağmurun müjdesini mi veriyor? DEVAMI
Continue Reading...

Adsız şan(s)sız sevda- ÜÇ NOKTA

Adı dua olan sevdiğim, sabahlarımı seninle açarım. Senin yüzü suyu hürmetine dağları devirecek iyimserliğim. Ondan yakarırcasına sevmem seni, durduk yere gülümsemem ondan.

Adı vuslat olan sevdiğim, seni bana getiren yollara sarılmışım, aynı yollar sebebi olmuş ayrılığın usanmışım.Bu üşümeler ondan mı dinmez , bu yollar neden bitmez?
DEVAMI
Continue Reading...

Akdeniz dingin ben dingin- YEŞİM ÖZDEMİR

Şimdi bir “an” hayal edeceğiz birlikte. Gözlerinizi kapatın ve düşünün… Aylardan Temmuz… Akdeniz’desiniz; tam da içinde. Siz Akdeniz’de, Akdeniz sizde… Sabahın erken vakitleri. Sakin ve dingin... Denizin üzerinde sırtüstü uzanmışsınız. Henüz kavurucu olmayan güneş yüzünüzü ısıtıyor. Yüzünüzdeki minik tuz zerreciklerinin kuruyarak gerginleştiğini duyumsuyorsunuz. Göz kapaklarınızın içinde bile gözleriniz, güneşin parlaklığını hissediyor. DEVAMI
Continue Reading...

Haybey'e mektuplar - Necdet REHAVET

muhterem hay bey,

uzun zaman oldu sana yazmayalı farkındayım. iş-güç-çoluk-çocuk-falan feşmekan derken günler su gibi akıyor. dünya, kendi etrafında dönüyor gündüzler-geceler birbirini kovalıyor. hatta küresel ısınıyor. nihayetinde mektuplar birikiyor farkındayım. mazeret olur mu bilmem ama sana yaz(a)mama sebebim salt tembelliğim değil, bilakis güzel şeyler yazayım istiyorum lakin bendeki çekicilikten mi yoksa dünya ahval ve şeraitinin ya da kaderin bana bir oyunu mu bilemiyorum ama şu aralar güzel şeylerle müşerref olamıyorum bir türlü. dolayısı ile sana yazamama mazeretim peydahlanıyor.

sanma ki güzel, olumlu şeyler yaşıyorum da her gün, tembellik edip yazmıyorum sana. yok öyle bir şey. seni temin ederim. hatta valla billa bak.
hepsini yazmaya kalksam burdan köye yol hatta hatta karadeniz sahil şeridi olur.
ama bağrıma taş basıp bazılarını paylaşayım senle. hem ne demiş asaf üstad. acılar , sıkıntılar paylaşıldıkça azalır.

misal;

kartal-kadıköy arasında alternatifli dört yolun hepsi de sıkışık olur mu kardeşim.
hadi sıkıştık, oflaya puflaya giderken sağdan soldan kaykılıp araya kaynamaya
çalışan öküzlere (gerçek öküzlerden özür) ne demeli? ya da trafiğin kısmen canlandığı anlarda slalom yapan sığırlara ( gerçek sığırlardan da özür) yahut önünde 10 araçlık boşlukla sol şeritte 60 la giden mandalara (gerçek mandalar anladınız siz) ne demeli? hangi şarkıyı armağan etmeli?

devletin en güzide dairesinde
-nilgün hanım yok mu?
-YOK deyip sadece
tuvalete ya da amirinin yanına gitmiştir sandırıp seni ,
10 dakika bekleten, gelmeyince kimse;
- nilgün hanım bugün hiç gelmedi mi, yoksa gelir mi birazdan?
- bugün yok. feraye hanım yardımcı olsun diyen kamu görevlisi abla da beni bulursa,

durağa iki koşar adım kala seni beklemeyen belediye otobüsü şoforü,
durak olmayan yerde hanımefendilere özel servis yaparsa,

yahut rutubetin istanbul borsası gibi tavan yaptığı bu temmuz sıcağında zatüre olacağını sanıp dolmuşun camlarını sıkı sıkı kapayan ablalar, amcalar, aliler ve ayşeler bizim dolmuşa dolarsa,

her ne kadar en büyük sakarlık ve beceriksizlik bende de olsa yucca çiçeğim bozuluyorsa,

aşkımız, beşiktaşımız kifayetsiz yöneticiler sayesinde dört senedir aynı filmi bize izletiyorsa,

güya istanbul'un en kültürlü ilçesinin tam göbeğinde, "en seçkinlerinin" yaşadığı
semtin bir apartmanında asansör fazla kişi(ayı) binmesi dolayısı ile her bayram en az dört,
ayda bir kez bozulursa,

carrefour'un alışveriş sepetleri için 1 ytl almasına bozulan odunlar migros'un otoparkına
sepetleri gelişigüzel bırakıyorsa,

geceleri sokakta alarm ayinleri, mahallede havai fişek gösterileri yapılırsa,

doktorlar seninle ameliyat, okul ise bağış pazarlığı yaparsa,

söyle sevgili hay bey "hırsızın" hiç mi suçu yok?
ha söyle bi..?

ama ne yapıyoruz biz…
bıçak kemiğe, hararet doksana dayanmadan blog/mektup dışına taşırmıyoruz tepkilerimizi, içimize atıyoruz hep!
yaşıyoruz mutlu mesut.
allah devlete, milete, belediyeye zeval vermesin beterin beteri var diyoruz.
hatta umut veren gelişmeleri görüyor seviniyoruz!
bak ne güzel.. geçen gördüm duygulandım yine.
yaklaşan seçim nedeniyle bizler için güzel kaldırımlar hazırlıyor belediyemiz.
devletimiz yeni vergiler koymayacakmış.
orman katili! keçilerin sayısı azaltılacakmış,
bu sene de şampiyon olamazsa takım, demirören sinan’ı da alıp gidecekmiş.
mış.
miş.
müş.

o bu bu bu bu bu
o bu bu bu bu bu
bu bu bu
bu bu bu

fonda nazan öncel zehirli sarmaşık derken en kısa zamanda tekrar görüşmek, yazışmak ümidiyle esen ve bahtiyar kal sevgili dostum.

muhabbetle.
ahmed.
Continue Reading...

Kırmadan terketmenin yolları- FARUK SÜRENER

Deyerli arkadaşlarum. Dün akşam eve döniyordum. Yolun kenarundan bi bayanun ağlama seslerinu duydum. Yaklaştim bayana. Genç bi kizdu, yaşi da ben diyim 18, siz deyun 37 idu.
Ağlamakta olan kiza iyice yaklaştum (bu arada yaklaşinca, sizun yaş tahminu konusinda iyi olmadiğinizu da farkettum). Kiz beni görür görmez, “TARIK ABİİ!” diyerek sarildu boynuma. Sonra devam ettu, “Tarik abi, yardım et bana, karanlıklar içindeyim, lütfen aydınlat beni”. Dedum “De bakayum, neyin var?”
Anlattı. Meğer bunun bi erkek arkadaşi varimuş. Birbirlerinu de çok severlermuş. O akşam erkek arkadaşi birdenbire “Ben sıkıldım. Ayrılalım artık” demiş ve terketmiş kizcağizu. Kalbi kirilmuş kizun. Kiz da bana dedu, “Tarık abi, bir insan nasıl böyle birdenbire ayrılmaya karar verebilir, karşısındakinin hislerini hiç düşünmeden nasıl birdenbire terkedebilir? Açıklayın, aydınlatın lütfen beni” Ben de genç kiza, “Bu çocuk içun belki bişey yapamam ama gelecek erkek nesillerun kizlari daha iyi ve kalp kirmadan şutlayabilmeleru için toplumu aydinlatacağum, söz sana.” dedum.
İnanmazsunuz ama mutluluktan şok geçirdu kizcağuz, sevincunden “hoşçakal” demeyi bile unutarak ayrildu yanimdan. Giderken gözlerundeki mutluluk gözyaşlaru, mutluluk hiçkiruklaru halinu almişidu bile.
Evet gençler, bugün sizleri kalp kirmadan terketme yontemleri hakkinda aydinlatacağum. Ama bu yontemi ayrilmak istediğinuz kizlarda kullanin. İçunuzden bazilari, “Yok Tarik abi, ben ayrilmayi düşünmüyorum da meraktan bu yontemleri kullanmak isteyrum” diyebilur. Bak, bak dediğu şeye bak! Beni mi deniyorsun terbiyesuz! O kada yorulma, sevdiğun kizun yanina git, doğridan “Senin ananı avradinu s...” diye bi laf soyle denemek istiyorsan... Töbe töbe, ula sinirlenmeyeceğum diyorum ama olmayi ki! İlla bi cins çikacak yani sinirimi bozan..
Genç arkadaşlar. Kalp kirmadan ayrilmak için en iyi yontemelerden birisi de karşimizdaki kişinun bizden daha iyusune layik olduğuni söyleyup aradan siyrilmaktur. Bunun üstune bir de “Arkadaş kalalım” söyleminu soyleduk mu bu yontemi tam olarak pekiştirmuş oluruz. Nasil mi? İşte bu konuda eskiden başimdan geçen bi olayi anlatarak size ornek misal vermek isteyrum. Tiyalog aşağadadur. Aha da buyrun.
- Ay çok merak ettim Tarık. Telefonda “Sana söyleyeceklerim var” dediğinde kalbim yerinden fırlayacak sandım aşkım.
- Şimdu Betül. Onceliklen sakin ol. Ne içersun bi kapüçüno soyleyum mu?
- Ay kapiçino söylemek için mi çağırdın beni, söylesene ne var?
- Guzelum, sen herşeyun en iyisune layiksun. (Boyle soyleyrum işte, aliştira aliştira)
- Tarık, ben neskafe de içerdim. İlla en iyisi olacak diye kapiçino olmasına gerek yok ki. Ama yine de çok naziksin, bana değer verdiğin için teşekkür ederim.
- Betül sen en naziğine layiksun (Unutmayun, aliştira aliştira)
- Ne söyleyeceksen söyle artık Tarık! Nedir bu esrarengiz havalar!
- Sen var ya sen. Sen en esrarengizune layiksun Betül.
- Tarık ne diyorsun sen, açık konuş. Beni korkutuyorsun.
- Sen en korkuncina layiksun Betül.
- Tarık, söylediklerini anlamadığım gibi sözlerin gittikçe çirkinleşmeye başladı.
- Betülcüğüm, yüzune karşi diye demiyrum ama sen en çirkinune layiksun.
- .......
- Niye ağlaysun ki?
- .......
- Anladin demek oni. Evet Betül, seni naçizane ve en derun hislerumle ve de (unutmayin gençler, terkederken kaba konuşmayin, kibar olun) tum samimiyetumle terkediyrum. Bittu yani. Finuş. The end naçizane.
- .......
- Betül kiz, bundan sonra arkadaşuz senunle. Ne cuzel di mi! Hadi gül biraz.
- ........
- Eeee arkadaş olduğumiza göre ne zamandur kafamda olan bişeyi sorayim sana. Biliysun “Arkadaş arkadaşun p.zevengidur” derler, artik arkadaşim olduğina göre, bana şu arkadaşin Hülya’yu ayarlarsin di mi? İlik gibi kiz valla. Hastasiyum lan Betül.
- ........
- Niye kalktın ki? Lan nereye cidiysun kapiçinonu içmeden!? Yaa Hülya’nin acelesi yok, yarin sabah da ayarlarsun Hülya’yi olum”

Şimdu hep birlukte yukaridaki diyaloğu deyerlendirelum sevgilu arkadaşlar. Boylece daha iyu aydinlaniruz. Ben once aliştira aliştira onin herşeyun daha iyisune layik olduğuni ispatladum. Sonra da arkadaş olduk ve arkadaşliğimizu pekiştirduk. Gerçi Betül, iyi bi arkadaş çikmadi, daha sonra pek arayip sormadi hayirsuz. Ama konumiz arkadaşlik deyul, onemli olan kalp kirmadan ayrilmayu bilmek arkadaşlar. Buna tikkat edelum.
İşte boyle. Bi insanun kalbinu kirmak o kada kötü bişeydur ki! Bunu onlemek içun elinuzden geleni yapin arkadaşlar. Yoksa kalbinu kirip dunyasinu kararttiğinuz birinu yeniden aydinlatmak içun benum anam ağlayi.
Hoşçakalun daa!
Tarik (Toplum Aydinlaticisu)

Continue Reading...

Tuz- FULYA

Ben her sabah kirpik diplerime çekiyorum seni. Gözümün kavisinde uyuyor oluyorsun daha. Kırpmıyorum gözlerimi uyanırsın diye. Sabah mahmurluğuyla gözümün bebeğine sarılıyorsun.

Ben her sabah saçlarıma sürüyorum seni. Biraz yosun, biraz limon ve biraz da deniz kokuyorsun. Ve savuruyorum yürürken saçlarımı. Her adımda içime doluyorsun.

Ben her sabah avuç içlerime saklıyorum seni. Kader ve hayat çizgilerim arasından bana gülümsüyorsun. Yüzüme yaklaştırıyorum elimin ayasını. Yüzün kadere dönük, hayata hiç bakmıyorsun.

Ben her akşam kareli bir örtü üzerine ekmek ve su koyuyorum senin için. Hep eksik hep eksik kalıyorsun. Baş parmağım ve işaret parmağımın açıverince, soframdaki tuz oluyorsun.

Ben her gece "iyi geceler" diliyorum sana. Sesimi duymuyorsun. Ben gözlerimi kapıyorum, gözkapaklarıma hapsoluyorsun. Ellerimi gözlerime bastırdıkça "gitme" diye, çoğalıyor çoğalıyorsun.

Ben tüm gün içimde taşıyorum seni. Gün sonunda içimden taşıyorsun. Gözümün kavisinde daha fazla tutamıyorum seni, akıyorsun. Akıp saçlarıma bulaşıyorsun. Ellerimi saçlarımda gezdiriyorum avuç içlerimde ıslanıyorsun. Sonra bir güneş yükseliyor ellerimden kurutuyor herşeyi. Sen gün sonunda yaraya basılan tuz oluyorsun...

Continue Reading...

Dünyaya gelmek hüner değildir- MEHMET SAĞLAM

Dünyaya gelmek hüner değildir,
Yüksel ki yerin bu yer değildir, demiş Namık Kemal.

Ne de güzel demiş... Sadece anababası çocuk istediği için dünyaya gelen bir bebeğin ne denli hünersiz, ne denli anneye muhtaç olduğu daha ilk dakikadaki çaresizliği ile kendini göstermiyor mu zaten.

Bireyin hüner edinmesinde pek çok etken rol oynar: genetik mirası, çevresi, deneyimleri, eğitimi vbg. Kişiye düşen görev iç ve dış koşulların ona sağladığı olanakları maksimize etmek, yani mevcut potansiyelinden limonu sıkarcasına yararlanmaktır.

İdealist bireylere düşen ise, sanatın ve bilimin sağladığı olanaklarla donandıkça yaratıcılığını besleyip büyütmek ve hem milletine, hem insanlığa daha önce yapılmamış şeyler sunarak, insanlığın refahını ve kültürel evrimini daha da ileriye taşımaktır.

Şöyle de diyebiliriz: İnsan hayal gücünü genişlettikçe; özel yeteneklerini ortaya çıkarıp kullandıkça; el ve beden hünerlerine yenilerini kattıkça; sezgilerini geliştirdikçe; ruh ve beden sağlığını korudukça; duygularını yaşatıp denetle¬yebildikçe; kültür, sanat ve bilim ürettikçe; ahlâkî ve etik değerler yüklendikçe ve sınırlarını zorlayıp kapasitesini genişlettikçe yücelir.

İdeal olan bu iken: bütün bu güzelim değerleri elinin tersiyle iten, yan gelip yatan, ne kendine ne de çevresine bir yararı olmayan insanların sayısı hâlâ o kadar yüksek ki... Dünyaya gelmiş olmanın amacını ve hazzını bilmeyenler, kendine hiçbir katma değer yüklemeyenler, bir tek kitap okumamış veya hiçbir müzeye uğramamış olanlar o kadar çok ki...

Onlara, dünyaya gelmiş olmanın bir hüner olmadığını, esas hünerin “bir günün diğerine benzememeli” tavsiyesinde gizli olduğunu nasıl anlatmalıyız, bilemiyorum. Sizin bu konuda bir fikriniz varsa, lütfen yorumlara ekleyin.
Continue Reading...

Profesyonel- NİHAL YETKİN

Mesai saatine beş dakika kala şirket kapısından hızlı adımlarla girer. Ne de olsa hızlı adım işe istekli ve hazır olmanın simgesidir ona göre. Orta yaşı geçkin. Hafızası sapasağlam. Ama ya ruhu? Tanıdıkça, adeta boynunu eğmiş, buruşmuş bir gelincik gibi. İçindeki kırılganlığın tersine, dış görünüş son derece köşeli, kaskatı. İşte yine saçlar aynı şekilde sımsıkı bağlanmış, yüzünde göze batmayan bir makyaj, üzerinde bir zamanlardan kalma ciddi ama temiz, ütülü tayyör... Hep dimdik yürür, belli birine bakmadan. Sanki başının üstünde bir kitap taşıyordur. Gördüklerine kibar bir"Günaydın" demeyi esirgemez, ama gerisi de gelmez. O selamlaşma bile muhatabına lütuf gibi gelir zaten. Ama bir profesyonellik sayar bunu, ve "profesyoneller" lüzumsuz samimiyet içine girmez öyle her önüne gelenle…

Kapısını açar. Anahtarı kapının dışında bırakır, sırf "içerde çalışan biri olduğu hemen göze çarpabilsin" diye ama tahmin edilebileceği gibi, anahtarının ucundan öyle süslü bir şey sarkmaz. Anahtarın üzerinde oda numarası vardır, hepsi bu.

İlk durağı masasıdır. "Bir profesyonelin masası böyle olmalı" der. Belki ağzından dökülmez bu sözcükler ama öyle hissettirdiği kesin…Masanın sağ köşesinde en son yapılan işin dosyasını tutar. Birbirinden ayrık sayfalar, birbirinin tam üzerine getirilmiş, neredeyse el değmeden hazırlanmış gibi sahibini bekler. Ortada sade bir masa takvimi, elde yapılacak işler için ise hemen sağ elin uzanma mesafesinde silgi ile uçları sipsivri açılmış iki kurşunkalem bulunur. Öyle ya, birinin ucu kütleşirse, diğeri hemen imdada yetişmeli, lüzumsuz vakit kaybı yaşanmamalıdır. Bu ihtimaller hesaba katıldığında, profesyonel dediğinin hep bir yedeği bulunur. Ama üçüncü bir yedek tutulmaz, bu israfa girer olsa olsa. Bu olmazsa olmazların dışında elbetteki iş yerindeki masanın üstünde çiçek, böcek, biblo, miblonun yeri yoktur, masanın gerisindeki panoya dağınıkça serpiştirilmiş kameraya garip garip gülen aile fotoğraflarının, lüzumsuz beylik lafların da. "Profesyoneller" özel hayatlarını ve dünya görüşlerini böyle uluorta sergilemez.

Masaya çok yakın bir yerde ise büyük harflerle dikkat çeken "Gelen Evrak" ve "Giden Evrak" bölümleri bulunur. Buradaki dosyalar müsait bir zamanda itinayla numaralanır, tematik ve kronolojik olarak ayrı ayrı dosyalanır.

Sabah ilk iş olarak masasının üzerini kolonyaladığı selpağıyla güzelce siler. Masa temizliği bittikten sonra, sıra pencereleri pür telaş açmaya gelir. Pencereyi açınca dünyaya açılmaz ama. Kuş cıvıltılarını, meltem sesini duymaz. Varsa yoksa işi için gereken oksijeni alabilmektir gayesi!!!…

İş koltuğuna hep aynı şekilde oturur. Sanki piyano çalar gibi. Tam ucunda. Ama öyle rahat bir görüntü vermez, aksine görünmez bir diken üstünde gibi. Ama ona sorsanız, o önündeki işe böyle daha iyi yoğunlaşabildiğini söyler.

Sıra çalışmaya başlamak üzere bilgisayarı açmakta. Bilgisayarla arası iyi değil. Ona güvenmediği için daha sıkı basar tuşlara. Bilgi işlemcilerin korkulu rüyasıdır ama bilmez! Bir işlem bitmeden diğerine geçmek istediğinde defalarca bastığından hep bir problem çıkar. Bir de psikolojik olarak hep kötü bir şeyler olacağı beklentisi olduğundan bilgisayar da er geç boyun eğer bu beklentilere, ikide bir çöker, virüs girer, programlar kaybolur…

İşini titiz yapar, ertesinde çifter çifter kontrol eder. Yaptığı iş genelde beğenilir, saygı görür. Ama o bir sonraki işine aynı gergin ruh haliyle başlar, "Her şey bir profesyonele yakışır şekilde dört dörtlük olmalı" Eskaza ufacık bir hata yapsa tekrar tekrar özür diler. Kendi dışında aynı kadroda birinin yaptığı işi değerlendirmesi istendiğinde ise olumsuzlukları olumlu yönlerden daha fazla görür. Tirada başlar, bir kasedi yuvasına yerleştirip "çalıştır" düğmesine basmışsınız gibi başlar bir bir yapılacakları saymaya...

Telefonla yaptığı iş konuşmalarına kibarca "Alo, buyrunuz efendim" diye başlar. O an hangi ruh halinde olursa olsun ser verip sır vermez bu ses. Ama konu işle ilgiliyse sesinin serbestçe dalgalanmasına elbette izin verir. Mesela kendini tanıtmadan iş talebinde bulunanlara haddini görüntüde-kibarca- bildirir, "Kiminle görüştüğümü anlayamadım, arzu etsem, isminizi bağışlayabilir misiniz?" Karşı taraf bu fena halde gerilmiş ses karşısında ezik büzük kendini tanıtır ama talebini sözcüklerden maksimum ekonomi ile ve bir an önce bu gerginlikten kurtulmak üzere yapar. O ise iş hayatında telefon konuşmalarının kısa ve özlü olması gerektiğini savunduğundan, konuşmanın ani bitişinden hiç mi hiç rahatsızlık duymaz.

Geçici olarak odasına ikinci bir kişi yerleştirildi mi, onunla iletişimini yine minimumda tutar. O kişi onun için ha başka bir odadadır, ha onun odasında…Bu davetsiz misafir ne kadar ısrar ederse etsin, yaşça ondan ne kadar küçük olursa olsun, ona sadece isimle hitap etmeyi reddeder, sonuna hanım ve bey' i ekleyiverir. Bu sözcükler onun ağzından çıktığında bir saygı ifadesinden olmaktan çıkar, konuştuğu kişiyle arasına aşılmaz bir camdan duvar örer. Öyle ki oda arkadaşı hapşırsa "çok yaşa" demek bile ona laubalice gelir, kazara elinden bir şey düşse, gözlüklerinin üzerinden öyle bir bakar ki düşüren kendini büyük bir suç işlemiş gibi hissedebilir. Artık sinek kanat çırpsa kendinden bilir. Bu istenmeyen ikinci kişinin yanına biri hatır sormaya veya dertleşmeye gelse, rahatsız olduğunu önündeki işi sesli yapmaya başlayarak ifade eder. Misafir bu beklenmedik tepki karşısında binbir özür dileyip süklüm püklüm dışarı çıkmak zorunda kalır. Zaten bu yaptığından sonra ikinci kez aynı büyük hatayı işleyen görülmemiştir…

Bölüm içi sosyal fona katılmaz. Hediye verirse karşı tarafın yükümlülük altına gireceğini, kimseyi zor duruma düşürmek istemediğini düşünür. Kutlama veya taziyesini olabilecek en kısa sürede ve konu kimi ilgilendirirse ilgilendirsin eşit mesafede ve neredeyse aynı yüz ifadesiyle yapar. Fazlası "profesyonellik"e sığmaz!

Gün boyu sessizce ve zamanında önündeki işini yapar bitirir. Mecburen oda dışına çıktığında ayaküstü sohbetlere ve komşu odalardan yükselen kahkahalara şaşıp kalır. Ne vardır bu kadar gülünecek? İşler savsaklanıyor mutlaka bir yerlerde, bu kendini bilmez kişilerin amirleri uyuyor mudur bir yerlerde, anlayamaz bir türlü….

Akşam olur. Mesai biter. Masasını sabah bulmak isteyeceği şekilde, düzgün bırakır. Makyajını tazeler. Çantasının fermuarını gönül rahatlığıyla kapatıp, çantayı yavaşça omzuna atar. Odadan çıkmadan boy aynasına şöyle bir bakar, "her şeyi düzgün duruyor mu?" diye. Yüzüne kondurduğu o tipik kozmetik gülümsemeyle, orta hızda adımlarla servis arabasına biner. Kendini koltuğa bırakır, günü kazasız belasız bitirmiş olmanın verdiği o engin huzurla... Saatine bakar, beş dakika sonra teker dönecek ve araba onu bir sonraki güne daha verimli başlaması için dinleneceği evine bırakacaktır…

Bazılarımız ona baktıkça düşünürüz, "İnsanlar kendinden önce yaratılmış kavramları kendi mizaçlarıyla nasıl tekrar doldurup kendi yaşamlarını ona göre nasıl şekillendiriyor ve etrafına nasıl yansıtabiliyor" diye. Kavramların salt biçimlere indirgenebildiğini veya öyle takdir görebildiğini farketmek veya ciddiyeti profesyonellikle bu denli bağdaştırabilmek tedirgin eder. Bazılarımız ise kişinin düşündürdüğüne değil, kişinin kendisine takılır kalır. Kendini ve işini gücünü bırakır, "O bu kadar işkolikken pardon –dilim sürçtü- profesyonelken- Acaba emekliliği nasıl olur?" diye acımayla karışık bir merak duygusuyla, büyüteç altına alıp "özellikle" izler onun bu günlük hallerini ve sohbet esnasında konuyu ona ve onunla ilgili bize göre "ilginç", ona göre "profesyonel" bir noktaya getirip kazır hafızalara. Görünen o ki kendini ne kadar görünmez kılmaya çalışırsa çalışsın, görünürlük derecesi zannettiğinden çok yüksektir. Üstelik o "profesyonel" halleriyle her gün bir kere daha hepimize ispatlar ki "Bekçi Murtaza" bir tek o düşündürücü kitabın unutulmaz kahramanı değildir…

Continue Reading...

Blogger templates

Blogroll

About